Vladimir Arsenyev – Dersu Uzala

20’nci yüzyılın başlarında, harita çizmekle görevli bir Rus Subayı, Rusya’nın uzak doğusundaki ormanlarda avcılık yapan Dersu Uzala ile tanışır. Medeniyetten uzakta kalmış bu bilge adamı rehberlik yapması için yanlarına alır. Çoğu zaman birliğin hayatını bile kurtaran Dersu Uzala, tecrübesi ve önsezisi ile Rus Subayını kendine hayran bırakır. Rus birliği bu bilge adamdan çok şey öğrenecek, onun cesur yüreği ve zekası karşısında hayrete düşecektir. GECE ZİYARETÇİSİ 1902 senesinde, altı SibiryalI piyade eriyle, dört de yük beygirini, Shkotovo Köyü yakınlarında Ussuri Körfezi’ne dökülen Tsimuho’dan yukarı çıkardım. Amacımız, dört nehrin -Tsimu, Daubi, Mai ve Lefu- kaynağının Tatianshan’daki geçitleri ve Hanka Gölü’yle Ussuri Demiryolu civarındaki patikaları keşfetmekti. Shkotovo, Tsimuho’nun ağzının sağ kıyısında, Çinlilere ait ve camlı küçük bir penceresi olan bir av kulübesi yüzünden yerli halkın “Sırça Vadi” olarak adlandırdığı bir vadide kuruludur. En yakın cam fabrikası binlerce kilometre uzakta olduğu için, Ussuri çevresindeki bu ormanlık bölgede cam nadir bulunan bir şeydi. Öyle ki, alışveriş amaçlı kullanılır hale gelmişti. Boş bir şişeyle, hatırı sayılır miktarda un, tuz, akdarı, hatta kürk bile almak mümkündü. Düşmanlar eski hesaplarım birbirlerinin cam eşyalarını kırarak kapatırdı. Bu koşullar altında fanzanın 1 penceresindeki camın, oraya ilk yerleşenlerin dikkatini kulübeyi, nehri ve bütün bölgeyi onun adıyla anacak kadar çekmiş olması, hiç şaşırtıcı değil. Shtkotovo’dan erkenden yola çıktık ve aynı gün Sırça Vadi’ye vardık. Dağınık meşe ağaçlan dağların yüksek bölgelerinde yerlerini çoğunlukla sedir ağaçlarının hâkim olduğu sık ormanlara bırakıyorlardı. Çinli avcıların ve şifalı ot toplayıcılarının açmış olduğu dar patikayı takip ettik.


Uzun süredir kullanılmayan patika, kapanmaya yüz tutmuştu, otlardan oluşan bir halı tarafından gözlerden gizleniyor, bir sürü yerde de devrilmiş ağaçlarla kesintiye uğruyordu. Aradan çok geçmeden patikayı hepten yitirince, istediğimiz yöne giden hayvan yollarını takip etmeye başladık ama çoğunlukla el değmemiş ormanda kendimize yol açarak ilerliyorduk. Üçüncü gün, akşam olmadan Tatianshan’a ulaştık. Her zamanki gibi, çadırlarımızı kurma ve ateş için çalı çırpı toplama işini gün ışığında halledebilmemiz için günlük yürüyüşümüz erken bitirdim. Adamlar kampı kurarken, ben de yakın çevrede keşfe çıktım. Bu türden gezintilerde, harika bir ahbap ve iyi bir avcı olan Policarp Olentyev bana eşlik ederdi. Güneş ufuk çizgisinin altına inerek batarken, ışınlan dağ zirvelerinde uzun uzun oyalandı ama karanlık gölgeler vadileri çoktan perdelemişti. Ağaçlar, soluk gökyüzünün önünde sarımsı yapraklarla süslü tepeleriyle cesurca yükseliyorlardı. Havada, kuşların ve böceklerin duruşunda, çimenlerin solgunluğunda bir sonbahar kokusu vardı. Alçak bir yardan inerek yan taraftaki sık orman tabakasıyla kaplı, bir dağ akarsuyunun yatağıyla ikiye bölünen vadiye ulaştık. Burada birbirimizden ayrıldık. Ben çakıllı su yatağını takip ederek sola döndüm, Olentyev sağa doğru gitti. Aradan iki dakika bile geçmemişti ki, bir silah sesi duyuldu, döndüm, kıvrak ve alacalı bir şeyin havada uçup gözden kaybolduğunu gördüm. Olentyev aceleyle silahını yeniden dolduruyordu ama şaıjör sıkıştı kaldı, yuvasına oturmadı. Yanına koştum.

“Neydi o?” “Kaplandı gördüğüm kadarıyla,” diye cevap verdi. “Şu ağacın üstünde. Galiba vurdum.” Sıkışmış şaıjörü sonunda çıkaran Olentyev silahını doldurdu; ikimiz birlikte vahşi hayvanın saklandığı yere doğru dikkatle ilerledik. Kuru otlar üzerindeki kan izleri, hayvanın gerçekten de vurulduğunu gösteriyordu. Olentyev aniden olduğu yerde durup dikkatle dinlemeye başladı. Sağ tarafımızdan bir homurtu geldi ama sık çalılar görüşümüzü engelliyordu. Yolumuzun üstünde, devrilmiş bir ağacın kalın gövdesi yatıyordu. Olentyev kütüğe tırmanmak üzereydi ki, onun ne yapacağını tahmin eden yaralı hayvan saklandığı yerden çıkıp apar topar ağaca doğru atıldı. Avcı, çok kısa mesafeden ateş etti, öyle ki tüfeğini omzuna kadar bile kaldırmadı. Çok iyi bir sonuç aldı. Kurşun, hayvanın kafasına saplandı; hayvan başı ve ön ayakları bir tarafta, arka ayakları diğer tarafta olmak üzere kütüğün üstüne düştü, birkaç defa sarsıldı, toprağı ısırdı. Vücudu yavaşça öne doğru kaydı, sonra da büyük bir gümbürtüyle avcının ayaklan dibine serildi. Bölgede pars olarak adlandırılan bir Mançurya panteriydi. Kedi ailesinin muhteşem bir üyesi.

Burnunun ucundan kuyruğunun başlangıç noktasına kadar bir metre kırk santim uzunluğundaydı. Yan taraflarında ve sırtında pas rengi, kamında beyaz olan kürkü, bir kaplanın çizgileri gibi sıralar halinde dizilmiş, yanlarda, patilerde ve kafada küçük ve belirgin, boyunda, sırtta ve kuyruktaysa büyük ve halka biçimli siyah beneklerle kaplıydı. Panter, Ussuri Bölgesi’nin güneyinde bulunur ve benekli geyikler, karacalar ve köylülerle beslenir. Becerikli ve ihtiyatlı bir hayvandır, bıraktığı izlerin aksi yönünü gösteren bir ağaç dalında yaprakların arasına girerek insanlardan saklanır ve böylece avcının bakış açısıyla aynı hizada olur. Karşıdan bakılınca, yan taraftan bakıldığından daha az dikkat çektiğinin bilincinde olarak, dala boylu boyunca uzanır, başını patilerine dayayıp hiç kıpırdamadan yatar. Panterin derisini yüzmek bir saatten fazla vaktimizi aldı, kampa dönüş yoluna koyulduğumuzda ortalık kararmaya başlamıştı. Çadırların ışıklarını görene kadar epeyce yürümemiz gerekti. Kısa süre sonra, ağaçların arasında gidip gelen, kamp ateşiyle bizim aramızda mekik dokuyan adamları da seçtik. Köpekler bizi coşkuyla karşıladılar, askerler de ganimetimizin etrafında toplanıp şaşkınlık ve hayranlıklarını dile getirdiler. Ertesi gün yolumuza devam ettik. Rotamız, rüzgârın devirdiği ağaçlarla dolu bölgelerden geçiyor, bu da ilerlememizi bayağı yavaşlatıyordu. Saat dört civarında, bir zirveye ulaştık. Küçük grubumuzu geride bırakarak zirvenin öbür tarafına geçtim. Gördüklerim, şüphelerimi anında dağıttı. Kubbe biçimli dağ, aradığımız yerdi.

Ekibimin yanında döndüğümde, güneş ufka doğru alçalmıştı. Çabuk hareket etmek ve su bulmak zorundaydık. Hem adamlar, hem de atlar susuzluk çekiyordu. Önce yumuşak olan iniş, gitgide dikleşti. Atlar sağrılarının üzerinde kaydılar, yükleri öne doğru kaykıldı, bağlı olmasaydılar hayvanların başının üstünden aşıp yere düşeceklerdi. Devrilmiş ağaç sayısının çokluğu düşünülünce hiç de kolay olmayan bir şekilde zikzaklar çizerek indik aşağı. Dağın eteğindeki bölge tamamen vahşiydi. Yerinden sökülmüş ağaçlarla tıka basa dolu derin çukurlarla yosun kaplı kayalıklar, çarpıcı bir Walpurgis 2 etkisi yaratıyordu. Daha ıssız ve daha düşmanca bir yer, hayatımda görmemiştim. Dağlar ve ormanlar, bazen neşeli ve çekici görünürler, o zaman insan onlardan hiç ayrılmak istemez. Başka zamanlarda ise, can sıkıcı ve kasvetlidirler. Ne tuhaftır ki, bu izlenimler asla tek bir kişiye özgü olmaz, herkes tarafından paylaşılırlar. Durum o anda da böyleydi. Üstümüzde hasta edici, korkutucu, iğrenç bir kasvet havası vardı ve hepimiz bundan fena halde etkilenmiştik. “Neyse,” diye mırıldandı adamlar.

“Bir gecelik. Yarın daha iç açıcı bir yer buluruz.” Orası benim de hoşuma gitmemişti ama başka seçeneğimiz yoktu. Güneş batmak üzereydi. Kayalığın dibinde bir dere çağıldıyordu. Derenin kıyısında bir yer seçip adamlarıma çadırları kurmaları için emir verdim. Balta ve insan sesleri, ormanın ezici sessizliğini anında paramparça etti. Adamlar çalı çırpı topladılar, atların eyerlerini çözdüler. Biz yemeğimizi yedik ama yük taşıyan hayvanlarımız taşlarla ve çıplak kütüklerle dolu bu vahşi yerde aç kaldılar. Bunu ertesi gün Çinli köylülerin kulübelerine rastladığımız takdirde telâfi etmeyi düşünüyorduk. Taygada her zaman olduğu gibi alacakaranlık erken çöktü. Gecenin gölgeleri yere inmiş ve dünyaya yerleşmişken, Batı yönünde sık ağaçların arasından soluk gökyüzü parçaları hâlâ görülebiliyordu. Ateşimizin alevleri neşeyle parlayarak, yakı-nınımızdaki çalılıklarla ağaçlan aydınlatıyordu. Kampımız yavaş yavaş sessizliğe büründü. Çay da içildikten sonra adamlar tüfekleriyle, eyerleriyle ve üstleriyle başlarıyla ilgilenmeye başladılar.

Yürüyüşlerde yama ve tamir işi her zaman çok olur. İşlerini bitirdikten sonra uykuya çekildiler. Paltolarına sannmış olarak, birbirlerine yakın yatıyorlardı, hepsi derin uykudaydı. Atlar ormanda yiyecek bulamayarak, başlan önde kampa dönüp ayakta uykuya dalmışlardı. Sadece Olentyev’le ben uyanıktık. Olentyev çizmelerini onanyor, ben de günlüğüme notlar alıyordum. Saat on civarında, koyun postu paltoma sarınıp ateşin yakınında bir yere kıvrıldım. Altında kamp kurmuş olduğumuz yaşlı köknar ağacının dalları, ateşimizden dumanla birlikte yükselen sıcakta dalgalanıyor, yıldızlarla beneklenmiş siyah gökyüzünü bir gözlerden saklıyor, bir ortaya çıkarıyordu. Ağaçlar, bitmek bilmeyen sütunlardan oluşan sıralar halinde ormanın kalbine doğru uzanıyor, gecenin karanlığıyla karışıp belirsizleşiyorlardı. Birdenbire, atlar başlarını kaldırıp kulaklarını diktiler, sonra gevşeyip uykularına döndüler. Önce duruma dikkat etmeden konuşmayı sürdürdük. Birkaç dakika geçti. Olent-yev’e bir soru sordum, cevap alamayınca dönüp baktım. Elini gözlerini ateşin ışığına karşı perdelemek için kaldırmış olarak ayaklanmış, karanlığa bakıyordu. “Ne oldu?” diye sordum.

“Dağın yan tarafından aşağı inen biri var,” diye fısıldadı. Etrafımızdaki mutlak, soğuk bir sonbahar gecesi bir ormana hâkim olan cinsten sessizlik, birdenbire yukarıdan yağmur gibi yağan çakıllar yüzünden bozuldu. Olentyev, “Ayı bu,” diye soluyarak tüfeğini kaptı. Karanlıktan, “Ateş etme! Ayı yok! ” diye bir ses geldi, bir-iki dakika içinde de bir adam, gölgelerden çıkarak ateşimizin ışığına adım attı. Geyik derisi bir ceket ve pantolon giymişti. Başını, bir çeşit saç bandı süslüyordu. Ayaklarına untalar 3 geçirmişti, büyük bir sırt çantası, eski moda kırma bir tüfek, bir de elde yapılmış saçma torbası taşıyordu. “Merhaba yüzbaşı,” dedi bana dönerek. Tüfeğini bir ağaca dayadı, sırt çantasını omzundan indirip ateşin yanma çömelerek, alnındaki teri gömleğinin koluyla kuruladı. Kırk beş yaşlarında, orta boylu, sağlam yapılı bir adamdı, görünüşünden gücünün kuvvetinin yerinde olduğu anlaşılıyordu. Güneş yanığı yüzü tipik yerli özelliklerini taşyordu, elmacık kemikleri belirgin, burnu küçük, gözleri Moğol biçimli, sağlam dişlerle dolu ağzı büyüktü. Kestane rengi ince favorileri üst dudağının yanlarına kadar uzanıyor, küçük, kızılımsı bir sakal çenesini saklıyordu. En dikkat çekici yanı gözleriydi. Koyu gri, sakin, dürüst, iyi huylu ve bir şekilde saf gözlerdi bunlar, ama aynı zamanda da kararlı bir gücün belirtilerini taşıyorlardı. Yabancı, biz onu tepeden tırnağa incelerken alçakgönüllülükle başka tarafa baktı.

Bir tütün kesesi çıkarıp piposunu doldurarak yaktı. Adamı sorguya çekmemek için kendimi tutarak, ona yemek teklif ettim. Tayganın âdetleri böyleydi. “Sağolasın, yüzbaşım,” dedi. “Açım. Bütün gün bir şey yemedim.” Adam yerken, ben de onu incelemeye devam ettim. Belli ki avcıydı; kaba elleri yara izleriyle doluydu. Yüzünde de, daha derin olmak üzere benzer izler vardı, biri alnında, öteki de yanağının kulağa yakın kısmında. Yabancı saç bandını çıkardı, karışık, gür sarı saçları ortaya çıktı. Pek konuşmayan bir adamdı. Sabırlı davranmak doğasında olmayan Olentyev, artık bu sessizliğe dayanamayarak, “Koreli misin yoksa Çinli mi?” diye sordu. “Nani’yim4 ,” dedi adam kısaca. “Avcı mısın?” diye sordum. “Evet,” dedi.

“Avcıyım ya. Başka iş bilmem. Yalnız avcılık.” “Evin nerede?” diye devam etti Olentyev. “Evim yok. Hep dağda yaşar. Ateş yakar, çadır kurar, uyur. Avcının evi olmaz.” Sonra bize bütün gün geyik peşinde koştuğunu, dişi bir geyiği yaraladığını ama bunu ancak hafifçe yapabildiğini anlattı. Yaralı geyiği takip ederken, bizim izlerimize rastlamıştı, o sayede de bu küçük vadiye ulaşmıştı işte. Alacakaranlıktan sonra ateşimizi görüp yanımıza gelmişti. “Sessizce geldim,” dedi. “Dağlarda nasıl insanlarla karşılaşacağın hiç belli olmaz. Sonra yüzbaşıyla askerleri gördüm, korkmaya gerek olmadığını anladım.” “Adın ne?” diye sordum yabancıya.

“Dersu Uzala,” diye cevap verdi. Adam beni büyülemişti. Alışılmadık bir havası vardı. Basit cümlelerle, alçak sesle konuşuyordu, davranışları alçakgönüllü ve çekingenceydi ama yaltaklanır tavırları yoktu. Sohbetimiz akıp gitti. Bana kendinden bahsetti, konuştukça da daha hoşlanılabilir bir insan haline geldi. Hayatını taygada geçirmiş, ilkel bir avcı. Hayatım tüfeğiyle kazanıyor, ele geçirdiği avlan tütün, kurşun ve barut karşılığında Çinlilerle değiş tokuş ediyordu. Acayip tüfeğini babasından miras almıştı. Elli üç yaşında olduğunu, hayatında hiç evi olmadığını, hep açık havada yaşadığını, kış aylarında huş ağacı kabuklarından kendisine bir yurt yaptığını söyledi. İlk çocukluk günlerinin anılan, bir nehir kenarına, ilkel bir avcı kulübesine, annesiyle babasına ve kız kardeşine kadar uzanıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir