Yukio Mişima – Bereket Denizi 2 – Kaçak Atlar

Bir samurai ailesinde dünyaya gelen Yukio Mişima, hem bedeni hem de zihni denetlemeyi, İmparatora bağlılığı yücelten bir düstur edindi – Zen’in hoşgörüsüzlük, kendini fedâ etme düşüncesini de üreten bir düstur. Bereket Denizi adlı dörtlemesinde de dile getirdiği gibi Mişima, otuzlu yılların militaristlerinin (ve çağdaş ardıllarının) çıkarcı kibirlerinin, fırsatçılıklarının, samurai düsturuna ters düştüğüne inanmaktadır. İlk romanı, Mişima on üç yaşındayken okul dergisinde yayımlandı. Sezgileri güçlü olan öğretmeni onu yüreklendirdi ve 1941 yılında bir dergiyi, on altı yaşındaki Mişima’nın Çiçeklenmiş Orman adlı öyküsünü basmaya razı etti. Mişima, bu öğretmenin önerdiği bir takma addır. Üç yıl sonra Tokyo İmparatorluk Üniversitesine girdiğinde ilk öyküleri aynı başlık ve aynı takma adla kitap haline getirildi, basıldı. İlk baskı birinci haftada tükendi. 1946’daki iki denemesinin taslaklarını, daha sonra Nobel Ödülünü kazanan Kawabata’ya götürdü; onun himayesine girdi. On beşi roman olmak üzere toplam 257 kitabı Japonya’da, çevrilen 77 eseri de Avrupa’da yayımlanmıştır. Mişima Japonya’nın dövüş sanatlarını yüceltmiş, kendisi de öğrenmiş ve yaşlılığın asla çirkinleştiremeyeceğini umduğu, güzel bir bedene sahip olmak için çabalamıştı. Vücut geliştirme çalışmalarına 1955’de, kendo’ya (bambu sopalarla yapılan bir dövüş sporu) ise 1959’da başladı. 1966’da karate öğrendi. 1958 yılında beşinci dereceden kendo ustası oldu. Mişima sık sık gezilere çıktı; eserleri arasında iki yolculuk kitabıyla pek çok anı derlemesi vardır. Ayrıca sayısız öykü, bazısında kendisinin de rol adığı otuz üç oyun yazdı.


Romanlarından on kadarı filme çekildi; Dalgaların Sesi iki kez filme çekildi, yönetmen İçikawa’nın başyapıtlarından biri olan Enjo ise, Altın Köşk Tapınağı adlı eserinden uyarlanmıştır. İngilizcedeki öteki eserleri arasında, Beş Modern No Oyunu (1957), Şölenden Sonra (1960), Yasak Renkler ( 1951), Aşka Susuzluk (1950), Bir Maskenin İtirafları sayılabilir. Yukio Mişima 25 Kasım 1970’de, törensel bir intihar türü olan seppuku yaparak yaşamına son verdi. Kırk beş yaşındaydı ve parlak bir yazın yaşamının doruğundaydı. İntihar ettiği sabah, Bereket Denizi adlı dörtlemesinin son sözcüğünü yazmıştı. Donald Keene’nin de belirttiği gibi, “Dörtleme, kendisinin de bildiği gibi, başyapıtıydı.” Mişima intihardan, zamansız ölümden çok söz etmiş, dostlarına sık sık, genç ölmek istediğini söylemişti. 1964 yılında, Bereket Denizi’ni yazmaya koyulduğunda, eser bittikten sonra öleceğini pek çok kez yineledi. Gerçekte, dörtlemenin ikinci kitabı olan Kaçak Atlar, yapacağı seppuku’nun dikkate değer, yazınsal bir provasıdır. İntiharından hemen önce dostlarına, yaşama ve dünyaya ilişkin bütün düşüncelerini, duygularını bu dörtlemeye aktardıktan sonra artık kendisini bomboş hissettiğini yazdı. “Başlık, yani Bereket Denizi, aslında bu adı yalanlar biçimde, ayın kıraç denizi anlamındadır,” dedi Keene’e. “Şöyle de söyleyebilirim: Bereketli denizin yerine kozmik nihilizmin imgesini koyar.” Mişima’nın eserleri Proust, gide ve Sartre’ın eserleriyle karşılaştırılmış, cesaret ve erkeksi niteliklere olan tutkusu, Hemingway’inkine benzetilmiştir. Arthur Miller, “Mişima’nın insanda hayranlık uyandıran bir üslubu olduğuna inanıyorum,” demişti. “O bir gerçeküstücüydü.

Oldukça da erotikti. Çok az araçla, dev gibi mitler yarattı; onun romanları, sıkıştırılmış görüntülerdi.” Bir İngiliz dergisi onu şöyle tanımlar: “Karmaşık, yoğun, ürkütücü bir yaratıcılık gücüne sahip, en yetkin çağdaş yazarlardan biri.” Silâhsız, yüz kişilik özel ‘ordusu’ yüzünden sıklıkla, yanlış yere sağcılıkla suçlandı, ama dikkatli Japon polisinin kara listesine asla girmedi, çünkü ordusu şiddete hiçbir zaman başvurmadı; alışıldık sağcı örgütlerden çok farklıydı. Tıpkı ölümü gibi, o da bir şairin ortaya attığı, gösterişli bir fanteziydi. Washington Post’tan Selig Harrison’un da yazdığı gibi Mişima, “Japonları, 2. Dünya Savaşından sonra, herkesten çok daha dramatik bir biçimde, nereye gittiklerini düşünmeye zorladı ve bunu son derece özgün bir Japon simgeciliği ile yaptı.” 1 1932 yılıydı. Şigekuni Honda otuz sekiz yaşındaydı. Daha Tokyo İmparatorluk Üniversitesinde hukuk öğrencisiyken, devlet hizmeti için gerekli sınavı vermiş, mezun olduktan sonra da deneme süresini tamamlamak üzere Osaka Bölge Mahkemesine atanmıştı. O günden sonra Osaka’da yaşamaya başladı. 1929 yılında yargıç oldu, geçen yıl da, önce Bölge Mahkemesinde yargıç yardımcılığına, sonra da Osaka Temyiz Mahkemesine üyeliğe getirildi. Honda, yirmi sekiz yaşındayken evlenmişti. Karısı, babasının dostlarından birinin, 1913 yılında yapılan hukuk reformu sırasında emekliliğe zorlanmış bir yargıcın kızıydı. Düğün Tokyo’da yapılmış, hemen ardında da Osaka’ya yerleşmişlerdi.

Aradan on yıl geçmesine karşın karısı ona çocuk veremedi. Rié alçakgönüllü, yumuşak başlı bir kadındı; uyumlu bir evlilikleri vardı. Babası üç yıl önce ölünce Honda baba yâdigarı evi boşaltmayı, annesini Osaka’ya getirtmeyi düşünmüştü. Ama annesi karşı çıktı, Tokyo’daki büyük evde bir başına yaşamayı yeğledi. Honda’nın karısı, kiraladıkları evi bir hizmetçinin yardımıyla çekip çeviriyordu. Evin ikinci katında iki, giriş katındaysa holle birlikte beş oda vardı. Bahçesi yetmiş metre kareden biraz fazlaydı. Honda eve ayda otuz iki yen kira ödüyordu. Haftanın üç gününü mahkeme binasında geçiriyor, öteki günlerse evinde çalışıyordu. Temyiz Mahkemesine gitmek için Tennoji Mahallesindeki Abeno’dan tramvaya biniyor, kent merkezindeki Kitahama’ya gidiyordu. Sonra, Tosabori ve Dojima Irmaklarıyla adliye binası arasındaki köprülerden geçiyordu; adliye binası Hokonagaşi Köprüsüne çok yakındı. Kırmızı tuğladan yapılmış olan binanın girişinde, imparatorluğun arması olan kocaman bir kasımpatı pırıl pırıl parlıyordu. Bez, furoşiki çantası olmayan yargıç yoktu. Her zaman eve götürülmesi gereken bir sürü belge olurdu, bunlar genellikle evrak çantasına sığmazdı, bezden bir bohçaysa ya çok küçük ya da çok büyük geliyordu. Honda, Daimaru Mağazasından aldığı orta boy, müslinden bir furoşiki kullanıyor, ne olur ne olmaz diyerek onun içinde de katlanmış, ikinci bir çanta daha taşıyordu.

Bu furokişi’lerin yargıçlar için yaşamsal önemi vardı, onları yanlarından ayırmazlardı. Honda’nın meslektaşlarından hiçbiri, furoşiki’sinin düğümünün altından geçirdiği bir ipi boynuna dolamadan sokağa çıkmaz, eve dönerken içki içmek için onsuz bir bara bile uğramazdı. Honda’nın kararlarını verirken yargıçlara ayrılmış olan odayı kullanmaması için hiçbir neden yoktu. Ama duruşma olmadığı günler tıkabasa dolan oda ateşli hukuk tartışmalarıyla çınlar, deneme süresini tamamlamaya çalışan katipler kulaklarını saygıyla dikip her şeyi duymaya çalışırlardı. Bu koşullarda Honda’nın salim kafayla bir karara varması olanaksızlaşırdı. O da bu yüzden evde geç saatlere kadar çalışmayı yeğliyordu. Şigekuni Honda’nın uzmanlık alanı ceza hukukuydu. Ceza bölümü küçük olduğu için Osaka’nın bu alanda çok sınırlı bir ilerleme olanağı sağlayabileceğini biliyor, ama aldırmıyordu. Evde çalışırken bütün geceyi polis kayıtlarını, savcının çıkardığı dava özetlerini ve davaların bir sonraki duruşmada incelenecek olan ön sorgulamalarını okuyarak geçirdiği olurdu. Özet çıkardıktan, notlar aldıktan sonra elindeki malzemeyi bir üst yargıca devredecekti. Bir karara varıldıktan sonra bunu Başyargıç için kaleme almak Honda’nın göreviydi. “Gereği düşünülmüştür, mahkemenin kararı burada belirtildiği gibidir,” yazılı belgeyi sonunda bitirdiğinde gökyüzü çoktan aydınlanmaya başlamış olurdu. Başyargıç karar metnini gözden geçirdikten sonra Honda’ya geri verir, o da yazı fırçasını eline alıp belgenin son kopyasını çıkartırdı. Sağ elinin parmakları bir kâtibinki gibi nasır tutmuştu. Geyşalı partilere gelince; Honda yalnızca Kita’nın Kırmızı Fenerli Sokağındaki Seikanro’da kutlanan, geleneksel yıl sonu eğlencesine katılırdı.

O gece astlarla üstler kaynaşır, gönüllerince eğlenirlerdi, zaman zaman pirinç rakısının yüreklendirdiği birinin Başyargıca alışılmamış bir gözüpeklikle seslendiği de olurdu. Daha çok, Umeda-Şimmiçi Kavşağındaki tramvay durağının çevresindeki kahvehanelerde ya da oden dükkânlarında toplanıp içki içerlerdi. Bu kahvehanelerin kimisi sınırsız hizmetler sunardı. Garson kızlardan birine saati sorduğunuzda kız tombul baldırına taktığı saatine bakmak için eteğine sıyırıverirdi. Bazı yargıçlar bu tür şeyler için fazla ağırbaşlıydılar, kahvehanelerin salt kahve içmeye uygun yerler olduğuna inanırlardı. Bunlardan biri, zimmetine para geçiren bir davalının duruşmasında, adamın zimmetine geçirdiği on bin yen’i kahvehanelerde harcadığını duyunca öfkeyle haykırmıştı: “Nasıl böyle bir şey söylersin? Bir fincan kahve yalnızca beş sen tutar. On bin yen’lik kahve içtiğini mi söylemeye çalışıyorsun?” Devlet memurlarının maaşlarından yapılan yasal kesintilerden sonra Honda’nın eline ayda üç yüz yen’e yakın para geçiyordu, bir alay komutanının aylığına eşitti bu, Honda’ya rahat rahat yetiyordu. Meslektaşları boş zamanlarını çeşitli eğlencelerle dolduruyorlardı: Kimisi kitap okuyor, kimisi Kanzé’deki şan ya da No [1] kurslarına katılıyor, kimileri de haiku [2] yazmak ve şiirleri resimlerle betimlemek için bir araya geliyordu. Ama bu buluşmaların çoğu, buluşup içki içmek için birer özürdü. Bir de, özellikle Batı hayranı olan yargıçlar vardı, bunlar dansa giderlerdi. Honda danstan fazla hoşlanmazdı, ama meslektaşlarının sık sık danslardan söz ettiklerini duyuyordu. Yasalar Osaka’da dansı yasakladığı için meraklılar ya Katsura ve Keagé adındaki dans salonlarıyla ünlü Kyoto’ya ya da Amagasaki’de, ıssız çeltik tarlalarının ortasındaki Kuisé’ye gitmek zorundaydılar. Amagasaki’ye kadar taksi ücreti bir yen’di. İnsan yağmurlu bir gecede, bir lise binasına benzeyen dans salonuna yaklaşırken, dans eden çiftlerin aydınlık camlarda bir görünüp bir kaybolan gölgelerini görür, yağmurda parlayan çeltik tarlalarının öte ucundan duyulan fokstrot müziği gizemli bir nitelik kazanır. İşte o sıralarda Honda’nın yaşamı böyleydi.

2 Otuz sekiz yaşına bastığını ayrımsayan erkeğin durumu ne kadar tuhaftır! Gençliği artık uzaklarda kalmış bir geçmişe aittir. Öte yandan, gençliğinin sona ermesiyle birlikte başlayan ve şimdiye uzanan anımsama dönemiyse onda bir tek canlı izlenim bile bırakmamıştır. Bu yüzden de gençliğiyle arasında kırılgan bir engelden başka bir şey olmadığına inanmakta direnir. Hemen yanıbaşındaki, bu komşu ülkenin seslerini inanılmaz bir açıklıkla duymaktadır, ama aradaki engeli aşmanın hiçbir yolu yoktur. Honda gençliğinin, Kiyoaki Matsugae’nin ölümüyle sona erdiğine inanıyordu. O anda içindeki gerçek bir şey, göz kamaştırıcı bir ışık saçan bir şey ansızın sönüvermişti. Bazan gecenin geç saatlerinde dava özetlerini okumaktan bıkıyor, Kiyoaki’nin bıraktığı düş güncesini eline alıp sayfalarını çeviriyordu. Güncenin büyük bölümü, saçmasapan bilmecelere benzeyen şeylerle doluydu, ama düşlerin kimisinde alttan alta Kiyoaki’nin zamansız ölümü seziliyordu. Yüksekçe bir yerden tahta tabutuna baktığını, gündoğumundan hemen önceki karanlığın yerini usul usul lacivert bir renge bıraktığını gördüğü o düş, önceden kestirilemeyecek bir biçimde, bir buçuk yıldan da az bir sürede gerçekleşmişti. Tabuta sarılan dul kadınsa besbelli Satoko’ydu, ama Satoko Kiyoaki’nin cenazesine katılmamıştı. Aradan on sekiz yıl geçmişti. Düşle gerçeği ayıran çizgi Honda için artık ayırdedilemez olmuştu. Dostundan kalan tek andaç olan bu defterde dostunun kendi eliyle yazdığı sözcükler vardı; Honda için çok değerliydi. Elekte kalan bir avuç altın tozuna benzeyen bu düşler mucizelerle doluydu. Zaman geçtikçe düşle gerçek Honda’nın değişik anılarında eşit değere sahip oldular.

Gerçekten olmuş bir şey, olabilecek başka bir şeyle karışıyor, onunla birleşiyordu. Gerçeklik yerini hızla düşe bırakırken, geçmiş tıpatıp gelecek gibi görünüyordu. Honda gençken onun için tek bir gerçeklik vardı, yoğun olanaklarla dolu gelecekse çoğalarak önünde uzanıyordu sanki. Ama yaşlandıkça gerçek farklı biçimler almaya başladı, sayısız olasılığa bölünmüş görünense artık geçmiş zamandı sanki. Bunların her biri kendi gerçekliğine bağlı olduğu için, düşle gerçeği ayıran çizgi giderek daha da belirsizleşti. Honda’nın anıları sürekli bir akış halindeydi, artık bir düş görüntüsü almışlardı. Bir yandan, daha dün tanıştığı kişinin adını anımsayamazken öte yandan, Kiyoaki’yi her düşündüğünde dostunun yüzü olanca canlılığıyla gözlerinin önünde beliriyordu; tıpkı bir karabasanın anısının insanın kafasında her sabah geçtiği, bildik bir sokaktan çok daha canlı olması gibi. Honda otuz yaşına bastıktan sonra boyanın yavaş yavaş dökülmesi gibi bir şey oldu; insanların adlarını unutmaya başladı. Bu adların taşıdığı gerçeklik, herhangi bir düşten daha ömürsüz, daha değersizdi artık; günlük yaşamın atığı, çöpü. Honda gelecekte kendisini hiçbir büyük sürprizin beklemediğinden emindi. Dünyayı sarsacak yeni bir karışıklık çıksa bile Honda’nın işlevi hep aynı kalacak, o her sarsıntıya hukuğun akılcı, araştıran gözleriyle bakacaktı. Atmosferi mantık olan kürenin havasına tam anlamıyla uyum sağlamıştı. Bu nedenle de Honda için düşlerden de, gerçeklikten de daha geçerli olan tek şey, mantıktı. İlgilendiği, bitmek tükenmek bilmez ceza davaları sonucunda elbette tutkunun çok daha aşırı biçimleriyle tanışmıştı. Kendisi böylesi bir tutkuyu hiç tatmamıştı, ama tek bir tutkuya ölesiye tutsak olmuş pek çok insanla karşılaşmıştı.

Gerçekten de güvenlikte miydi? Honda bu sorunun aklına her takılışında yıllar önce, pırıltılı bir tehlikenin kendisini tehdit etmiş olduğu duygusuna kapılıyordu; tehlike, son bir kez parlayan büyük bir alevle sona ermişti. O andan sonra da Honda ne kadar zorlanırsa zorlansın baştan çıkmamıştı -bu özgürlüğü, o günden sonra kuşandığı zırha borçluydu. Geçmişteki tehlike de, onu yaratan da, Kiyoaki’ydi. Honda bir zamanlar, Kiyoaki’yle paylaştığı günleri anmaktan zevk alırdı. Ama bir erkek yaşlandıkça gençlik anıları artık onun yalnızca yeni deneyimler için bağışıklık kazanmasını sağlar, o kadar. Otuz sekiz yaşına gelmişti. insanın, artık yeterince yaşadım, ama gençliğimin sona erdiğini kabullenmeye hazır değilim, demeye nedense yanaşmadığı bir yaştır bu. İnsanın deneyimlerinden aldığı tadın hafifçe bozulduğu, yeni şeylerden her gün biraz daha az zevk almaya başladığı bir yaş. Aptalca eğlencelerin çekiciliği hızla yitmeye başlar. İşine duyduğu bağlılık Honda’yı duygularına kapılmaktan korudu. Anlaşılması güç, soyut mesleğine âşık olmuştu. Akşam eve dönünce, çalışma odasına kapanmadan önce karısıyla birlikte yemek yerdi. Evde çalıştığı günler akşam yemeği saati altıydı, ama mahkemeye gittiği günler belli olmazdı, bazan sekize kadar adliyede kaldığı oluyordu. Ama en azından, ön duruşmalara başkanlık ettiği günlerdeki gibi geceyarıları mahkemeye çağrılmıyordu artık.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir