Yukio Mişima – Bereket Denizi 1 – Bahar Karları

Derste konu Rus-Japon Savaşına gelince, Kiyoaki Matsugae en yakın arkadaşı Şigekuni Honda’ya savaşa ilişkin neler anımsadığını sordu. Şigekuni’nin savaşla ilgili anıları bulanıktı – bir keresinde bir fener alayının geçişini izlemek üzere ön kapıya götürüldüğünü anımsıyordu yalnızca. Savaşın sona erdiği yıl her ikisi de on bir yaşındaydı, Kiyoaki’ye kalırsa o günleri biraz daha iyi anımsamaları gerekirdi. Savaş konusunda bilgiç bilgiç konuşan sınıf arkadaşlarıysa, büyüklerinden duydukları ufak tefek şeylerle puslu anılarını süsleyip püsleyip aktarmaktaydılar daha çok. Matsugae ailesinin iki üyesi, yani Kiyoaki’nin amcaları savaşta ölmüştü. Yitirdiği bu iki oğula karşılık hükümetten hâlâ aylık alan büyükannesi paraya elini bile sürmüyor, zarfları hiç açmadan aileye ait türbedeki rafa bırakıyordu. Belki de evdeki onca savaş fotoğrafının içinde Kiyoaki’yi en çok etkileyen fotoğrafın “Tokuri Tapınağı’nın Yakınları: Savaş Şehitlerini Anma Töreni” adındaki, Meiji Dönemi’nin otuz yedinci yılı olan 26 Haziran 1904 tarihli fotoğraf olmasının nedeni buydu. Sepya mürekkeple basılmış bu fotoğraf, karmakarışık savaş andaçlarından oldukça farklıydı. Olaya bir bütün olarak bakabilen bir sanatçının elinden çıktığı belliydi: Orada bulunan askerler, fotoğrafa bakanın dikkatini tam ortalarında duran, boyasız tahta anıta yöneltecek biçimde, tıpkı bir tablodaki figürler gibi dikkatle düzenlenmişti. Uzakta sisli dağlar hafifçe yükseliyor, fotoğrafın solunda, çok dik olmayan yamaçlarla basamak basamak engin düzlükten yukarıya çıkıyordu; dağlar sağ tarafta dağınık ağaç kümeleriyle karışıyor, sarı bir toz kümesine benzeyen ufuk çizgisinde yitiyordu. Buradaysa dağların yerini, göz sağa doğru kaydıkça yüksekliği artan birtakım ağaçlar alıyordu; aralarındaki boşluklardan sarı bir gökyüzü görünüyordu. Ön planda altı tane çok uzun ağaç düzgün aralıklarla sıralanmış, her biri sanki manzaranın genel uyumunu tamamlayacak biçimde yerleştirilmişti. Ağaçların cinsi anlaşılmıyordu ama yaprakla yüklü üst dalları rüzgârda acıklı bir görkemlilikle eğilmişe benziyordu. Uzaktaki engin düzlükler belli belirsiz parlıyordu; dağların bu yüzü, bitkiler ölgün ve cansızdı. Resmin tam ortasında gösterişsiz tahta anıtla üzerinde çiçekler bulunan, beyaz örtüsü rüzgardan bükülmüş mihrap vardı.


Bunun dışında askerlerden başka bir şey göremiyordunuz; binlerce asker. Öndeki askerler fotoğraf makinesine, keplerinden sarkan beyaz siperlikleri ve sırtlarındaki çapraz, deri kayışları gösterecek biçimde yan dönmüşlerdi. Düzgün sıralar halinde değil, başları eğik, gruplar halinde toplanmışlardı. Sol alt köşede bir avuç asker bir Rönesans tablosundaki insan karaltıları gibi, esmer yüzlerini kameraya yarı dönmüştü. Daha gerilerde bir asker kalabalığı kocaman bir yarım daire biçiminde ta düzlüğün sonlarına kadar yayılmıştı, öyle çoktular ki birini ötekinden ayırmak neredeyse olanaksızdı, çok daha uzaklarda, ağaçların altında başka kümeler de vardı. Bu askerler, hem ön planda hem de geride olanlar, tozluklarının, botlarının dış çizgilerini belirginleştiren, eğik omuzlarının çıkıntı yerlerine ve ense köklerine vuran tuhaf, yarı aydınlık yarı değil bir ışığa yakalanmışlardı. Bu ışık bütün resmi tanımlanamaz bir hüzünle doldurmuştu. Bu adamlardan, o küçük beyaz mihraba, çiçeklere, tam ortalarındaki anıta çarpan bir dalga halinde elle tutulur bir coşku boşanıyordu. Ovanın kıyısına kadar dağılmış bu koca kitleden yayılan, sözcüklerle anlatılması olanaksız tek bir düşünce tam ortada, kocaman, ağır, demir bir halka halinde toplanıyordu. Eskiliğinin yanı sıra sepya mürekkebi de fotoğrafa alabildiğine hüzünlü bir hava katmıştı. * * * Kiyoaki on sekiz yaşındaydı. Doğduğu evdeki hiçbir şey onun bu kadar duyarlı, hüzne bunca yatkın biri olmasına katkıda bulunmuş olamazdı. Şibuya yakınlarındaki yüksek araziye kurulmuş, geniş bir alana yayılmış olan bu malikânede Kiyoaki’nin duyarlılığını herhangi bir biçimde paylaşan birini bulabilmek için insanın epeyce çabalaması gerekirdi. Köklü bir samuray ailesiydiler ama Kiyoaki’nin babası, Marki [1] Matsugae şogunluğun [2] sona erdiği zamanın daha elli yıl öncesine kadar atalarının önemli bir yerinin olmamasından utandığı için oğlunu henüz küçücük bir çocukken, yetiştirilmek üzere saraya mensup bir soylunun evine göndermişti. Yoksa Kiyoaki böylesine duyarlı bir delikanlı olmazdı herhalde.

Marki Matsugae’nin malikânesi Tokyo yakınlarında, Şibuya’yı geçince, geniş bir araziyi kaplıyordu. Elli dönümden fazla bir alana serpiştirilmiş olan binaların çatıları insanı heyecanlandıran bir denge içinde yükselmekteydi. Ana bina Japon mimarisine uygundu ama parkın köşesinde, tasarımı bir İngiliz’e ait olan Batı tarzında, etkileyici bir ev bulunuyordu. Bunun, Japonya’da ayakkabıyla girilebilen dört evden biri olduğu söylenirdi. Birincisi Mareşal Oyama’nın eviydi. Parkın ortasında, akçaağaçlarla kaplı bir tepenin önünde geniş bir göl vardı. İçinde tekneyle gezilebilecek kadar büyüktü; ortasındaki adada nilüferler çiçek açar, mutfak için toplanan su menekşeleri bile yetişirdi. Batı tarzı bu evin ziyafet salonu gibi ana binanın oturma odası da göle bakıyordu. Gölün çevresine ve adanın üzerine iki yüz kadar taş fener gelişigüzel serpiştirilmişti, aralarında dökme demirden üç tane de turna vardı: İkisi uzun boyunlarını gökyüzüne uzatmış, bir tanesiyse başını öne eğmişti. Akçaağaçla kaplı tepenin doruğundan fışkıran su pek çok çağlayan oluşturarak bayırdan iniyordu; dere daha sonra taş bir köprünün altından geçiyor, mevsimi gelince çiçeğe duran bir top güzel lalenin bulunduğu noktada göle ulaşmadan önce, Sado Adası’ndan getirtilmiş kızıl kayalarla gölgelenmiş bir havuza dökülüyordu. Göl sazanla, havuz balıklarıyla kaynardı. Marki yılda iki kez okul çocuklarının burada piknik yapmasına izin verirdi. Kiyoaki çocukken hizmetkârlar onu, ısıran kaplumbağa öyküleriyle korkutmuşlardı. Uzun zaman önce büyükbabası hastayken bir dostu, etini yiyip güçlenmesi umuduyla ona yüz tane su kaplumbağası hediye etmişti. Kaplumbağalar göle salınır salınmaz hızla üremeye başlamışlardı.

Uşaklar Kiyoaki’ye, ısırgan kaplumbağa parmağını bir kaptı mı, demişlerdi, işin bitti demektir. Çay töreni için kullanılan pek çok pavyonla bir de büyük bilardo salonu mevcuttu. Ana binanın arkasında kalan topraklarda bol yabani yerelması yetişirdi, Kiyoaki’nin büyükbabasının yetiştirdiği, iki patikayla bölünmüş bir de servi korusu vardı. Patikalardan biri arka kapıya kadar uzanıyor, ötekiyse küçük bir tepeyi aştıktan sonra, bir köşesinde aile türbesinin bulunduğu geniş çimenliğe varıyordu. Büyükbabasıyla iki amcası gömülüydü bu türbede. Hepsi de taş olan basamaklar, fenerler ile torii [3] gelenekseldi ama basamakların öteki yüzünde bildik aslan heykellerinin yerine, toprağa Rus-Japon Savaşı’ndan kalma, beyaza boyanmış bir çift gülle kovanı yerleştirilmişti. Biraz daha aşağıda, muhteşem bir kafese benzeyen salkımların arkasında tarım tanrısı İnari’ye adanmış küçücük bir tapınak vardı. Büyükbabasının ölüm yıldönümü mayıstaydı, aile anma töreni için toplandığında salkımlar coşmuş olur, kadınlar güneşten sakınmak için onun gölgesine sığınırlardı. Törenin onuruna her zamankinden de özenle pudralanmış beyaz yüzleri ölümün kusursuz gölgesi düşmüşçesine eflatun beneklerle kaplanırdı. Kadınlar. Matsugae Malikânesi’nde yaşayan kadınların sayısını kimse tam olarak bilmezdi. Kiyoaki’nin, gereksinimlerini karşılayacak sekiz hizmetçiyle birlikte ana binadan az uzaktaki evinde sessiz sakin bir yaşam süren büyükannesi elbette herkesten önce geliyordu. Hava ister yağmurlu olsun isterse güneşli, Kiyoaki’nin annesi her sabah giyinir giyinmez iki hizmetçinin eşliğinde doğruca yaşlı hanımı ziyarete giderdi. Yaşlı hanımsa her gün gelinini kılı kırk yararcasına incelerdi. “Bu saç sana pek yakışmamış.

Yarın biraz daha yukarıdan toplamayı denesene. Eminim ki öylesi daha çok yakışacaktır,” derdi, gözlerini sevgiyle kısarak. Ama ertesi sabah Batılı tarzda taranmış saçları görünce, “Tsujiko, biliyor musun, yüksek topuz senin gibi klasik bir Japon güzeline hiç yakışmıyor,” derdi. “Yarın lütfen Marumage usulünü dene.” Bu yüzden Kiyoaki kendini bildi bileli annesinin saç modeli sürekli değişmekteydi. Evdeki berberleri ve çırakları her an hizmete hazırdılar. Hizmetlerinden yararlanan tek kişi Kiyoaki’nin annesi değildi, evdeki kırktan fazla hizmetçinin saçıyla da ilgilenmek zorundaydılar. Hatta bir keresinde Kiyoaki’nin de saçıyla uğraşmak zorunda kaldılar. Kiyoaki’nin Soylular Okulu’na bağlı ortaokuldaki ilk yılıydı. O yıl, imparatorluk sarayındaki yeni yıl kutlamalarında bir tür refakatçilik ya da iç oğlanlığı yapmakla onurlandırılmıştı. Berberlerden biri, “Okuldakiler küçük bir keşişe benzemeni istiyorlar,” dedi. “Ama bu tıraşlı kafa bugünkü şık giysine hiç uygun değil.” “Ama saçım uzun olursa okulda azar işitirim.” “Peki peki,” dedi berber. “Bakalım durumu düzeltmek için ne yapabilirim… Gerçi nasılsa şapka takacaksın ama öyle bir ayarlarız ki, şapkanı çıkardığın zaman bile öteki gençlerin hepsini gölgede bırakırsın.

” İşte böyle söylemiş ama on üç yaşındaki Kiyoaki’nin saçlarını öyle kısa kesmişti ki, kafası adeta mavi bir renk almıştı. Berber saçlarını ayırırken tarak canını acıttı, briyantinse derisini yaktı. Berberin herkesçe övülen yeteneğine karşın, işi bittiğinde aynada görülen kafa herhangi bir erkek çocuğununkinden farksızdı, yine de Kiyoaki olağanüstü güzelliğiyle törende övgü topladı. İmparator Meiji bir keresinde varlığıyla Matsugae Malikânesi’ni bizzat onurlandırmıştı. İmparatoru eğlendirmek için devasa bir gingko [4] ağacının altında sumo güreşi düzenlenmiş, ağacın çevresindeki boş alan bir perdeyle çevrilmişti. İmparator gösteriyi Batı tarzı evin ikinci katındaki balkonların birinden izlemişti. Kiyoaki berbere o gün imparatorun huzuruna çıkarıldığını, imparatorun başını okşadığını anlattı. Gerçi bunlar dört yıl önce olmuştu ama yine de imparator yeni yıl kutlamalarında bu basit iç oğlanının başını anımsayabilirdi pekâlâ. “Sahi mi?” diye haykırdı berber şaşkınlıkla. “Genç efendi, yani imparator sizi sahiden okşadı mı?” Bunları söyledikten sonra ellerini, çocuğa karşı gerçek bir saygıyla çırpıp tatami döşeli zeminde geri geri kaydı. Saraya mensup bir hanıma eşlik eden iç oğlanlarının giysisi, birbirine uygun mavi kadife ceketle pantolondan oluşuyordu, pantolonun boyu dizin hemen altındaydı. Ceketin her iki ucunda bir sıra halinde dörder tane iri, beyaz tüylü ponpon vardı, bu ponponlardan kol ağızlarıyla pantolona da dikilmişti. İç oğlanının belinde bir kılıç asılıydı, beyaz çoraplı ayaklarındaki ayakkabılarsa siyahtı, parlak kopçalarla tutturuluyordu. Geniş dantel yakanın tam ortasına beyaz ipekten bir boyunbağı düğümlenmişti; uzun bir tüy takılı olan, üç kenarı kıvrık şapkasıysa ipek bir kordonla sırtından sarkıtılmıştı. Her yıl soylu ailelerden, okulda göze çarpan, yirmi kadar genç seçilir, bunlardan dördü üç gün süren kutlamalar sırasında imparatoriçenin eteğini, ötekilerse ikişer ikişer prenseslerin eteklerini taşırlardı.

Kiyoaki, imparatoriçenin eteğini bir kez tutmuş, bir kez de aynı işi Prenses Kasuga için yapmıştı. İmparatoriçenin eteğini taşıma sırası ondayken, imparatoriçe maiyetindekilerin yaktığı tütsülerin kokusuyla dolu koridorlarda soylu bir ağırbaşlılıkla ilerlemiş, Kiyoaki ise kabul töreni boyunca onun arkasında beklemişti. İmparatoriçe son derece zarif ve zeki bir kadındı ama o sıralarda bile artık yaşlı sayılırdı, altmışına yakındı. Oysa Prenses Kasuga otuzdan fazla değildi: güzel, zarif, etkileyici, tıpkı kusursuzluğunun doruğundaki bir çiçek gibi. Kiyoaki şu an bile imparatoriçenin yaşına uygun eteğinden çok prensesin siyah benekli, inci bordürlü beyaz erminden yapılmış geniş eteğini anımsıyordu. İmparatoriçenin eteğinde dört oğlanın tutacağı dört ilmek, prensesinkindeyse iki ilmek vardı. Kiyoaki ile öteki oğlanlar öyle sıkı eğitilmişlerdi ki bir yandan eteği sıkıca tutarken bir yandan da şaşmaz adımlarla ilerlemekte hiç zorlanmadılar. Prenses Kasuga’nın saçlarında has verniğin siyahlığı ve parlaklığı vardı. Özenle taranıp biçimlenmiş saçları arkadan bakıldığında boynunun bembeyaz dokusunun içine girip yok oluyormuş gibi görünüyor, giysisinin açık yakasının daha da belirginleştirdiği hafifçe parlayan çıplak omuzlarına tel tel dökülüyordu. Sırtını dimdik tutuyor, kararlı adımlarla, eteğini taşıyanlara hiçbir güçlük çıkarmadan yürüyordu ama geniş bir yelpazeye benzeyen bu beyaz kürk Kiyoaki’ye, karla kaplı bir zirvenin yer değiştiren bulutlarla bir örtülüp bir açılması gibi, müziğin sesine göre bir parlayıp bir sönüyormuş gibi geliyordu. Tam o anda, yaşamında ilk kez kadın güzelliğini bütün yeğinliğiyle algıladı – onu kendinden geçiren, çiçek misali açmış, göz kamaştırıcı bir zariflik. Prenses Kasuga’nın bolca sürdüğü Fransız parfümünün kokusu eteğine kadar sinmişti, tütsüden yayılan misk kokusunu bastırıyordu. Koridorun aşağı bölümünde bir yerde Kiyoaki bir an sendeledi, elinde olmadan eteğin ucunu çekiverdi. Prenses belli belirsiz başını çevirdi, genç suçluya kızmadığını göstermek için kibarca gülümsedi. Hareketini kimse fark etmemişti; gövdesini dimdik tutmayı sürdürürken hafifçe dönmüş, dudağının bir kıyısını Kiyoaki’nin kısacık bir an için görmesine izin vermişti.

O sırada bir tutam saçı aydınlık, beyaz yanağına kaymış, bir gözünün hafifçe çekik kenarında bir gülümseme, sönmüş ateşteki bir kıvılcım gibi parlayıvermişti. Oysa biçimli profili kıpırdamamıştı bile. Sanki hiçbir şey olmamıştı… yüzünün o bir anlık, hafifçe yandan görüntüsü – profili denemeyecek kadar belli belirsiz bir görüntüydü çünkü- Kiyoaki için saf bir kristalin prizmasından, bir gökkuşağının bir anlık parıltısından farksızdı. Marki Matsugae oğlunun kutlamalar sırasındaki davranışlarını izler, güzel tören giysisi içindeki parlak görüntüsünü belleğine kazırken, bir ömür boyunca süren düşünün gerçekleştiğini gören bir erkeğin gönül rahatlığını doyasıya tadıyordu. Bu zafer, imparatoru evinde ağırlayabilecek biri olabilmek için harcadığı onca çaba yüzünden, içini kemirip duran bir sahtekar gibi görülme korkusunu tam anlamıyla dağıtmıştı. En sonunda oğlunun kişiliğinde, aristokrasi ile samuray geleneklerinin kaynaşmasını, eski saray soylularıyla yeni soylular arasındaki kusursuz uyumu görüyordu. Ancak tören sürdükçe oğlunun görünüşünü öven sözlerden aldığı haz yerini rahatsızlığa bıraktı. On üç yaşındaki Kiyoaki fazla güzeldi. Bir babanın oğluna duyduğu doğal sevgi bir yana; marki, öteki iç oğlanlarıyla kıyaslandığında bile oğlunun göze çarptığını itiraf etmek zorunda kaldı. Kiyoaki heyecanlanınca soluk yanakları kıpkırmızı kesiliyordu, kaşları belirgindi, hâlâ çocuksu bir ciddiyetle dolu iri gözleriyse uzun kirpiklerle çevrilmişti. Koyu renk gözlerinde baştan çıkarıcı bir parıltı vardı. Marki iltifat sağanağı karşısında oğlunun, tek vârisinin, benzeri az bulunur güzelliğinin ayrımına vardı ve bunda kaygılandıncı bir şeyler buldu. Rahatsız edici bir önseziye kapılmıştı. Ama Marki Matsugae inanılmayacak kadar iyimser bir insandı, tören biter bitmez bu şaşkınlıktan sıyrılıverdi. Matsugae’lerin evine bir yıl önce, on yedi yaşındayken, Kiyoakinin uşağı olarak gelmiş olan genç İinuma benzeri kaygıları çok daha derinden taşıyordu.

İinuma, Kagoşima adlı köyündeki ortaokul tarafından Kiyoaki’ye özel eğitmen olarak önerilmiş, ruhsal ve bedensel yeteneklerini onaylayan belgelerle birlikte Matsugae ailesine gönderilmişti. Şimdiki markinin babası Kagoşima’da hiddetli, güçlü bir tanrı olarak saygı görürdü, İinuma da memleketinde ya da okulda dinlediği merhum markinin kahramanlık öykülerine dayanarak Matsugae Malikânesi’ndeki yaşamı gözünde canlandırmıştı. Ama onlarla birlikte geçirdiği bir yılın sonunda, sürdükleri lüks yaşam biçimi İinuma’nın umutlarını yok etmiş, gençliğe özgü sofu duyarlılığını yaralamıştı. Belki her şeye göz yumabilirdi ancak kişisel sorumluluğundaki Kiyoaki’ye asla. Kiyoaki’ye ilişkin her şey -görünüşü, kibarlığı, duyarlılığı, düşünce biçimi, ilgi alanları- İinuma’yı sinirlendiriyordu. Marki ile markizin oğullarının eğitimine karşı tutumları da aynı oranda sinir bozucuydu. “Ben bir marki bile olsam oğlumu asla bu biçimde yetiştirmem. Marki, babasının ilkelerine o kadar az değer veriyor ki.” Marki, babası için yapılan yıllık ayinleri titizlikle yönetiyor olsa da ondan neredeyse hiç söz etmiyordu. İinuma başlarda markinin sık sık babasını anacağını, aktardığı anılarla babasına duyduğu saygıyı dile getireceğini sanmıştı ama bir yılın sonunda bütün umutları sönüp gitti. Kiyoaki’nin iç oğlanı olarak saraydaki görevini tamamlayıp eve döndüğü gece, markiyle markiz onun onuruna özel bir aile yemeği düzenlediler. Kiyoaki’nin yatma vakti gelince İinuma onunla birlikte odasına çıktı. On üç yaşındaki oğlanın yanakları babasının yarı şaka, zorla içirdiği şarap yüzünden al aldı. İpek örtülerin altına girdi, başı yastığa düştü; sık sık soluk alıyordu, soluğu ılıktı. Kısacık kesilmiş saçlarının dibindeki mavi damarlar, kulak memelerinin çevresinde atıyordu, teni öylesine olağanüstü bir saydamlıktaydı ki insan neredeyse altındaki kırılgan düzeneği görebiliyordu.

Odadaki loş ışıkta bile dudakları kıpkırmızıydı. Sanki acıyı hiç tatmamış gibi görünen bu çocuğun solukları hüzünlü bir halk şarkısını yansılar gibiydi. İinuma eğilip oğlanın yüzüne, ok bakışlı, duyarlı gözlerine -bir susamurununkine benzeyen gözlerine- baktı; erkekliğe adım atmak üzereyken böylesine onurlu bir görevi yerine getirme ayrıcalığı tanınmış her normal Japon genci böyle bir gecede bütün içtenliğiyle imparatora bağlılık yeminleri ederdi; İinuma bunu Kiyoaki’den beklemenin boşuna olacağını biliyordu. Sırtüstü yatmış tavana bakan Kiyoaki gözleri şimdi irileşmiş, gözyaşlarıyla dolmuştu. Islak, pırıltılı bakışlarını İinuma’ya çevirince, İinuma’nın hoşnutsuzluğu arttı. Ama bu, kendi bağlılığına inanmayı daha da kaçınılmaz kılmştı. Fazlasıyla ısındığı anlaşılan Kiyoaki sıcaktan pembeleşmiş kollarını örtünün altından çıkardı, başının altında kavuşturdu; İinuma hemen onu uyardı, geceliğinin açılmış yakasını kapadı: “Üşüteceksin. Hadi, uyu artık.” “İinuma, biliyor musun… bugün aptalca bir hata yaptım. Annemle babama söylemeyeceğine söz verirsen ne olduğunu anlatırım.” “Ne oldu?” “Bugün prensesin eteğini taşırken azıcık sendeledim. Ama prenses yalnızca gülümsedi ve beni bağışladı.” Bu uçarı sözler, bu sorumsuzluk, yaşlı gözlerdeki bu kendinden geçmiş bakışlar, hepsi de itici gelmişti İinuma’ya. 2 On sekizine bastığında Kiyoaki’nin aklından geçen şeylerin onu çevresinden gitgide soyutlamasına fazla şaşmamalı. Büyüdükçe tek uzaklaştığı ailesi değildi.

Soylular Okulu’ndaki öğretmenler öğrencilerine soyluluğun en yüce örneği olarak, imparatorunu ölümde de izlemek için intihar eden okul müdürü General Nogi’yi gösterir, General Nogi hastalıktan ölmüş olsaydı eğitim geleneklerinin yoksullaşacağından dem vururlardı. Generalin intiharının önemini vurgulamaya başladıklarından beri okula Sıpartalılara özgü bir yalınlık egemen olmaya başlamıştı. Askerliği çağrıştıran her şeyden tiksinen Kiyoaki okuldan nefret eder oldu. Tek dostu, sınıf arkadaşı Şigekuni Honda’ydı. Kiyoaki’yle arkadaş olmak isteyen çoktu elbette ama o, yaşıtlarının gençlik taşkınlıklarından hiç hoşlanmıyordu; haşin, toy tavırlarından çekiniyor, akılsızca okul marşını haykırırken sergiledikleri o incelikten yoksun, abartılı duygusallıktan tiksiniyordu. Honda’nın sakin, olgun, sağduyulu yaradılışı -o yaştaki bir gençte kolay rastlanmayacak nitelikler- Kiyoaki’nin ilgisini çekiyordu. Oysa görünüş ya da kişilik açısından ortak noktaları yok denecek kadar azdı

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir