Tess Gerritsen – Rizzoli ve Isles Serisi 5 – Siliniş

SİLİNİŞ Kendini bir rehine krizinin yanlış tarafında bulunca, hamile olan cinayet masası detektifi Jane Rizzoli, hayatının en mutlu saatleri olabilecek süreçte kendini tanı bir kâbusun ortasında bulur. İsimsiz, güzel bir kadın, morga ceset olarak getirilir. Fakat Boston’lu tıp uzmanı Maura Isles ceset torbasını açıp baktığında, unutamayacağı bir korku yaşar: Ceset gözlerini açar! Hâlâ hayatta olan kadın hastaneye yetiştirilir, ama tuhaflıklar çok geçmeden ölümcüllüğe dönüşür. Kadın, son derece soğukkanlı bir şekilde güvenlik görevlisini öldürerek hastalan rehin alır… Aralarından biri hamile cinayet detektifi Jane Rizzoli’dir. Bu şiddet eğilimli, çaresiz ruh kimdir ve istediği nedir? Gergin saatler ilerlerken Maura, Jane’in kocası FBI ajanı Gabriel Dean’le işbirliği yaparak gizemli katilin kimliğini araştırmaya başlar. Federal ajanlar aniden ortaya çıkınca, Maura ve Gabriel sıradan bir rehine krizinden çok daha derinlere uzanan bir olayla karşı karşıya olduklarını anlarlar. Bu gizemin anahtarını sadece silahlı çılgın kadınla kapana kısılmış olan Rizzoli elinde tutmaktadır… Tabii eğer hayatta kalırsa.


Hikâyeye başlayabileceğim birçok nokta var. Miadziel yöresindeki Servac Nehri kıyılarında büyüdüğüm Kryvicy kasabasından başlayabilirim. Sekiz yaşımdayken annemin öldüğü veya on iki yaşımdayken babamın komşunun kamyonunun tekerlekleri altında kaldığı günlerden başlayabilirim. Ama sanırım hikâyeme Belarus’taki evimden çok uzaklarda, Meksika çöllerinden başlamalıyım. Masumiyetimi kaybettiğim yer orasıydı çünkü. Hayallerim orada öldü. Bulutsuz bir Kasım günüydü ve büyük siyah kuşlar hayatımda daha önce hiç görmediğim kadar masmavi bir gökyüzünde daireler çiziyordu. Gerçek adımı bilmeyen ve bunu hiç umursamayan iki adamın kullandığı beyaz bir minibüste oturuyordum.


Sadece gülüyor ve Mexico City’de uçaktan inerken gördüklerinden beri bana Red Sonja diyorlardı. Anja bunun saçlarımdan kaynaklandığını söylüyordu. Red Sonja, benim hiç görmediğim ama Anja’nın gördüğü bir filmin adıydı. Bana Red Sonja’nın, düşmanlarını kılıcıyla kesip biçen güzel bir kadın savaşçı olduğunu fısıldadı. Güzel olmadığım için adamların bu ismi benimle alay etmek için kullandığını düşünüyordum; sonuçta bir savaşçı da değildim. Daha on yedi yaşımdaydım ve başıma neler geleceğini bilmediğim için korkuyordum. Minibüs ikimizi ve diğer beş kızı ıssız çöl yollarından götürürken Anja’yla el eleleydik. Minsk’teki kadının bize söz verdiği şey, bir “Meksika Paket Turu”ydu ama gerçekte ne anlama geldiğini biliyorduk: Bir kaçış! Bir şans. Bize uçakla Mexico City’ye gideceğimizi ve oradaki hava alanında birilerinin bizi karşılayacağını, sınırdan geçerek yeni bir hayata başlamamıza yardım edeceklerini söylemişti. “Burada hayatınızda ne var ki?” demişti. Kızlar için iyi işler yok, ev yok, kaliteli erkekler yok. Anne ve babalarınız yok. Ve sen Mila, İngilizce’yi çok iyi konuşuyorsun, demişti bana. “Amerika’da bu kadar kolayca uyum sağlarsın.” Parmaklarını şaklatmıştı.

“Cesur ol! Şansını kullan. Yol masraflarınızı işverenleriniz karşılayacak. Ne bekliyorsunuz ki?” Arabanın pencerelerinden uzanan uçsuz bucaksız çöle bakınca, bunu beklemediğimi düşündüm. Anja bana sokulurken, minibüsteki bütün kızlar sessizdi. Hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk: Ne yaptım ben? Araba yolculuğumuz bütün sabah sürmüştü. Öndeki iki adam bize bir şey söylemiyordu ama yolcu tarafındaki adam dönüp dönüp bize bakıyordu. Daima Anja’ya göz atıyordu ve bakışlarından hoşlanmamıştım. Arya başını omzuma koyarak uyuduğundan bunu fark etmemişti. Çok utangaç bir kız olduğu için okulda ona hep “fare” derdik. Bir delikanlının ona bakması bile kızarmasına yeterdi. Aynı yaştaydık ama Anja’nın uyuyan yüzüne baktığımda bir çocuk görüyordum ve şöyle düşünüyordum: Onun benimle gelmesine izin vermemeliydim. Ona Kryvicy’de kalmasını söylemeliydim. Sonunda minibüs otobandan ayrıldı ve toprak bir yola daldı. Diğer kızlar sarsıntıyla yanarak pencerelerden uzanan kahverengi tepelere ve eski kemikler gibi dağılmış kayalara baktılar. Büyüdüğüm kasabaya ilk kar çoktan düşmüştü ama burada, kışın bilinmediği topraklarda, sadece toz, masmavi gökyüzü ve kavruk çalılar vardı.

Araba durdu ve iki adam dönüp bize baktı. Şoför Rusça konuştu. “Şimdi inip yürüme zamanı. Sınırı geçmenin tek yolu bu.” Minibüsün yan tarafındaki sürgülü kapıyı açtılar ve yedi kız teker teker inerek, güneşten gözlerimizi kırpıştırarak ve uzun yolculuktan sonra gerinerek indik. Parlak güneş ışığına rağmen hava beklediğimden çok daha serindi. Anja elimi tuttuğunda titriyordu. Buradan, diye emretti şoför ve bizi tepelere uzanan toprak bir yola yönlendirdi. Kayaların ve bacaklarımıza takılan dikenli çalıların arasından tırmandık. Anja’nın ayağında açık ayakkabılar vardı ve sivri taşlan silkelemek için sık sık duruyordu. Hepimiz susamıştık ama adamlar su içmemiz için sadece bir kez durmamıza izin verdi. Sonra çakıl yolda sendeleyerek ilerlemeye devam ettik. Zirveye ulaştıktan sonra aşağı, ağaçlık bir alana doğru inmeye başladık. Kurumuş bir dere yatağı olduğunu ancak aşağı ulaştığımız zaman görebildik. Kıyıda bizden önce geçenlerin attığı şeyler vardı: Plastik su şişeleri, kirli bir bebek bezi ve derisi güneşten çatlamış eski bir ayakkabı.

Bir ağaç dalına asılı kalmış mavi bir tente parçası. Bu yoldan birçok hayalperest geçmiş, şimdi onlara yedi kız daha ekleniyordu ve Amerika’da yeni bir yaşam umudu aramıştı. Aniden korkularım silindi, çünkü burada, bu kalıntıların arasında, hedefimize yaklaştığımızı gösteren kanıtlar vardı. Adamlar bize yürümemizi işaret etti ve karşı kıyıdan tırmanmaya başladık. Anja elimi çekiştirdi. “Mila, artık yürüyemiyorum,” diye fısıldadı. Mecbursun. Ama ayaklarım kanıyor. Çürük içindeki ayak parmaklarına, kan sızan hassas derisine baktım ve adamlara seslendim: “Arkadaşım ayağını kesmiş!” Umurumda değil, dedi şoför. “Yürümeye devam edin.” Devam edemeyiz. Sarılması gerek. Ya yürümeye devam edersiniz ya da ikinizi burada bırakırız. En azından ayakkabılarını değiştirmesine izin verin! Adam bana döndü. O anda bir değişim geçirdi.

Yüzündeki ifade Anja’yı ürküttü. Diğer kızlar donup kaldılar ve adam bana doğru yürürken, iri iri açılmış gözlerle bakarak birbirlerine sokuldular. Darbe o kadar hızlıydı ki gelişini görmedim bile. Bir anda dizlerimin üzerine çöktüm ve birkaç saniye için dünyam karardı. Anja’nın çığlıkları uzaktan geliyor gibiydi. Sonra acıyı ve çenemdeki zonklamayı algıladım. Ağzımda kanın tadını hissettim. Parlak damlalar hâlinde nehir taşlarının üzerine akışını izledim. Kalk ayağa. Haydi, kalk ayağa! Burada yeterince zaman kaybettik. Ayağa kalkmaya çalıştım. Anja korku dolu gözlerle bana bakıyordu. “Mila, sadece uslu ol!” diye fısıldadı. “Bize söylediklerini yapmak zorundayız. Ayaklarım artık acımıyor, gerçekten.

Yürüyebilirim.” Şimdi anladınız mı? dedi adam, bana dönerek. Diğer kızlara baktı. “Beni kızdırdığınızda ne olacağını anladınız mı? Karşılık verirseniz? Yürüyün şimdi!” Kızlar aniden nehir yatağında sendeleyerek yürümeye başladı. Anja elimi tutarak beni sürükledi. Direnemeyecek kadar sersemlemiştim. Önümdeki yolu zorlukla görerek ve ağzımdaki kanı yutarak arkasından sendeledim. Çok kısa bir mesafe kalmıştı. Ağaçların arasından dolaşarak karşı kıyıya tırmandık ve aniden kendimizi toprak bir yolda bulduk. Orada iki minibüs park etmiş, bizi bekliyordu. Sıraya girin! diye emretti şoförümüz. “Haydi, acele edin! Size bir bakmak istiyorlar.” Bu emirle şaşırmamıza rağmen, ağrıyan ayaklarımız ve tozlu giysilerimizle yedi kız sıraya girdik. Minibüslerden dört adam indi ve şoförümüzü İngilizce selamladı. Amerikalı’ydılar.

İri yan bir adam yavaşça sıranın önünde yürüyerek hepimizi baştan aşağı süzdü. Başında bir beysbol kasketi vardı ve sığırlarını inceleyen bronz tenli bir çiftçiye benziyordu. Önümde durup bana çatık kaşlarla baktı. “Buna ne oldu böyle?” Ah, karşılık verdi, dedi şoförümüz. “Sadece bir çürük.” Çok cılız zaten. Onu kim ister ki? İngilizce anladığımdan haberi var mıydı? Umurunda mıydı? Cılız olabilirdim ama onun da domuza benzeyen gibi bir yüzü vardı. Bakışlarını çoktan diğer kızlara çevirmişti. “Pekâlâ,” dedi ve sırıttı. “Bakalım neleri varmış.” Şoförümüz bize döndü. “Giysilerinizi çıkarın!” diye emretti, Rusça. Şaşkınlıkla bakakaldık. O ana kadar Minsk’teki kadının bize doğruyu söylediğini, Amerika’da bizim için iş ayarladığını ummuştum. Anja üç küçük kıza bakacak, ben de bir gelinlik mağazasında tezgâhtar olarak çalışacaktım.

Şoför pasaportlarımızı aldıktan sonra bile, toprak yollarda düşe kalka yürürken bile, kafamda bu düşünce vardı: Hâlâ her şey yoluna girebilir. Hâlâ doğru olabilir. Hiçbirimiz kıpırdamadık. Bizden yapmamızı istedikleri şeye hâlâ inanamıyorduk. Beni duymadınız mı? diye bağırdı şoförümüz. “Hepiniz onun gibi mi olmak istiyorsunuz?” Darbe yüzünden hâlâ zonklayan şişmiş yüzümü işaret etti. “Dediğimi yapın!” Kızlardan biri başını iki yana saklayarak ağlamaya başladı. Bu, şoförü öfkelendirdi. Attığı tokatla kızın başı arkaya döndü ve kız yana doğru sendeledi. Kızı kolundan tutup bluzunu yakaladı ve yırtarak açtı. Kız çığlık çığlığa bir hâlde adamı itmeye çalıştı. İkinci tokat kızı yere serdi. Adam kıza yaklaşıp kaburgalarına sert bir tekme patlattı. Şimdi, dedi, bize dönerek. “Sıradaki kim olacak?” Kızlardan biri hemen, gömleğinin düğmelerini açmaya başladı.

Şimdi hepimiz itaat ediyor, bluzlarımızı, gömleklerimizi, eteklerimizi ve pantolonlarımızı çıkarıyorduk. Utangaç, küçük Anja bile itaatkâr bir şekilde üstünü çıkardı. Her şeyi! diye emretti şoförümüz. “Hepsini çıkarın. Siz kaltaklar neden bu kadar yavaşsınız? Ama hızlı hareket etmeyi yakında öğrenirsiniz.” Kollarını göğüslerinin üze rinde kavuşturmuş olan bir kıza yaklaştı. Kız külotunu çıkarmamıştı. Adam bel lastiğini yakalayıp çekerek koparırken kız yüzünü buruşturdu. Dört Amerikalı etrafımızda kurtlar gibi dönmeye, vücutlarımızı baştan aşağı incelemeye başladılar. Anja o kadar titriyordu ki dişlerinin takırdadığını duyabiliyordum. Bununla bir deneme yapacağım. Kızlardan biri bileğinden sertçe çekilip sıradan uzaklaştırılırken hıçkırdı. Adam saldırısını gizlemeye bile gerek duymadı. Kızı yüzükoyun minibüslerden birinin yan tarafına itti, pantolonunun fermuarını indirdi ve kızın içine girdi. Kız çığlık attı.

Diğerleri de yaklaşıp tercihlerini yaptı. Anja aniden yanımdan uzaklaştırıldı. Onu tutmaya çalıştım ama şoför kolumu kıvırarak bizi ayırdı. Seni kimse istemiyor, dedi. Beni minibüse itip içeri kilitledi. Pencereden her şeyi görüp duyabiliyordum; adamların kahkahaları, kızların karşı koymaları ve çığlıkları.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir