Georges Simenon – Hâkimin Evi

56, 57, 58… diye sayıyordu Maigret. Aslında saymak istemiyordu. Kendiliğinden oluyordu. Kafasının içi bomboş, gözkapakları taş gibi. – 61, 62… Dışarıya bir göz attı. Cafe Français’nin camekânının alt tarafı buzlu camdandı, üst kısımdan meydanın çıplak ağaçlan ve yağmur görülüyordu, hep yağmur… – 83, 84… Ayaktaydı, elinde bilardo sopası, duvarları kaplayan tüm aynalarda kendini görüyordu. Ve Le Flem, Cafe Français’nin patronu, sıktığı çenesini açmadan, rahat bir tavırla, sanki çok doğalmış gibi serisini sürdürüyordu. Yeşil çuhanın bir o yanına bir bu yanına geçiyor, eğiliyor, doğruluyor, dalgın bakışlarla topları izliyordu. – 122, 123… Salon epey genişti. Pencerenin yanında orta yaşlı bir hizmetçi dikiş dikiyordu. Hepsi bu. Yalnızca üçü! Bir de sobanın yanında oturan kedi! Ve saat daha ancak üç! Ve günlerden de daha Ocağın 13’ü! Maigret kasanın arkasındaki duvarda asılı takvimden okuyordu bunu. Ve üç aydır bu böyle sürüp gidiyordu. Ve… Kimseye yakınmamıştı. Madam Maigret bile onun neden gözden düştüğünü ve merkez komiseri olarak Luçon’a atandığını anlayamamıştı.


Bunlar başkalarını ilgilendirmeyen, mesleğin cilvelerindendi. Madam Maigret de oradaydı, bir piyano satıcısının üstündeki daireyi kiralamışlar, hatta ev sahibesiyle takışmışlardı bile… Çünkü… Neyse! – Kaç puana gidiyoruz? diye sordu Le Flem, ne zaman duracağını bilmek istiyordu. – 150… Maigret usuldan piposunu çekiştiriyordu. Haydi! 147, 148, 149, 150!… Toplar masada dondu kaldı, beyazlar pis bir san, kırmızılar ölgün bir pembe. Sopalar yerine kondu. Le Flem fıçıdan iki bira doldurdu, tahta bıçakla köpüklerini sildi. – Sağlığınıza… Daha başka ne konuşabilirlerdi? – Hâlâ yağıyor… Maigret pardösüsünü giydi, melon şapkasını iyice kafasına geçirip önünü indirdi, birkaç dakika sonra elleri ceplerinde, yağmur altında küçük kentin sokaklarında yürümeye başlamıştı. Daha sonra, duvarları resmi bildirilerle dolu küçük çalışma odasına girdi. Müfettiş Mejat’nın kullandığı briyantin nedeniyle burnu karıncalandı, meretin on piponun boğamayacağı pis bir kokusu vardı. Buruşuk suratlı, başı boneli küçük bir kocakarı bir sandalyede oturmuş, önünde tuttuğu koca şemsiyenin sularının süzülüşünü izliyordu. Yerde uzunca bir su birikintisi belirmişti, sanki köpek işemiş gibi. – Bu ne? diye homurdandı Maigret, tahta parmaklıktan geçip, emrindeki tek polis müfettişine doğru eğilerek. – Size gelmiş. Sadece sizinle konuşmak istiyor. – Ne demek sadece benimle? Adımı mı verdi? – Komiser Maigret’yi istedi.

İhtiyar kendinden söz edildiğini anlamış olacak ki bilmiş bir tavırla ağzını büzmüştü. Maigret, âdeti üzere, pardösüsünü çıkarmadan masasının üzerindeki evrakları karıştırmaya koyulmuştu; hep aynı gündelik işler, gözaltında tutulması gereken bazı Polonyalılar, kimlik kartları yok, oturma izinleri yok…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir