David Gibbins – Son Ahit

Bu çalışma bir kurgudur. İsimler, karakterler, kurumlar, mekânlar ve olaylar tamamen yazarın hayal ürünüdür. Gerçek olarak algılanmamalıdır. Gerçek ya da kurgu herhangi bir olayla, mekânla, kurum ya da ölü veya hayattaki kişilerle bir benzerliği varsa tümüyle rastlantıdır. Romanın dayandığı gerçekler ise, yazarın kitabın sonuna eklediği bölümde tartışılmaktadır. … O, yeryüzünün en güzel yerlerini mahveden bir felaketle, tüm kentlerin ve halklarının paylaştığı ve adını sonsuza kadar yaşatabilecek olan bir kaderin kurbanı olmuştu ve bizzat kendisi kalıcı değerde bir sürü kitap yazmıştı: insan sürekli yazmış olabilir fakat yine de kendini ebedileştiremeyebilirdi. Benim görüşüme göre, talihli kişi, ya tanrıların yazmaya değecek bir şey başarma gücü ya da okumaya değer bir şey yazma yeteneği bahşettiği kişidir ve en talihli olan da her ikisini birden yapabilendir. Yaşlı adam uçurumun kenarına doğru aksak adımlarla ilerlerken, azat ettiği kölesi de kolundan sıkıca tutmuş düşmesini engelliyordu. O gece kırmızı bir dolunay vardı. Kraterden dumanlar yükselirken, Vulcan’ın alevleri sanki ölülerin dünyasını yaşayanlarınkinden ayıran o incecik sınırı yakıyormuş gibi parlıyordu. Yaşlı adam aşağıya bakınca, sıcaklık yüzünü yalayarak geçti ve dudaklarında o keskin sülfür tadını hissetti. Hep atlayacakmış gibi oluyor, ama hep vazgeçiyordu. Virgil’in sözlerini ve buraya gelirken yolda gördükleri mezara yazılmış olan şiiri hatırladı. Facilis descensus Avemo.


Yeraltı dünyasına inmek kolaydı, ama oradan çıkmak o kadar kolay olmuyordu. Geri döndü ve yüzünü gizlemek için kukuletasını başına geçirdi. Arkalarındaki Vezüv’ün karanlık kütlesi körfezin üstünde heyula gibi dimdik duruyordu. Dağın eteklerinde nöbetçi gibi yan yana duran Herculaneum ve Pompei kasabaları vardı. Toprağın sarsıntıyla yarılıp, keskin sülfür kokusunun adeta dayanılmaz hale geldiği, dumanlara fazla yakın uçan kuşların ölüp çevreye yayıldığı gecelerde, Vezüv’ün muazzam gövdesi insana güven veriyordu. Ve gelip, ağzı açık, aval aval bu manzaraya bakan ama asla daha ileri gitmeyen ve her an avlarının üstüne atlamaya hazır vaziyette sinsi sinsi dolanan felaket habercileri, deliler ve şarlatanlar da buradan hiç eksik olmazlardı. Şimdi de onlardan biri, saçı başı darmadağınık bir Grek, yanlarındaki sunağın üstüne çıkmış, ellerini niyaz edercesine açmış ve yana yakıla büyük veba salgınından, Roma’nın yanacağından, gökyüzünden kan yağacağından, Vezüv’ün aşağısındaki toprakların alevler içinde kalacağından söz ediyordu. Azat edilmiş köle, dilenciyi kabaca kenara itti ve yaşlı, adam kızgınlıkla söylendi. Burası, tanrıların arzularını anlamak için kehanete ihtiyaç duyulacak türden bir yer değildi. Birkaç dakika sonra, sadece sakatlarla lanetlilerin bildiği ve yaşlı adamın, seksen yıldan uzun bir zaman önce çocukken getirildiği bir kaya çatlağından içeri süzüldüler. Yaşlı adam burada durmuş ağlayıp titrerken, başı da hıçkırıklarla seğiriyordu ve yaşadığı dehşeti hâlâ hatırlıyordu. Tedavi olamayacaktı belki ama onu getirenler yaşlı adamı teselli etmişler ve bu da ona kendisini bir daha Roma’da görmek istemeyenlere meydan okuma cesaretini vermişti. Aslında şimdi bile o korkudan kurtulamıyordu, ama adını söyleyerek kendi kendini güçlendiriyordu. Tiberius Claudius Drusus Nero Germanicus. Kim olduğunu hatırla… Niye burada olduğunu hatırla…

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir