Michael Connelly – Betondaki Sarışın

Silverlake’deki kapkaranlık evin pencereleri bir ölünün gözlerindeki ifade kadar boştu. Eski Kaliforniya tipi evin geniş bir verandası ve yüksek çatısında iki yatık pencere vardı. Ama ne camların ardında bir ışık parlıyor, ne de giriş kapısının üzerindeki lamba yanıyordu. Evin gölgesi öyle karanlıktı ki, sokak lambalarının ışığı bile aydınlatmaya yetmiyordu. Bosch verandada bir adam dursa göremeyeceğini düşündü. “Burası olduğundan emin misin?” diye sordu kadına. “Evin olduğu asıl bina değil,” dedi kadın. “Arka tarafta. Garajın üstü. Biraz daha yaklaş, yoldan içersini görebilirsin.” Bosch gaz pedalına dokununca Caprice model araba garaja giden yola girdi. “İşte,” dedi kadın. Bosch arabayı durdurdu. Evin arkasındaki garajın üzerinde yandan ahşap merdivenle çıkılan bir kat vardı; hem kapısının üzerindeki lamba yanıyor, hem de iki penceresinden ışık sızıyordu. “Tamam,” dedi Bosch.


Bir süre durdukları yerde garaja baktılar. Bosch ne görmeyi beklediğini bile bilmiyordu. Belki de hiçbir şey. Fahişenin parfümü arabayı kaplamıştı. Bosch camı indirdi. Kadının söylediklerine güvenilir mi güvenilmez mi, emin değildi. Kesin olarak bildiği tek şey, destek ekip çağıramayacağıydı. Yanına telsiz almamıştı, arabanın da telefonu yoktu. “Ne yap… bak işte orda!” dedi kadın aniden. Daha küçük olan pencerenin ardından geçen gölgeyi Bosch da görmüştü. Orası herhalde banyoydu. “Adam banyoda,” dedi kadın. “Zaten ben de her şeyi orda gördüm.” Bosch gözlerini pencereden ayırıp kadına baktı. “Ne gördün?” “Ben, şey banyo dolabına bir göz attım.

Evde neler bulunduğuna baktım. Bir kızın dikkatli olması gerekir. Her şeyi gördüm. Yani makyaj malzemeleri. Bilirsin işte, rimeller, rujlar, pudralar filan. Böylece adamın o olduğunu anladım. İşi bittikten sonra onları işte bu malzemelerle boyuyordu. Yani öldürdükten sonra.” “Bunu bana niye telefonda söylemedin?” “Sormadın ki.” Adamın gölgesi öteki pencerenin perdesinde göründü. Bosch’un beyni hızla çalışırken, kalbi de aynı tempoda atmaya başlamıştı. “Sen burdan çıkalı ne kadar oldu?” “Ne bileyim, Bulvar’a gitmek için Franklin Caddesi’ne kadar yürüyüp otostop çekmek zorundaydım. O arabada da on dakka falan kaldım. Yani bilmiyorum.” “Bir tahmin yürüt.

Bu çok önemli.” Allah kahretsin, dedi Bosch Eli yastığın altında bir şey tuttu. Adam gözlerini bir an bile Bosch’dan ayırmamıştı. Bosch gözlerindeki o ifadenin korku olmadığını anladı. Başka bir duyguydu. Öfke mi? Nefret mi? Adamın eli yastığın altından çıkıyordu. “HAYIR!” Bosch tetiği çekti ve iki eliyle tuttuğu tabanca yukarı doğru sarsıldı. Çıplak adam geriye savruldu. Arkasındaki ahşap kaplı duvara çarptı ve çırpınarak yatağın üzerine düştü. Bosch hızlı adımlarla odaya girip yatağa yaklaştı. Adamın sol eli yine yastığa doğru gidiyordu. Bosch sol ayağını kaldırıp adamın sırtına abandı ve hareket etmesini önledi. Kemerinden kelepçelerini çıkarıp adamın bileklerine taktı. Çıplak adam inliyordu. “Ben… yapamam…” dedi, ama kan tükürerek öksürmeye başlayınca cümlesini tamamlayamadı.

“Sana söylediğimi yapamaz mıydın?” dedi Bosch. “Sana kıpırdamamanı söylemiştim!” Ölsen iyi olur, dedi içinden ama yüksek sesle tekrarlamadı. Hepimiz için daha kolay olacak. Yatağın etrafında dönüp yastığa yaklaştı. Altında duran nesneye baktı ve yastığı tekrar yerine bıraktı. Gözlerini bir an sımsıkı kapattı. “Allah kahretsin!” diye haykırdı çıplak adama doğru. “Ne yaptın sen? Elimde silah vardı ve sen yastığın altına uzanıp… Sana kıpırdamamanı söylemiştim!” Adamın yüzünü görmemek için yatağın öbür tarafına geçti. Kirli beyaz çarşafa ağzından kan boşalıyordu. Bosch kurşunun akciğerine saplandığını biliyordu. Çıplak adam artık ölmek üzereydi. “Ölmek zorunda değildin,” dedi Bosch. Ve adam öldü. Bosch gözleriyle odayı taradı. Başka kimse yoktu.

Evden kaçan fahişenin yerine bir başkası gelmemişti. Banyoya geçip lavabonun altındaki dolabı açtı. Fahişenin dediği gibi makyaj malzemeleriyle doluydu. Bosch bazı markalan tanıyordu. Max Factor, L’Oreal, Cover Girl, Revlon, her şey tabloya uygundu. Banyonun kapısından yatağın üzerindeki cesede baktı. Oda hâlâ barut kokuyordu. Bir sigara yaktı. Evin içi öylesine sessizdi ki rahatlatıcı dumanı ciğerlerine çekerken, tütünün yanarken cızırdadığını duyabiliyordu. Evde telefon yoktu. Küçük mutfakta bir iskemleye oturup beklemeye başladı. Odanın öteki köşesindeki cesede bakarken, kalbinin deliler gibi attığını ve başının döndüğünü hissetti. Duygularından arınmış gibiydi. Yatağın üzerindeki adama karşı ne sempati, ne suçluluk, ne de üzüntü duyuyordu. Hiçbir şey hissetmiyordu.

Dikkatini gitgide yaklaşan siren sesine verdi. Bir süre sonra birden fazla siren sesinin geldiğini fark etti. BİR Los Angeles’ın merkezindeki Eyalet Mahkemesi’nin koridorlarında oturacak bir tek bank bile yoktur. Soğuk mermer zemine oturmak için sırtını duvara dayayıp yere çökenleri önlerinden geçen polisler derhal ayağa kaldırır. Zaten polisler hiç durmaksızın koridorları dolaşırlar. Etrafta konuksever bir hava olmamasının nedeni; federal hükümetin, mahkemelerin uzun sürdüğü, adalet mekanizmasının ağır işlediği ya da hiç işlemediği görüntüsünü vermek istememesidir. İnsanların sıra sıra bankların üzerine ya da yere serilerek yorgun gözlerle mahkeme salonunun kapılarının açılıp sevdiklerinin ya da kendi davalarının başlamasını beklemelerini hükümet hiç istemiyor. Bu manzara Spring Sokağı’ndaki Eyalet Ceza Mahkemesi’nin koridorlarında her gün yaşanmaktadır. Gün boyu her katın koridorları kocalarını, babalarını ya da sevgililerini bekleyen kadın ve çocuklarla doluyor. Genelde bu insanlar ya kara ya da kahverengi derili. Banklar açık denizde kaybolmuş, dalgalara kapılmış, kurtarılmayı bekleyenlerle tıkış tıkış dolu cankurtaran sandallarını andırıyor. Adliyenin ukalaları onlardan “kayıkçılar” diye söz ediyor. Eyalet Mahkemesi’nin basamaklarında sigarasını tüttüren Harry Bosch aradaki farkları aklından geçiriyordu. Bir şey daha vardı. İçerdeki koridorlarda sigara içmek yasaktı.

Yani davaya ara verilince asansörle aşağı inip dışarı çıkmak zorundaydı. Adalet terazisini elinde tutan gözleri bağlı kadın heykelinin beton kaidesinin arkasında içi kum dolu büyük bir küllük vardı. Bosch heykele bakarken adını bir türlü anımsayamıyordu. Yunancaydı galiba, diye düşündü ama emin değildi. Bakışlarını elindeki gazeteye çevirip öyküyü bir kez daha okudu. Son zamanlarda sabahları gazetelerin yalnızca spor sayfalarına bakar olmuştu. Gollerin, sayıların dikkatle alt alta sıralandığı sayfaları okurken rakamların ve yüzde hesaplarının kendisini rahatlattığını hissediyordu. Karmakarışık bir dünyada, bu açık ve kesin rakamlar belirgin bir düzen oluşturur gibiydi. Dodgers beysbol takımında en fazla sayıyı kimin yaptığını okurken, yaşadığı kent ve kendi yaşamı arasında bir bağ varmış gibi hissediyordu. Ama bugün spor sayfalarını mahkeme salonundaki iskemlenin altında duran çantasında bırakmıştı. Los Angeles Times’m kent haberleri bölümünü, otoyolda sürücülerin araba kullanırken bir yandan da okumak için yaptıkları gibi, incecik katlamış, birinci sayfanın alt köşesinde yer alan davayla ilgili haberi dikkatle okuyordu. Kendisi hakkında yazılanları bir kez daha okurken, yüzüne ateş bastığını hissetti. POLİSİN “PERUKLU” ADAMI ÖLDÜRME DAVASI BAŞLIYOR Joel Bremmer, Times muhabiri Bugün olağandışı bir yurttaşlık hakları davası başlıyor. Los Angeles Emniyeti’nden bir dedektif dört yıl önce, seri katil olduğu varsayılan bir kişiyi, tabancasına uzandığını zannederek vurup ölümüne yol açtığı için aşırı güç kullanmakla suçlanıyor. Oysa gerçekte katil zanlısı peruğunu almaya çalışmıştı.

Los Angeles Emniyeti’nden Dedektif Harry Bosch (43), Bebekçi ölümleri diye adlandırılan seri cinayetlerin soruşturması sırasında ölen, uzay sanayisi dalında çalışan Norman Church’ün dul karısı tarafından Eyalet Mahkemesi’nde dava ediliyor. Olaydan yaklaşık bir yıl kadar önce, polisler 11 kurbanını öldükten sonra yüzlerine makyaj yaptığı için medya tarafından “Bebekçi” adıyla anılan seri katilin peşindeydi. Katilin sürekli olarak hem Bosch’a, hem de Times’a şiirler ve notlar göndermesiyle soruşturma çok ünlenmişti. Church’ün ölümünden sonra polis, mühendisin aranan katil olduğu konusunda kesin kanıtlara sahip olduğu açıklamasını yapmıştı. Bosch bir süre açığa alınmış ve daha sonra Los Angeles Emniyeti Gasp-Cinayet Masası’ndan Hollywood Beldesi Cinayet Masası’na atanmıştı. Bu rütbe indiriminin, Church’ün öldürüldüğü Silverlake semtindeki eve girerken Bosch’un destek çağırmamak gibi bir usul hatası yaparak disiplin suçu işlediği gerekçesiyle gerçekleştirildiği vurgulanmıştı. Polis müdürleri Church’ün öldürülmesinin ‘iyi’ bir atış olduğunu söylemişlerdi. Meslek terminolojisine göre Bosch gerektiği gibi davranmıştı. Church’ün ölmüş olması davanın görülmesini zorlaştırdığından, polisin topladığı kanıtların çoğu yeminli ifadelerde açıklanmamıştı. Bu durumun federal mahkemede değişeceğine inanılıyor. Bir hafta süren jüri üyelerinin seçiminin bugün tamamlanması ve ardından avukatların açılış konuşmalarını yapmaları bekleniyor. Bosch öykünün devamını okumak için gazeteyi yeniden katlamak zorunda kaldı. İç sayfada kendi fotoğrafına gözü takılınca bir an dikkati dağıldı. Eski bir fotoğraftı ve suçluların emniyette çekilen resimlerinden pek farklı görünmüyordu. Ruhsatında da aynı fotoğraf vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir