Serhat Poyraz – Şehristan Rivayetleri

“Neden uyanıksın? Birinin uyumaması gerekiyor. Birinin nöbette beklemesi gerekiyor.” Franz Kafka, Geceleyin. Derler ki, ölümün bakışlarına müsadif olan ve hâlâ hayatlarını sürdürebilecek kadar talihli âdemoğulları, dünyevî olmayan o soğuk bakışların sahibi varlığın, fani ya da ruhani gözlerinde çoğu zaman merhametten iz bulunmadığına şahit olmuşlardır. Merhamet, ancak ihsan sahiplerine bahşedilmiş bir lütuftur. Bu haşiyede kendimle cebelleştiğim asıl sual şudur; her kim ki bir canı yaratıcısına döndürecek kadar gaddarlaşmıştır ve cezaya tabi olmamıştır, işte o âdemoğlunun, hayatın bir sonraki menzilinde dinmeyen bir azap ile cezalandırılacağını kim bilebilir? Meknûnî Zarafet ve mahviyet ile erbaplara ihtiram eyleyerek başlarım ki, anlatacağım mükeyyif hikâye uzun zaman önce vuku bulmuştur. Bu hikâyeye kimileri inanmış, kimileri ondan ürkmüş, kimileri de gülmekten ölmüştür. Nice tarihler yaşanmış, fakat Kostantiniye ve Kayseriye dışında türlü uğraşlara ve tavsiyelere rağmen Rumiye’nin fethi henüz gerçekleşmemişken, atsız arabaların devrinde adı İstanbul diye anılacak şehrin büyük ve gizli loncaları olduğu rivayet edilmiştir. Evveliyatı bilinmeyen loncaların endamını kelimât ile izah eden bir Kostantiniye âlimi ya da kâmili çıkmamıştır. Lakin bu loncaların hikâyeleri, mücadeleleri ve akıbetleri Kostantiniye’nin her köşesinde; neşeli bir meyhane masasında her an meye hevâperest bir sarhoş veya kıraathanelerde macera kitabı okuyarak gönülleri eğlendiren hayalperest kâtip ve hatip âdemoğlu tarafından söylenegelmiştir. Fasl-ı zaman yavaş yavaş devrederken; neşesiz, gri bulutlar ile kapanmış Kostantiniye göğünün ardında nihan olan ve birkaç gündür küçücük bir füruzanını bile altındakilerden esirgeyen o altın küreden artık iyice ümit kesilmiş, zaten gamlı olan cefakâr âdemoğullarını son derece elemnâk kılan günler gelmişti. Hazan mevsiminin son günlerinde artık uzun sürecek bir dinlenmeye çekilecek olan bu hayat küresi, o günlerde sanki uykusu gelmiş yorgun biri gibi sabırsız davranıyor ve hayat veren sıcak, parlak saçaklarını onun sayesinde yaşayan âlemin üzerinden çekip, kendisine muhtaç fani kullarını zalim ayazlara mahkûm etmeye hazırlanıyordu. Sandaldan henüz inmiş Agop, namı diğer Kara Agop, heybetli vücudunu hırçın denizde beşik gibi sallanan küçük sandala doğru çevirip sandalcıya birkaç kara kuruş attı, yavaşça kafasını kaldırıp yirmi dört pencereli geniş kubbesi ve yirmi dört revaklı avlusu ile önünde haşmetle dikilen, müminlerin gözlerine nişan olmuş Yeni Camii’nin üzerinden, kararmakta olan, namı gibi bulutlarla süslenmiş gökyüzüne baktı. O anda yara izleriyle bezenmiş, nursuz, esmer suratının ortasındaki hafif kemerli burnuna küçük bir yağmur damlası düştü. Yağmurun bereket olduğunu bile bile bu nimete beddua ederken, Eminönü’ndeki yedi cihana nam salmış aktarlarıyla ünlü baharat çarşısının yanındaki sokağın bağırışlarla dolu kalabalık bir köşesinde kim bilir hangi diyardan getirtilip köleler tarafından yisa mola istiflenen malların arasından geçmeye çalışıyordu.


Yağmurlu havaları hiçbir zaman sevmemişti, sevemeyecekti. Zira her yağmur yağdığında, şiddetli başağrısı onu saatler boyunca rahat bırakmıyordu. Kuzeyin soğuk diyarlarındaki birbirlerini kovalayan kurtlar gibi oynaşan kara bulutlara tekrar nefretle baktı, ardından dikkatini önünde olup bitene vererek sokaklarda süren keşmekeşin içine doğru yavaşça ilerledi. Pazarın telaşlı ve daracık mahalle araları hesaba katılmazsa Eminönü’nün geniş meydanı kalabalıktan nasibini alan son günlerini yaşıyordu, zira mevsim hazandan kışa geçtiğinde yedi iklim dört bucaktan gelen ticaret gemileri azalıyor, çoğu kış uykusuna yatmaya hazırlanan mahlûkatlar gibi limanlara dinlenmeye çekiliyordu. Kara Agop dikkatle pazarın her tarafını süzdü, dişini karıştırmak için ağzında tuttuğu ot parçasını iki yana taranmış sık bıyıklarının arasından çekti, bir kenara fırlattı ve ellerini ceplerine sokup cellât mezatından ucuza düşürdüğü kadife astarlı uzun kaftanının derinliklerine gömüldü. Önünde envai çeşit pazar tezgâhının kurulduğu iki katlı büyük bir ahşap binanın önünden geçerken durakladı ve köşede duran bir çocuğu uzun uzadıya izledi. Aslında günlerden beri buraya gidip geliyor, ilgisini çekmiş gözüken bu çocuğu da ilk defa görmüyordu. Çocuk daha eli yeni yeni kılıç tutacak, ama henüz se yek atamayacak yaşta, kendisi gibi siyah saçlı, henüz bıyıkları terlememiş, orta cüssede ve yırtık pırtık esvabından dilenci olduğu anlaşılan bir biçareydi. İlk bakışta tek bacaklı gibi gözüküyordu ki zaten dilenci loncasına bağlı bulunan –neredeyse– herkesin bedenlerinin bir uzvu eksikti. Kara Agop, çocuğun olduğu yere bir kez daha baktı, fark ettiği teferruatları her zaman eksiksiz bir biçimde belleğine nakşeden o şahinvari keskin gözleri ile etrafta çocuğu gizlice yoklayan, gözleyen bir ustası olup olmadığını kolaçan etti ve birden yönünü değiştirip dilenci çocuğa doğru yöneldi. Aklı ona bazı işaretler gösteriyordu, bunun için –ki garipçe bir davranıştı– kendi kendine teşekkür etti. Aklı olmasaydı ne yapardı? Ağır adımlarla çocuğun önüne geldi. Çocuk, vakit kaybetmeden dilenmek için ezberlediği sözleri içli ve yalvaran bir sesle ardı ardına, kendini acındırmayı umarak saymaya başladı. “Ah vah demeyesin, kızanlarınla dar gün görmeyesin, gün görüp murat edesin, yaşlılıkta mihnet çekmeyesin. Elin darlık, gözün kesenin dibini görmesin.

Üç gündür açım, Allah rızası için bir ta…” Evet, vakit uygun, dedi içinden ve çocuğun sözlerini bitirmesine izin vermeden konuştu. “Ne kadar süratli koşabilirsin veledizina?” Dilenci çocuk bu ani sual ile afallamıştı. “Açım,” diyebildi sadece ve eliyle bacağının eksikliğini gösterdi, zihni epeyce bulanmışa benziyordu. “Tamam velet, martavalı bırak. Ne kadar süratli koşabileceğini söyle bana.” Çocuk, soğuktan giysilerine sımsıkı sarılmış ama kendinden emin bir tavırla konuşan bu garip görünüşlü adamın yüzüne hâlâ alık alık bakıyordu. Ya onun ne söylemek istediğini pek kavrayamamıştı ya da anlamazlıktan gelmişti. Kara Agop, kafasını sağa sola çevirip etrafını kolaçan ettikten sonra elini çarçabuk çocuğun olmayan bacağının boşluğuna attı, pantolonun arkasından sıkıca bağlanmış ipi bulup ustalıkla çözdü ve gözlerini çocuğun gözlerine dikti. Biraz önce yerinde olmayan bacak, şimdi diğerinin yanında sapasağlam, rahatça salınıyordu. Agop dudaklarını ince bir çizgi oluşturacak şekilde gerdi. Dilenci çocuk tam kaçmak için hareketleniyordu ki, onu kolundan tutup durdurdu. Diğer elini de cebinden çıkardığında, avucunun içinde sonbaharın loş ışığında parlayan birkaç altın para vardı. Çocuk, sarı renkli parlak madeni görünce yatışmış, hatta altınların büyüsüne kapılarak sakince Kara Agop’un suratını izlemeye koyulmuştu. Adamın suratındaki yara izi onu oldukça rahatsız ediyor gibiydi. “O altunî benim mi?” Agop etrafına baktı.

Başını çocuğun başına yaklaştırdı. “Senin olabilir. Ama hâlâ sualimi yanıtlamadın.” Çocuk bir süredir bağlı kalmaktan dolayı uyuşmuş olan bacağını ovdu. “Of! Bilmiyorum ama senden süratli koşacağım kesin,” dedi ve sırıttı. Sırıtırken, beyaz dişleri bilerek kirletilmiş yüzünün ortasında gece bulutların arasından çıkan hilâl gibi parlıyordu. “Âlâ,” diyerek gergin kaslarını rahatlattı Kara Agop ve çocuğun omzundan tutup yanına çekerek pazarın içine doğru yürümeye başladı. Önünde durdukları binanın köşesinden dönüp karşılıklı sıralanmış uzun bir tezgâh dizisi arasına girdiler. “Eğer söylediğim şekilde koşarsan bu altınlardan biri senin olabilir. Adın ne senin?” “Yavuz Ali ama bizimkiler aralarında Horoz Ali derler.” Çocuğun parlak gözleri hâlâ altınlardaydı. “Sadece koşacak mıyım?” “Evet, Yavuz Ali,” dedi Kara Agop, birilerinin onları izleyip izlemediğini incelerken. “Sadece omzunu sıkıp sana işaret verdiğimde olanca hızınla bu yolun sonuna dek koşup ortalıktan kaybolacaksın,” dedi. Griye çalan iki küçük şüpheci göz hâlâ etrafı tarıyordu. “Mutabık mıyız?” Çocuk, Kara Agop’un soğuk, gri gözlerine baktı, ardından bakışları adamın elinde tuttuğu esedî altına kaydı.

Bugünlerde bunun gibi bir şerifî, şahî veya sultanî altını bile insanı haftalarca idare edebilirdi. Zira dilenciler için altın, Kostantiniye’de pek de kolay elde edilebilen bir şey değildi. “Sadece koşacaksam hayhay!” Kara Agop çocuğu duymamıştı adeta. Gözlerini kısmış, kalabalık arasından birini seçmeye çalışıyor gibiydi. Bakışlarını kaydırmadan çocuğa cevap verdi: “Sus ve sadece önüne bak. Sana söylediğim gibi, var gücünle koşacaksın.” Sesi adeta tehditkârdı. Aynı anda içindeki ona yol gösterdiğine inandığı ses de fısıldadı. Şimdi zamanı zaferyâb Agop! Yürü, talihin seninle! Agop gözlerini kapadı, derin bir nefes çekti. Ardından yeni saptıkları yolun tam ortasına ilerledi. Üstten aşırtmalı beyaz…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir