George Sand – Şeytanlı Göl

“Kenevircinin Gece Söyleşileri” adı altında toplamayı düşündüğüm köy yaşamıyla ilgili romanlar dizisine “Şeytanlı Göl”le başlarken, yazında herhangi bir devrimci savım, yöntemim yoktu. Kimse kendi başına bir devrim yapamaz. Aslında, hele güzel sanatlarda, bu görevi herkes üzerine almış olduğu için, insanlık onu ayrımına varmadan gerçekleştirir. Ama bu düşünce, köy yaşamını ele alan romanlara uygulanamaz. Bu tür roman, her dönemde, kimileyin gösterişli, kimileyin süslü, kimileyin saf olarak, türlü biçimlerde yaşadı. Kır yaşamı düşleminin, her dönemde kentlerin ve sarayların ülküsü olduğunu daha önce de söylemiştim; bunu burada bir daha yineleyeyim. Uygar insanı ilkel yaşamın güzelliklerine götüren eğilime uymakla, yeni bir şey yapmış olmadım. Ne yeni bir dil yaratmak, ne de yeni bir biçem aramak istedim. Buna karşın birçok yazıda bunun tersi ileri sürüldü; ama, düşüncelerimi kimse benden iyi bilemez. Sanat yapıtının doğuşunda biricik esin kaynağı, en sıradan bir düşünce ya da en sıradan bir durum olduğu halde, eleştirmenlerin onu hep uzaklarda aramalarına şaşarım. “Şeytanlı Göl”e gelince; beni, konusu her gün seyrettiğim gösterişsiz görünümler arasında geçen bu alçakgönüllü öyküyü yazmaya yönelten, kitabın birinci bölümünde anlattığım gibi, Holbein’ın (1) beni etkileyen bir resmi, gördüğüm gerçek bir ekim sahnesi oldu. Bu romanı ne amaçla yazdığım sorulacak olursa, çok dokunaklı, çok yalın bir şey ortaya koymak istediğimi; ama, istediğim gibi başarılı olamadığımı söyleyeceğim. Güzelliğin yalınlıkta olduğunu anladım, duyumsadım. Ancak, görmek ve betimlemek ayrı ayrı şeylerdir. Sanatçının bütün isteği, görmesini bilenleri, görmeye yönlendirmektir.


Onun için, sizler görün; gökyüzünü, tarlaları, ağaçları ve özellikle saf ve doğal yaşayışları içinde köylüleri görün. Bunları kitabımda biraz göreceksiniz. Holbein’ın bir kompozisyonunun altındaki, eski Fransızca’yla yazılmış bu dörtlük, yalınlığı içinde derin bir üzüncü anlatır. Resim, bir tarlada çift süren bir çiftçiyi betimler. Uzakta geniş bir ova, bu ovada yoksul kulübeler göze çarpar. Güneş, tepenin ardında batıyor. Çetin bir iş gününün sonudur. Köylü, üstü başı eski püskü, bodur ve yaşlı bir adamdır. Yeddiği atlar zayıftır, bitkindir; saban engebeli ve sert bir toprağa saplanmıştır. Bu ter ve didinme sahnesinde yalnızca bir yaratık neşeli ve çeviktir. Bu, ürkmüş atların yanı sıra, saban izleri içinde koşan ve atları kamçılayarak yaşlı çiftçiye yamaklık eden düşlemsel bir kişi, kamçılı bir iskelettir. Holbein’ın felsefesel ve dinsel olduğu denli üzücü ve gülünç konularının arasına simgesel olarak kattığı bu ürkütücü hayal ölümdür ve Ölümün Simgesi adını almıştır. Bu koleksiyonda ya da daha doğrusu, her sayfasında rolüne raslanan ölümün asıl bağ ve düşünce olduğu bu geniş kompozisyonda, Holbein, hükümdarı, dinsel önderleri, âşıkları, kumarcıları, sarhoşları, rahibeleri, fahişeleri, haydutları, yoksulları, savaşçıları, keşişleri, Yahudileri, gezginleri, döneminin ve dönemimizin bütün insanlarını gösterir; her yerde ölümün düşlemi sırıtır, meydan okur ve zafer kazanır. Yalnızca bir tabloda yoktur: Bu da, zenginin kapısında gübre yığını üzerine uzanmış zavallı Lazar’ın, kuşkusuz yitirecek hiçbir şeyi bulunmadığı ve yaşayışının ölümden ayrımı olmadığı için, ondan korkmadığını söylediği tablodur. Yarı putatapar Rönesans Hristiyanlığının bu stoacı düşünüş biçimi, insana yeterince avuntu verir mi; dindar ruhlar aradıklarını onda bulurlar mı? Yaşamı kötü kullanan hırslı, hileci, acımasız ve sefih insanlar, ölümün saçlarından sımsıkı yakaladığı bütün o gururlu günahlılar, kuşkusuz cezaya çarpılacaklardır; ama kör, dilenci, deli, zavallı köylüler, ölümün yalnızca kendilerine özgü bir kötülük olmadığı düşüncesiyle çektikleri sürekli sürünmenin avuntusunu bulurlar mı? Hayır! Sanatçının yapıtına, hep amansız bir üzünç, korkunç bir yazgı egemendir.

Bu, insanlığın kara yazısıdır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir