Paul Cleave – Koleksiyoncu – Katiller Katillerin Peşinde

Katilleri kaçırıp koleksiyonunu yapan tehlikeli bir akıl hastası ve hapishaneden yeni çıkan eski dedektif Tate… Ölümler, kundaklanan evler ve ortadan kaybolan insanlar arasında kana bulanan yolunu aydınlatması için Tate en küçük bir ipucunu bile atlamamalı. “Kalbinizi sıkıştıracak bir seri katil romanı. Şiddetin kulak tırmalayan senfonisini duyacaksınız!” Publishers Weekly “Vurucu, karanlık ve bir çırpıda okunan Koleksiyoncu herkesin içindeki o şeytani dürtüyü sorgulamasına neden oluyor ve son sayfaya kadar okuyucuyu hipnoz altında tutuyor.” Booklist “Gerilimin ustası Paul Cleave korkuyu iliklerinize kadar hissettirecek. Işığı açık bırakmadan uyuyamayacaksınız!” Kirkus Reviews “Yeni Stephen King.” NDR Almanya. Emma Green, yaşlı adamın ölmemiş olduğunu umuyor. İnsanın umduğu şey ile olduğunu düşündüğü şeyin aynı olmadığı o anlardan biri. Adam öldü mü ölmedi mi bilmiyor, ama ölen bir şey varsa o da kesinlikle kafe. Son bir saatte topu topu iki müşteri geldi, onlar da kahveden başka bir şey ısmarlamadı. Ama kızın patronu işlerin yavaş olduğu bir pazartesi akşamında bile kimsenin erkenden eve gitmesine izin verecek bir tip değil. Sevecen biri olduğu da söylenemez. Arkadaki otoparkta kızın arabası, patronunun arabası ve bir iki araba daha duruyor. Yanda, otoparkın çıkışına doğru çöp tenekeleri var ve önlerine süt kutuları dizilmiş. Havada çürük lahana kokusu var.


Fazla ışık yok, ama karanlık da değil. Kız, arabanın ön koltuğunda iki büklüm oturan yaşlı adamı görebiliyor. Adamın ağzı açık, gözleri kapalı ve başı yana devrilmiş. Tuvalette ölü bulduklarında büyük babası nasıl görünüyorsa öyle görünüyor İhtiyar uzun süre çıkmayınca şüphelenip kapıyı kırmışlardı.Hiç hoş bir manzara değildi. Kız kalkıp arabanın yanma gidiyor ve içeri bakıyor. Adamın salyaları ağzından göğsüne akmış ve saçları o kadar seyrelmiş ki kel bile sayılabilir.Kız,adamı tanıyor. Birkaç saat önce geldi, kahve ve poğaça alıp köşedeki masaya geçti ve gazetenin kare bulmacasını çözerek vakit öldürdü. Kalemini masaya vurarak, “Şeytanın yaşadığı yer,” diye mırıldanıp duruyordu ve cevabı bildiğini düşünen kız, adamın omzunun üstünden bulmacaya baktığında beş harflik bir boşluk olduğunu gördü.Christchurch’te on iki harf vardır. “Hades,” dedi adama. Adam gülümseyip teşekkür etti; oldukça nazikti. Uyuduğunu umarak pencereyi tıklatmak istiyor, ama adam uyuyorsa bunu yaptığında korkup irkilebilir ve utanacağı bir duruma düşebilir. Fakat uyumuyorsa, kalbi sadece birkaç saniye önce durmuşsa bu sayede kalbinin yeniden atmaya başlaması ihtimali var.

Şöyle bir düşünüyor. Hesaplar tutmuyor, çünkü adam kafeden ayrılalı en az bir saat oldu. Yine bulmaca çözmeye çalışmadıysa neden bir saat arabasında oturup ölümü beklesin ki? Eh, belki şeytan onu haklamıştır. Kız gözleriyle arabayı kontrol ediyor. Uzanıyor, ama dokunmuyor. Acaba bu işi başka birine mi bıraksa? Ama bunu yaparsa sabahleyin yaşlı adamı şimdi olduğu gibi ölü bulabilir. Tek bir farkla; birileri muhtemelen cebindeki paraları ve arabanın radyosunu yürütmüş olur.Park edilmiş bir arabada aniden ölen kendisi olsa insanların yanından geçip gitmelerini ister miydi? Camı tıklatıyor, ama adam kıpırdamıyor. Yeniden tıklatıyor. Çıt yok. Kapının koluna uzandığında midesi düğümleniyor. Kilitli değil. Kapıyı açıp parmaklarını adamın boynuna koyduğunda çenesinden akan salyalar kızın koluna bulaşıyor. Adamın teni ılık, ama nabzı atmıyor, en azından kızın dokunduğu yerde. Parmaklarını biraz daha kaydırıyor ve… Adam inleyip geri çekiliyor ve kendine gelmek için gözlerini kırpıştırırken, “Ne var, ne oluyor?” diye bağırıyor “Hey, hey ne yaptığını sanıyorsun?” “Ben…” “Seni kahrolası hırsız fahişe!” Sesi hiç de büyük babasının Alzheimer’a yakalanmadan önceki sesi gibi nazik değil.

Elinden tutup kızı sertçe kendine doğru çekiyor “Sen beni soymaya mı…” “Sandım ki…” Adam, “Fahişe!” diye bağırıp kızın suratına tükürüyor Yaşlı adamın teninin, yediklerinin ve giysilerinin kokusu kızın burnuna doluyor. Kemikli parmaklarıyla kızın kolunu sımsıkı kavrıyor ve kurtulamıyor. Midesi bulanıyor. O açıyla durmak belini ağrıttı, geçen yıl geçirdiği trafik kazasından beri hangi açıyla durursa dursun beli ağrır zaten. Adamın elini ittirmeye, parmaklarından kurtulmaya çalışıyor. “Beni soymaya çalışıyordun!” Kız, “Hayır, hayır, ben… Şeyde çalışıyorum…” diyor, ama cümlesi hıçkırıklarla bölünüyor. “Kahve ve poğaça almıştınız ve ben sandım ki…” Bu kadar yakındayken adamın nefesi kızın makyajının akmasına yol açacak kadar sıcak ve nemli. Kız sözünü tamamlayamıyor.Adam kızı bırakıp suratına bir tokat atıyor. Sert bir tokat. Kızın on yedi yıllık hayatında yediği tüm tokatlardan daha sert. Kızın kafası yana savruluyor. Yanağı alev alev. Ardından adamın elleri kızın göğsüne kayıyor. Başlangıçta adamın kendisini ellemeye çalıştığını sanıyor, ama adamın niyeti kızı itmek.

Bunu yaptığında kız yere yuvarlanıyor ve birden gözleri kararınca sırt üstü yere düşüyor. Ellerini son anda arkaya almayı başararak düşüşün hızını hafifletiyor.Arabanın kapısı çarparak kapanıyor ve motor çalışıyor. Adam arabayı uzaklaştırmadan önce camı indirip bir şeyler daha söylüyor, ama hem motorun gürültüsünden hem de kan beynine sıçradığı için adamın ne dediğini duymuyor. Adam hızla çıkışa gidip duvarın fazlasıyla yakınından geçtiği için çöp tenekesinin kenarına çarpıyor. Çarptığı yer içe gömüldüğü için kız adamın aracı çekip kendisine biraz daha bağıracağını zannediyor, ama öyle olmuyor Son hız sokağa daldığında başka bir arabanın fren sesleri duyuluyor ve biri, “Orospu çocuğu,” diye bağırıyor. Kız öfkeden ağlayarak yerde oturuyor; çantası yanı başında, içindekiler yere saçılmış. Önce içeri dönüp patronuna olanları anlatmayı düşünüyor, ama adam hepsinin kızın hatası olduğunu söyleyecektir. Patronunun bir diğer özelliği de her zaman, her şeyin başkalarının hatası olduğunu düşünmesi. Herhalde kızın bir şekilde kendisini suçlamaya çalıştığını zannedip hemen savunmaya geçecektir. Ayağa kalkıyor ve avuçlarına bakıyor. Sağ avucu soyulmuş ve derisi balon gibi gerilmiş. Fakat kanamamış.Ilık rüzgâr yüzüne çarpıp avuçlarındaki yaralan acıtırken gözyaşlarını silip, “Orospu çocuğu,” diye fısıldıyor. Kız çantasını yerden alıp anahtarlarını arıyor, ama anahtarlar orada değil.

Yere çömeliyor. Otoparka giderken anahtarları eline almamış mıydı? Emin değil. Ama etrafa bakındığında anahtarların külüstür Toyota’nın tekerleğinin arkasına yuvarlanmış olduğunu görüyor. O tarafa gidip yere çömeliyor ve anahtarlara uzanıyor. Yaklaşan ayak sesleri. Başını kaldırdığında lambanın ışığında bir adamın siluetini görüyor. Neyse ki biri ona yardıma geldi. Sadece, “Teşekkürler…” diyebiliyor ve bunu derken adamın ona saldırmasıyla beraber ikinci bir panik dalgası bütün vücudunu sarıyor. Neler olduğunu anlamıyor Adamla mücadele etmeyi denediğinde adam kızın kafasına o kadar sertçe vuruyor ki gözleri kararıyor. Kız bayılmak üzere olduğunu hissediyor. Mücadele ettiğini sanıyor, ama artık emin değil çünkü kendini bir rüyanın kollarına bırakmış vaziyette. Kıza gülümseyen büyükbabası, kahvesini yere döken ve patronu tarafından dışarı atılan arabadaki yaşlı adam, geceyi onunla geçirmek isteyen erkek arkadaşı. Şeytanın Christchurch’te yaşadığını, oraya yerleştiğini ve arkadaşlarını şehre saldığını düşünüyor. Bunların gerçek olamayacağını düşünüyor, ama gerçek. Tüm umutları kaybolup gidiyor.

Yeniden gözlerini açtığında ne kadar zaman geçtiği konusunda hiçbir fikri yok. Tıpkı geçen yıl kaza geçirdiği zamanki gibi. O zaman da araba çarpmıştı, ama hiçbir şey hatırlamıyordu. Ne kaza saatini, ne de ertesi günü. Bu sefer hatırlıyor. Kaçıran kişi onu bir tür şilteye yatırmış, ama yana yuvarlandığında şilte sona ermiyor. İp olduğunu sandığı bir şeyle arkadan bağlanan bilekleri çok acıyor. Bacakları da bileklerini bir arada tutan her neyse onunla bağlanmış. En kötüsüyse baş ağrısı. Gözlerinin arkasındaki baskı o kadar şiddetli ki herhalde dışarı fırlamalarını engelleyen tek şey kızın gözlerini sardıkları bez. Susuz ve aç. İçerisi sıcak ve havasız. En az 32 derece ve karanlık. Kız ağlamaya başlıyor Burası hastane değil. Onu sıcaktan pişmesi için bağlayıp fırını andıran bir odaya hapsetmişler.

Ayak sesleri. Parkeler gıcırdıyor: Önce kilit açılıyor, sonra da kapı. Biri ona yaklaşıyor ve kız adamın soluklarını duyuyor. Konuşmaya çalışıyor, ama konuşamıyor Ailesini, arkadaşlarını ve erkek arkadaşını düşünüyor Kafedeki yaşlı adamı düşününce buradan canlı kurtulursa bir daha hiç kimseye yardım etmeyi denemeyeceği konusunda kendi kendine söz veriyor. İç.” Erkek sesi. Ağzındaki baskı azalmış. Kendisini bu durumdan kurtaracak bir şeyler söylese? Adamın onu bırakmasını sağlayacak bir şeyler. Ağlayarak, “Lütfen, lütfen,” diyor. “Lütfen beni incitme. Ölmek istemiyorum, lütfen, yalvarırım,” diyor ve gözyaşları yanaklarını ıslatıyor. Daha önce hiç bu kadar ağlamamış ve hiç bu kadar korkmamış. Bu adam ona kötü şeyler yapacak. Kız hayatının sonuna dek adamın ona yaptıklarıyla yaşamak zorunda kalacak, anılan kızın peşini bırakmayacak ve sonunda onu delirtecek. Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın kız bu olaydan sağ çıkamayacak ve bir parçası ölüp gidecek.

Ama bunu atlatacak. Hayatta kalacak. Hayatta kalacağını biliyor, çünkü… Bunun onun başına gelmemesi gerekirdi. Hayatı böyle bitmemeli. Bitemez. Çok anlamsız. Sarsıla sarsıla ağlıyor. “Lütfen,” diyor yeniden ve plastik bir şişenin ucu dudaklarına değiyor. “Su,” diyor adam. Şişeyi hafifçe kaldırıyor ve su kızın ağzına akıyor. Adamdan nefret etse de susuzluk çok güçlü. İçeceği kabul ediyor. Ama adam, kız birkaç yudum aldıktan sonra daha fazlasını içmesine müsaade etmeden şişeyi çekiyor. “Birazdan daha fazla içe bileceksin.” “Kimsin sen? Bana bunu neden yapıyorsun?” Adam, “Soru sormak yok,” diyor.

Ağzında tekrar bir baskı, bir tür bant. Kıza, “Gücünü korumalısın,” diyor. “Senin için özel şeyler planladım, önümüzdeki hafta çok eğleneceğiz. Bunlara ihtiyacın olmayacak.” Bir bıçak kızın giysilerinin altına doğru ilerliyor. Adam giysileri keserek çıkarıyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir