Raymond E. Feist – Gediksavaşlar Efsanesi #3 Gümüşdiken

GÜNEŞ DORUKLARIN ARDINA ÇÖKTÜ. Güneşin son sıcak ışınları toprağa değdi ve geriye bir tek gün batımının ardından gelen al renkli şavkı kaldı. Doğudan çivit rengi karanlık, hızla yaklaşıyordu. Rüzgar tepeleri keskin bir bıçak gibi kesip geçmekteydi; ilkyaz hayal meyal hatırlanan bir düşten ibaretti sanki. Kıştan kalan buzlar hâlâ gölgeli ceplere tutunuyordu, ağır çizmelerin altında yüksek sesle çatırdayan buzlar. Üç şekil akşamın karanlığından çıkıp ateşin ışığına girdi. İhtiyar cadı başını kaldırıp baktı; üçünü gören gözleri hafifçe irileşti. Soldaki şekli, tıraşlı başı ve kafasının üzerinde tek bir tutam saçı olan, geniş omuzlu, sessiz savaşçıyı tanıyordu. Daha önce bir kez daha gelmiş, tuhaf ayinler için büyülü işaretler aramıştı. Güçlü bir klan reisi olmasına rağmen, doğasının kötü olması yüzünden kadın onu göndermişti; iyiyle kötü mefhumu cadı için nadiren bir önem taşıyor da olsa, onun bile bazı sınırları vardı. Üstelik her türlü moredhele, özellikle de kara güçlere sadakat nişanesi olarak kendi dilini kesmiş olanlarına karşı pek az sevgisi vardı. Dilsiz savaşçı kadını ırkı için alışılmadık olan mavi gözlerle süzdü. Çoğundan geniş omuzluydu, ormanları mesken edinmiş kuzenlerinden daha kuvvetli kolları ve omuzları olan dağ klanlarına göre bile. Dilsiz, geniş, yukarı doğru kıvrık kulaklarına altın halkalar takmıştı; moredhelin kulak memesi olmadığından, bu ona acı veriyor olmalıydı. Her bir yanağında üç yara izi vardı, cadının gözünden kaçmayan gizemli simgeler.


Dilsiz yoldaşlarına bir işaret yaptı ve en sağdaki başıyla onaylar gibi göründü. Adam her şeyi örten bir cüppeye, yüz hatlarını açığa vurmayan derin bir kukuletaya bürünmüş olduğundan, emin olmak kolay değildi. İki eli de kavuşturduğu bol kol yenlerinde gizlenmişti. Cüppeli şekil, uzaklardan geliyormuş hissi veren bir sesle konuşarak, “Alametlerin yorumlanmasını istiyoruz,” dedi. Sesi ıslık gibi, neredeyse bir tıslamaydı ve içinde yabancı bir ton vardı. Ellerinden biri ortaya çıktı ve cadı geri çekildi, zira el şekilsiz ve pullarla kaplıydı, sahibinin yılan derisiyle kaplı pençeleri varmış gibi. O zaman yaratığın ne olduğunu anladı: Pantathia yılan halkından bir rahip. Yılan halkıyla kıyaslandığında, moredheller cadının gözünde epey itibarlı sayılırdı. Kadın ilgisini başlardaki şekillerden alarak ortadakini inceledi. Dilsizden bir kafa boyu uzundu ve cüsse bakımından ondan da muazzamdı. Ayı postundan, ayının kafatası miğfer görevi gören cüppesini ağır ağır çıkardı ve bir yana attı. İhtiyar cadının nefesi kesildi, zira bu uzun yaşamında gördüğü en çarpıcı moredheldi. Tepe klanlarına özgü ağır bir pantolon, deri yelekle dizlerine kadar gelen çizmeler giymişti ve göğsü çıplaktı. Güçlü kaslarla donanmış bedeni ateşin ışığında parlıyordu ve cadıyı incelemek için öne eğildi. Yüzü mükemmele yakın güzelliğiyle neredeyse korku vericiydi.

Ama kadının nefesini kesen adamın korku veren güzelliğinden çok, göğsündeki işaretti. Cadıya, “Beni tanıyor musun?” diye sordu. Kadın başıyla onayladı. “Kim gibi göründüğünü biliyorum.” Daha da öne eğildi; ateşin ışığı yüzüne alttan vuruyor, doğasındaki bir şeyi açığa çıkarıyordu. Bir gülümsemeyle, “Ben göründüğüm kişiyim,” dedi. Kadın korku hissetti, zira adamın latif yüz hatlarının, iyiliksever gülümsemesinin ardında, kötülüğün çehresini görmüştü ve öyle katışıksız bir kötülüktü ki bu, tahammül edilemezdi. “Alametlerin okunmasını istiyoruz,” diye yineledi, buz kadar berrak deliliğin sesiyle. Kadın kıkırdadı. “Böylesine ulu birinin dahi sınırları mı var yani?” Yakışıklı moredhelin gülümsemesi ağır ağır kayboldu. “Kişi kendi geleceğini önceden bilemez.” Kendi muhtemel yazgısına razı olan kadın, “Karşılığında gümüş isterim,” dedi. Moredhel başıyla onayladı. Dilsiz kemerindeki keseden bir para çıkardı ve cadının önüne, yere attı. Kadın paraya dokunmadan taş bir fincan içinde bazı maddeler hazırladı.

Karışım hazır olduğunda, gümüşün üzerine döktü. Hem paradan, hem de yılan adamdan bir tıslama geldi. Yeşil pullu pençe işaretler yapmaya başladı ve cadı, “O saçmalıklar yok, yılan. Sıcak topraklardan gelen büyün ancak okumamı eğriltmeye yarar,” diye terslendi. Ortadaki şekil cadıya başını sallayarak yılan adamı hafif bir dokunuş ve bir gülümsemeyle durdurdu. Cadı çatlak bir sesle, boğazı korkudan kuruyarak, “O zaman gerçeği söyleyin: Ne bilmek istiyorsunuz?” dedi. Artık kabarcıklanan yeşil bir çamurla kaplanmış, tıslayan gümüş parayı inceledi. “Zamanı geldi mi? Mukadder kılınanı şimdi yapacak mıyım?” Paradan parlak, yeşil bir alev sıçradı ve dans etti. Cadı alevin hareketlerini incelerken gözleri alevin içinde bir tek kendisinin sezebileceği bir şey görüyordu. Bir süre sonra, “Ateş Haçı’ndan gelen Kantaşları. Neysen, osun. Yapmak üzere doğduğun neyse… yap!” Son sözcük yarı çığlık şeklinde çıkmıştı. Cadının ifadesindeki bir şey beklenmedikti, zira moredhel, “Başka ne var, kocakarı?” dedi. “Rakipsiz değilsin, zira felaketin olan biri var. Tek başına durmuyorsun, çünkü ardında… anlamıyorum.

” Sesi cılız, belli belirsizdi. “Ne?” Moredhel bu defa gülümsememişti. “Bir şey… engin bir şey, uzak bir şey, kötü bir şey.” Moredhel durup düşündü; yılan adama dönerek alçak, ancak buyurgan bir sesle konuştu. “Git, o zaman, Cathos. Saklı hünerlerini kullanıp bu zayıflık merkezinin nerede yattığını öğren. Hasmımızın adını koy. Bul onu.” Yılan adam acemice eğilerek selam verdi ve ayaklarını sürüyerek mağaradan çıktı. Moredhel dilsiz yoldaşına dönüp, “Sancakları yükselt, generalim ve sadık klanları, Sar-Sargoth kulelerinin altında, Isbandia ovalarında topla. Kendime seçtiğim o sancağı en yükseğe kaldır ve herkes bilsin ki, mukadder kılınana başlıyoruz artık. Sen benim savaşustam olacaksın, Murad ve herkes senin kullarım arasında en âlisi olduğunu bilecek. Şan ve yücelik seni bekliyor artık. “Sonra, deli yılan aradığımızın kimliğini ortaya çıkardığında da, Kara Katilleri sal. Bırak ruhları bana ait olanlar, düşmanı arayarak hizmet etsinler bana.

Onu bul! Onu yok et! Git!” Dilsiz bir kez başıyla onayladıktan sonra mağaradan çıktı. Göğsünde işaret olan moredhel yüzünü cadıya döndü. “Öyleyse, insan süprüntüsü, devinenlerin hangi kara güçler olduğunu biliyor musun?” “Evet, yıkımın elçisi, biliyorum. Kara Hanım aşkına, biliyorum.” Moredhel güldü, soğuk, nükteden yoksun bir sesti bu. “Ben işareti taşıyorum,” dedi, göğsündeki, ateşin şavkında öfkeyle için için yanar gibi görünen, mor doğum izini işaret ederek. Bunun basit bir şekil bozukluğu değil, bir tür büyülü tılsım olduğu belliydi, zira uçuş halindeki bir ejderin kusursuz bir siluetini oluşturuyordu. Parmağını kaldırarak yukarıyı işaret etti. “Erk bende.” Havaya kaldırdığı parmağıyla dairesel bir hareket yaptı. “Ben önceden bilinenim. Alın yazısı benim.” Cadı ölümün onu kollarına almaya koştuğunu bilerek başını salladı. Birden ellerini havada deli gibi oynatarak bir büyü okumaya başladı. Mağarada bir güç toplaşımı tezahür etti ve geceyi tuhaf bir feryat doldurdu.

Önündeki savaşçı başını iki yana sallamakla yetindi. Cadı ona bir büyü, onu durduğu yerde kavurması gereken bir büyü yapmıştı. Ancak moredhel oradaydı, ona kötü bir gülümsemeyle bakıyordu. “Beni aciz güçlerinle sınamaya mı çalışıyorsun, görücü?” Kadın bir etki göremediğinden yavaşça gözlerini kapadı ve dimdik oturarak yazgısını bekledi. Moredhel parmağını ona doğrulttu ve ucundan gümüşi bir ışık huzmesi, çıkarak cadıya çarptı. Cadı ıstırap içinde bir çığlık attı, sonra da beyaz alevlere gömüldü. Bir an karanlık silueti cehennemi yerin içinde kıvrandı, derken alevler kayboldu. Moredhel yerdeki, bir bedenin ana hatlarını çizen küllere çabuk bir bakış attı. Derin bir kahkahayla cüppesini toparladı ve mağaradan çıktı. Dışarıda yoldaşları atını tutarak bekliyorlardı. Aşağıda, hâlâ küçük olan, ama büyümeye mahkum çetesinin kampını görebiliyordu. Atına bindi ve “Sar-Sargoth’a!” dedi. Dizginleri çekerek atını çevirdi ve dilsizle yılan rahibi peşine katıp tepenin yamacından inmeye başladı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir