Clive Cussler – Dirk Pitt #12 – İnka Altını

Milattan Sonra 1533 Unutulmuş bir Deniz GÜNEYDEN geldiler. Sabah güneşiyle birlikte. Pırıl pırıl denizin üzerinde ilerlerken, göllerdeki seraplar gibi titrek bir görünüm yansıtıyorlardı. Sallardan oluşan filonun dikdörtgen biçiminde kesilmiş, pamuklu kumaştan yelkenleri, koyu mavi ama sakin gökyüzünün altında cansızdı. Tayfalar küreklerini esrarlı bir sessizlik içinde suya daldırıp çıkarırken hiçbir komut duyulmuyordu. Tepede bir atmaca dönüp yükseliyor, sanki dümencileri iç denizin orta yerinden fışkırmış gibi görünen çıplak adaya doğru yönlendiriyordu. Sallar birbirine tutturulmuş kamış demetlerinden yapılmış, uçları yukarıya doğru kıvrılmıştı. Bu demetlerin altı tanesi bir sal oluşturmuş, sonra kenarlar ve kirişler bambuyla sağlamlaştırılmıştı. Yükselen burun ve kıç, köpek başlı yılan biçimindeydi. Aydedeye uluyormuş gibi kalkık duran başta, çene hafif aralıktı. Filonun komutanı olan kişi, en öndeki salın sivri burnuna konmuş taht gibi bir sandalyede oturmaktaydı. Pamuklu bir tunik giymişti. Üzerinde turkuaz pullar işliydi. Sırtına renk renk işlemeli bir pelerin atmıştı. Başını tüylü bir miğfer, yüzünü de altın bir mask örtüyordu.


Kulaklarındaki çeşitli süsler, boynundaki kocaman gerdanlık, kollarının yukarılarına kadar çıkan bilezikler, güneşin altında sarı sarı parlıyordu. Pabuçları bile altından yapılıp biçimlendirilmişti. Bu görünümü daha da şaşırtıcı kılan şey, tayfaların süsünün de ondan pek geri kalmayışıydı. Denizin çevresine yayılmış verimli topraklarda yaşayan yerli toplum, bu yabancı filo kendi sularına girerken korku ve dehşet içinde bakıyorlardı. Ülkelerini bu işgalcilere karşı korumak gibi herhangi bir girişimde bulunmadılar. Basit insanlardı bunlar. Avlanır, tuzakla tavşan yakalar, balık tutar, tohumlu bitkilerle fıstık türü ürünler toplarlardı. Çok eski bir kültürleri vardı. Doğuda ve güneyde yaygın imparatorluklar kurmaya kalkan komşularına benzemezlerdi. Tanrılara koca koca tapınaklar dikmeden, sessizce yaşar ve ölürlerdi. Şu anda da suların üzerinde sergilenen o zenginlik ve güç gösterisini hayranlıkla izlemekteydiler. Gelen filoyu, ruhlar dünyasından çıkma savaşçı tanrıların, bir mucize sonucu görünür hale dönüşmesi olarak yorumlamışlardı. Esrarengiz yabancılar kıyılara biriken insanlara hiç aldırış etmeden, çala kürek kendi hedeflerine doğru ilerlediler. Kutsal bir görevleri vardı onların. Akıllarını dağıtabilecek şeyleri görmezden geliyorlardı.

Teknelerini çok kararlı biçimde yönlendiriyorlardı. Kıyıdaki seyircilerine bakmak için bir tanesinin bile başı yana dönmedi. Deniz yüzünden 200 metre yükselen, üzeri kaya dolu, dağa benzer adacığa doğru gitmekteydiler. Boştu o ada. Üzerinde pek bitki de yoktu. Kıyıda yaşayan insanlar orayı “ölü dev” diye bilirlerdi, çünkü alçak dağın doruğu, uykuya yatmış bir kadının vücudunu hatırlatacak biçimdeydi. Güneş de ona garip bir ışık vererek katkıda bulunuyordu. Çok geçmeden süslü tayfalar teknelerini adanın ufacık kumsalında karaya oturttular. Çakıllı bir kumsaldı, arkası da dar bir boğaza doğru giriyordu. Doğaüstü hayvanların koca koca figürleriyle süslü yelkenler indirildi. Bu simgeler de seyreden yerlilerin o sessiz korkusunu ve saygısını beslemekteydi. Yabancılar kamıştan örülen sepetleri, seramik küpleri teknelerden kumsala indirmeye koyuldular.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir