Mehmet Açar – Siyah Hatıralar Denizi

“Gidemeyeceğimiz yer yok. O inanışla, özgüvenle dopdolu, yola çıktık başka dünyalara. Peki ne yapacaktık o dünyalarla? Ya biz onların efendisi olacaktık ya da onlar bizim: Yetmezlik içindeki zihinlerimizde tek düşünce buydu!” Stanislaw LEM, Solaris Yeşil hiç bitmeyecekmiş gibi ufuk çizgisine uzanıyor, beyaz bulutlar üstümüzden akıp gidiyor, babam ağaçlara bakıyor ve bana doğru dönüp “Bak, haziran kırmızısı,” diyordu… Uyandım. Gecenin karanlığında, o tatlı ve ağır tıkırtının verdiği huzurla yerimden doğruldum. Kuzeydenizi’ne doğru ilerleyen bir trendeydim. Taşradaki köy evimizin bahçesinde geçen, dünyanın henüz kendine mağlup olmadığı, benim hiç bilmediğim o uzak, güzel çağlara ait bir rüya görmüştüm… Peki ama babamın yıllar önce yazdığı o mısra nereden takılmıştı aklıma? “Gecenin Oğlu” şiirinin son üç sözcüğü: “Bak, haziran kırmızısı…” Güney Fransa’daki taşra evinde geçen çocukluğum, babam, annem, dedem, büyükannem şimdi ne kadar uzaktılar? İki gündür yoldaydım. Kül rengi bir trenin içinde soğuk kuzeye, Nordzest kentine gidiyordum; cebimde İçişleri Bakanlığı Özel Servis kimlik kartı ve gri renkli bir dosyayla… İki gün önce sabahın beşinde kapıma bir görevli gönderip beni acilen kuzeye giden sabah trenine yetiştirmişler, elime de ince bir dosya tutuşturmuşlardı. Servis şefim istasyonda beni bekliyordu. Trene bindirip kompartımanıma kadar eşlik ederken, görevimi kısaca özetlemişti. Görev yerim Nordzest’te, Kuzeydenizi’nin kıyısında Birleşik Federasyonlar Parlamentosu’nun bütçesiyle çalışan bir bilim merkezindeydi. Adını birkaç kez duymuştum. Oraya Soğuk İstasyon denir ve gizli araştırmalar için kullanıldığı söylenirdi. Şefim son bir ay içinde bilim merkezinden iki intihar olayı rapor edildiğini söylüyordu. Raporlar temizdi ve şüphelenilecek bir şey yoktu. Kaldı ki, içinde yaşadığımız dünyada intihar ederek ölenlerin sayısı eceliyle ölenlerden belki daha bile fazlaydı.


Üstelik bu iki intihar, Nordzest gibi yılın altı ayını karanlıkta geçiren bir şehirde gerçekleşmişti. “Sonuçta her şey normal gözüküyor ama yine de,” demişti şefim içini çekerek. “Bilirsin orası Soğuk İstasyon, hassas bir yerdir.” Aslında “orası” ve “hassasiyeti” hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Fakat bana anlatacak vakti de yoktu. Omzumu sıvazlayıp küçük kompartımanımda beni yalnız bırakmadan önce gülümseyerek, “Bilimsel olarak açıklayamadığımız vakaları araştırıyorlar. Esrarengiz konular yani. Tam sana göre bir macera,” demekle yetinmişti. Beni oraya göndererek sanki iyilik yapıyormuş gibi bir hali vardı. Sonra hemen indi trenden. Dosyada Nordzest’e gider gitmez yapacağım her şey yazıyordu. Kalacağım otel, zor durumlarda aramam gereken telefon numarası, kullanacağım şifre ve Nordzest gizli servisinden bağlantı kuracağım kişinin adı. Belli ki her şeyi bana bu kişi anlatacaktı… Benden istenen, Birleşik Federasyonlar Ennoia Bilim ve Araştırma Merkezi’ndeki iki intihar vakasıyla ilgili kapsamlı bir rapordu. Dosyadaki bütün kağıtların rengi griydi ve gri renk ikinci derecede gizlilik anlamına geliyordu. Evimden alınışım, trene bindirilişim de tipik “gri vaka” uygulamalarıydı.

Ennoia’ya doğru bir sabah yola çıktığımı bilen tek kişi servis şefimdi… Bir buçuk yıllık gizli servis görevimde bana verilen ilk “gri vaka”ydı bu… Sıradan araştırmalarda asistanlık yapmaktan öteye geçememiştim henüz. Zaten kıt kaynaklarla ayakta durmaya çalışan komünal bir dünyada gizli servislerin çok fazla işlevi yoktu. Çünkü her şeyden önce Birleşik Federasyonlar’ın öyle ciddiye alınacak politik bir düşmanı bulunmuyordu. Uzay araştırmalarına daha az bütçe ayrılmasını isteyen liberal muhalifler, yasaların verdiği haklara dayanarak örgütlenmeye çalışıyor ve şimdilik bizi ilgilendiren büyük sorunlar çıkarmıyorlardı. Sadece izliyorduk onları. Gizli servislerin bir başka işlevi ise federasyon memurlarını denetlemekti… Uzayda yaşayacak yeni gezegenler bulmaktan başka bir idealin olmadığı Yeryüzü’nde beş federasyonun da ortak amacı yaşayan herkesi bu projenin bir parçası haline getirmekti. Bireycilik çağı bitmiş, yarı komünal toplum dönemine girmiştik. Zaten tedavi edilemeyen salgın hastalıklarla sekiz milyar insanı kaybetmiş bir dünyada bireycilik ne işe yarardı ki? Doğa hâlâ can çekişiyordu ve Yeryüzü sakinlerinin, insanoğlunun kurduğu uygarlığı sürdürebilmesi için bir araya gelmek, kısıtlı yiyecek kaynaklarını düzenli bir biçimde paylaşmaktan başka çareleri yoktu. Yıllar önce insanlar Tibet’te birleşip Birleşik Federasyonlar Parlamentosu’nu kurduğunda, dünyanın her yerinde geçen tek sayfalık bir anayasa hazırlamışlardı. Bu anayasayı kabul etmeyen tüm yerleşim birimleri, köyler, kasabalar ve şehirler Birleşik Federasyonlar Parlamentosu, yani BFP yapılanmasının dışında sayılacaklardı… Ulus-devlet kavramı bitmişti, en küçük köy bile neredeyse özerk bir devlet yerine konuyordu. Federasyonlar, her şehrin nüfusuna oranla birer temsilci seçip gönderdiği bir meclisle yönetiliyordu. Başlangıçta amaç, Büyük Salgınlar Devri’nden önceki devlet yapısını mümkün olduğunca küçültmekti ama yine de eski kamu idaresi anlayışında, bakanlık kurumuna karşılık gelen üç birimin kurulması düşünülmüştü: Eğitim, maliye ve içişleri… Üniversitede bize öğretildiği gibi yıllar geçip de komünal toplum yapısının merkezi ihtiyaçları arttıkça devleti aşağıdan yukarıya doğru bir tür organizasyon kurumu olarak büyütmek zorunda kalmışlar, bu alanda çalışacak insanları yetiştirmek için de üniversitelerin Sosyal Bilimler Fakülteleri’ndeki Kamu Yönetimi bölümlerine önem vermeye başlamışlardı. Ben de Orta Batı ya da daha çok kullanılan adıyla Eski Avrupa Federasyonu Üniversitesi Kamu Yönetimi’nden mezun olup İçişleri Bakanlığı’na girmiştim. İçişleri, diğer bütün federasyonlarda olduğu gibi bütün güvenlikten, devlet organizasyonundan sorumluydu. Benim çalıştığım Gizli Servis’e ya da resmi adıyla İçişleri Özel Servisi’ne gelince… Önceleri ihtiyaç duyulmayan bu servisin geçmişi 20 yıl öncesine dayanıyordu.

Asıl işimiz Maliye, Eğitim ve İçişleri bürokratlarını gizlice denetlemek, görevlerini suiistimal edip etmediklerini kontrol etmekti. Hiç şüphesiz, görevlerimiz arasında dünyanın her yerinde anayasaya aykırı bütün yeraltı faaliyetlerini takip etmek de vardı ama benim bildiğim kadarıyla Büyük Salgınlar Devri’nden sonra bu tür faaliyetler yok denecek kadar azalmıştı. Federasyonun kuzeyindeki o son şehre, Nordzest’e gitmek ve Tanrı’nın bile unuttuğu bir bilim merkezinde iki intihar vakasını araştırmak bana çok da heyecanlı gelmiyordu ama rayların üzerinde ağır ağır akıp giden bir trende yolculuk etmek, ay ışığıyla parlayan kar manzaralarını seyretmek ve yıllar önce federasyon hastanelerinden birinde kaybettiğim babamı bir rüyada bile olsa görmek güzeldi. Onun çok sevdiğim bir başka dizesini hatırladım, yine aynı şiirden: “Uzat elini Siyah denizin içinde süzülen ışıklara…” Elimi cama yaklaştırıp en parlak yıldızın üstüne koydum parmağımı… Nordzest’e bir saat kalmıştı. Uykum vardı. Gözlerimi kapattım ve güzel bir rüya diledim. Trenin ritmik tıkırtıları düşüncelerimi bulandırdı ama bir türlü gerçeklik düşüncesini silip atamadı. Uyuyamamış, daha da sersemlemiştim. Tıkırtılar durduğunda, gözlerimi açıp pencereden dışarı baktım. Nordzest siyah gecenin içinde gri bir hayalet gibi usulca beni bekliyordu. “Yılın altı ayını karanlıkta geçiren karla kaplı, tenha, küçük ve sıkıcı bir şehir. Yarısından çoğu boş, kullanılmıyor. Sadece bir fabrika var, bir de otel.” Trende karşılaştığım Nordzestli işçi derin bir iç geçirmeyle söylemişti bunları. Oraya neden gittiğimi merak etmemiş, küçük bir sohbete bile yanaşmamıştı.

Yerel saatle sabahın beşiydi ve yüzyıl öncesinden kalma istasyon binası birkaç ölgün sarı ışığın aydınlattığı hüzünlü bir tablo gibi karşımdaydı. Her yere yürüyerek gidilen şehirlerdendi Nordzest. Ennoia Oteli, anacadde üzerindeki en büyük binaydı. Gökyüzüne doğru yedi kat halinde uzanan büyük yekpare bir kare blok; yüzyıllar öncesinden kalma, eski bir otel… Büyüklüğüyle tezat teşkil eden küçük bir kapısı, çok mütevazı bir girişi vardı. İçeri girdiğimde resepsiyonda uyuklayan, benim gelişimin çıkardığı angaryalardan nefret eden asık suratlı bir devlet görevlisi beklerken, karşımda gülümseyen, 60 yaşlarında görünse de çok dinç duran güler yüzlü bir adam buldum. Sanki resepsiyon bölmesinin ardına birkaç dakika önce geçmiş gibi neşeliydi. “Sizi bekliyordum, tam vaktinde geldiniz,” dedi gülümseyerek ve hemen anahtarımı uzattı. “707 numara, bütün Nordzest ayaklarınızın altındadır, Kuzey Işıkları’nı seyredebileceğiniz bir oda…” “Kuzey Işıkları mı?” dedim onun gibi gülümseyerek. “Evet,” dedi. “Umarım siz de görürsünüz.” “Siz eskisiniz galiba buralarda.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir