Orhan Kemal – Ekmek Kavgası

Sabah, öğle, akşam karavanalarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hazla kıvrıldığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalınayak çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu, uzaklaşırlarken, erkek köpekler sıhhatten gerilmiş karınlarını güneşe devirip uyuklarlar, sarkık memeli dişiler de, peşlerinden tonton enikleriyle dolaşırlardı. Daha sonra meydan karga sürülerine kalırdı. Simsiyah kanatlarında mavi ışıltılaria kargalar «Gaak, Gaak!» diye sekerek karınlarını doyururlarken, yırtıcı kuşlar geniş kanatlariyle havada daireler çizmeğe başlayınca, karga sürülerinde ürkeklik artardı. Arada, yırtıcı kuşlardan birisi, tam tepede, asılı gibi durur durur, sonra birdenbire, şimşek hızıyla toprağa iner, gagasında kalın bir solucanla tekrar havalanırdı. Gün geldi, Alay, memleketin güvenliğini daha iyi sağlayabileceği, daha önemli bir mevkie kalktı, yerini bir «Oto bölüğü» aldı… Mutfakta karavana kaynıyordu. Lâkin Alay zamanındaki bolluk nerede… Yalınayak çocuklarla kocakarılar paslı kutularını daha önce doidurabilmek için çekişiyorlarsa da, köpekler arasında esaslı bir savaş başlamıştı. Ordaki kancık köpeklerden birini kokladı diye, yabancı bir hovardayla boğuşuluyor, hovarda sınır dışı edilinceye kadar uğraşılıyordu. Gün geldi bu «Oto bölüğü» de kalktı. Artık mutfakta esaslı şekilde yemek pişmiyordu. Nöbetçi birkaç er için küçük tencerelerde pişiyor, arsaya hemen hemen hiç bir şey dökülmüyor, pek pek, birkaç kemik, biraz ekmek içi filân… Mevsim kışa doğruydu. Bol yağmurlar, yazın çatlayan toprakları adamakıllı yıkamıştı. Sırtlarında çalı çırpıyla kocakarılar, yalınayak çocukiar, köpek sürüleri gene geliyordu. Erkekler daha sinirli, daha kavgaeı olmuşlardı. Kancıkların peşlerindeki enikler de palazlanmışlardı, lâkin zayıftılar.


Bazan ufacık bir ayak dolaşıklığı yüzünden erkek köpeklerden biri gazaba geliyor, anayı enikleri birbirine karıştırı-veriyordu… «Zavallı bir kancığı boğmak isteyen» erkek köpekse, birer kenarda hırsla bekleşen öteki erkek köpekleri çileden çıkarıyor, bir anda meydanfık birbirine giren köpeklerin yaygaralariyle doluyordu. Bazan bir kemik parçası yüzünden insanlarla köpekler arasında da kavgalar oluyordu. Dumanı tüten yağlı bir kemik parçasını teneke kutusuna sokmağa uğraşan bir kocakarının yanına sinirli bir erkek köpek usullacık sokuluyor, usta bir pençe vuruşuyla kemiği düşürüyor, kocakarı dönene kadar, ağzında kemik parçasıyla fırlıyor, kocakarıysa, dişsiz ağzıyla karanlık karanlık uluyordu: — Allah kahretsin e mi! iki gözün kör olsun e mi! Yahut, bir parça ekmek içine doğru bir kocakarı, değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek içi yalınayak bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu… Oğlan kocakarının değneğini çeki-verince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu. Kocakarı gene uluyordu: — Sürüm sürüm sürün e mi! Allah belânı versin e mi!. ilkbahara doğruydu… Bol güneşli havalar. Karlı dağlardan soğuk rüzgârlar esiyor, hafif beyaz bulutlar telâşlı koşuşuyorlardı. iki kocakarı. Alay mutfağının arkasındaki arsa6 da, ıslak toprağa karşılıklı oturmuşlardı… Teneke kutuları bomboştu. Yanıbaşlarında birkaç erkek köpek, birbirine geçmiş böğürleriyle, sinirli sinirli soluyarak uyukluyorlardı. Güneş sıcaktı. Kocakarılar, yama yama üstüne vurulmuş, kalın hırkalarını çıkardılar. Sivrilmiş omuz başları, içleri boşalmış kuru memeleri. Koltuk altları güneşte tatlı tatlı gidişti, uzun uzun kaşındılar… Sonra, hırkalarının kıvrımlarına saklanmış bitleri bulup bulup kırmağa başladılar. Sivri çenesinde üç siyah kıl fırlamış olanı: — Bet bereket vardı anam… dedi, bet bereket vardı… Yiyeceğin sözü mü olurdu? O canım fasul-yalar, nohutlar, böğrülceler… Ya pirinç pilâvları? Ötekinin bir gözü kördü. — Doğru… diye başını salladı.

Bet bereket vardı o zaman… Đnsan karnını doyururdu da, doldurur konu komşuya bile götürürdü… — Ya karpuz kabukları! Nasıl kemirirdik? -t- Eeeeh, o günler de günmüş. Allah bundan geri komasın, zere beterin beteri var! • — Bu askercikleri de ne demiye alıp götürürler sanki burdan? — Harp varmış harpj Moskof gene kafa kaldırmış diyorlar! Bir müddet korkuyla bakıştılar. Körü: — Kafa kaldırmış ha? diye başını salladı, gözlerini karşı dağlara kaldırdı. Aklından, Balkan harbinin araba tekerlekli topları geçti; ölmüş askerler, buğday çuvalları, yüklü bir arabanın tekerleği altında kafası ezilmiş bir çocuk cesedi… — Allah sen gösterme Yarabbi! Đkisinin yüreğinden de aynı korku, aynı açlık korkusu geçti. Hemen hemen aynı zamanda söylendiler: — Bundan geri koyma Yarabbi! Tepelerinde bir çaylak, geniş daireler çizerek dolaşıyordu. 1947 7 REVĐR MEYDANCISI YUSUF Revir meydancısı Yusuf. Trakyanm kıraç bir kö-yündendi. Bir gece, koyun çalmağa gelen bir hırsızt öldürüp gömmekten on sekiz yıla hüküm giymişti. Hapishaneye düştükten sonra sık sık memleketini hatırlar, iri çoban köpeklerinin gürler gibi havlıya-rak dolaştığı koyun sürülerini, tarlalara yiyecek götüren kadınları, mavi göklerde kıpkırmızı akan bulutları görür gibi olur, garip garip içini çekerdi. Şimdi, revir «Ma!ta»sının bir köşesindeki karyolasına sırt üstü uzanmış, gene memleketini düşünüyor, bir taraftan da ağırlaşan göz kapaklarını zorla açarak tavana bakıyordu. Beyaz badanalı tavanda bir tahtakurusu gözüne ilişti. Dikkatle bakti, tamam, bir tahta kurusu… Geceyi hatırladı: Đlık ılık kımıldayan havasıyla ağır gece… Taze buğday tanelerine benzeyen diri tahtakuruları, sanki avuç avuç serpilmişti. Đnsanın vücudunu ürperterek haşlıyorlar, insan iki yana çar-pındıkça, leş gibi kokuyorlardı. Yusuf, «Ulan, ne boktan iş!» diye aklından g3-çirdi, «Çobancılıkta ne tahtakurusu olur, ne bir şey. Ah çobancılık, şimdi olmalı ki…» A Bu sırada ecza odasının önünde iki hasta iri iri konuştu: — Terledin mi? — Tabiî yahu… — Ya ben? Mintan nereme deyse ateş dokunmuş gibi yakıyor.

8 Yusuf’un gözü tekrar tavandaki tahtakurusuna1 – .vti.«Ulan namussuz, şiştin şiştin yürüyemiyorsun–değil mi?» diye söylendi. «Yatağı, yorganı, somyayı, yastıkları bir güzel filitlemeli. Filitlemeli mutlaka. Su kaynatıp karyolayı tekmil haşlama!!…» Karyolasında doğruldu. Kalın bilekli, iri yumruk-Sarıvla uykulu gözlerini ovaladı, esnedi. «Yatağı gü-ze’ce kaldırmalı, diye tekrar aklından geçirdi, somyada da tahtakurusu kaynar şimdi. Somyayı da haşlamadan olmaz…» Bu işi yapmak için geç kalmış gibi bir rahatsızlık duyarak karyoladan telâşla atladı. Ecza odasından filit tulumbasını aldı. Küçük teneke pompaya ‘.’.Ukrol» doldurdu. Sonra, geldi, karyolasındaki battaniyesini yere serdi, yorganı, yastıkları çabucak battaniyeye indirdi. Bu işi yaparken ılık ılık terliyor, «Kazan kulpu»na benzeyen simsiyah kaşlarından sızan-teri koluyla siliveriyordu.

Ot somyanın üstünden yataklar kalkıverince, aydınlığa çıkan tahtakuruları kaçışmağa başladılar. Yusuf keyifli keyifli gülerek, kaba bir küfür savurdu. Tulumbayı kaptı, şehvetli bir hamleyle pompayı iki ss-fer bastı. Çağırdılar: — Yusuf! Yusuf pompayı bırakıp seğirtti. — Buyur. —¦ Bir bardak su getir! Yarım kalan işini düşünen dalgın Yusuf çabucak, bir bardak su doldurup götürdü ve karyolasına döndü. Pompayı aldı. Yarım kalan iştahıyla yeni baştan, iki sefer daha sıktı, üçüncüyü sıkmağa vakit kalmadı: — Yusuf! Gene pompayı bırakıp koştu: — Buyur! Bu sefer ecza odasından seslenmişlerdi. — Git, çayla şeker al! Uzatılan parayı, içini çekerek aldı. Alnından sızan teri silerek revir kapısına yürüdü. Çıkarken başını çevirip karyolasına, bilhassa filit tulumbasına hazin hazin baktı, merdivenleri hızla indi. O gittikten sonra mutfaktan, hasta koğuşlarından seslendiler: — Yusuf! — Yusuf! — Yusuf laaan! — Yusuf çayla şekeri getirdi, sahibine verdi. Işıl ışıl parlayan terli, esmer yüzünü nasırlı avuçlarıyla silerek karyolasının yanına geldi. Tulumbayı aldı, sıkacaktı ki: — Yusuf! , «Eeeeee…» diye bir küfür mırıldanarak mutfağa seğirtti. Aşçıbaşı onu sert karşıladı: — Nerdesin lan? Sabahtan beri tellâl olduk… Yusuf, Yusuf, Yusuf, yok.

Adam olmıyacak mısın sen — Çay almağa gittim- ağa… — Çay almağa gitmiş. Hep dalga… Doldur şu kovaları! Yusuf yutkunup sustu. Kovaları kaptı. Uzun boyuyla revir kapısında kayboldu. Çabuoak bu işi görüp bir an evvel karyolasına gelmek, tahtakuruları dağılmadan pompalamak istiyordu. Kovaları doldurup getirdi, mutfağa bıraktı. Dirseklerine kadar sıvalı iri kollarını böğürlerine dayayarak, kısa boylu aşçıya baktı; «işim bitti mi. gideyim mi?» der gibi. Aşçı ocakta kaynayan tencerelere dalmış, düşünüyordu. Yusuf usullacık sıvıştı. Karyolasına geldi. Elini pompaya tam uzatırken, gene: 10 — Yusuuuuuuf! Sanki mahsus yapıyorlardı. Revir halkı söz birliği etmiş, Yusuf tahtakurularını öldürmesin, tahtakuruları bu gece de onu yesin, diye işe tutuyorlardı. Şimdi de revir kapısı çalınmıştı… Pompayı gene bıraktı, koştu, kapıyı açtı. Pansuman yaptırmağa gelen adamı içeri aldı, demir kapıyı usullacık kilit-iedi, sonra gene karyola ve filit tulumbası.

Bu sefer de öteki sıhhiye: — Yusuuuf! Yusuf gene koştu, gene bir şeyler ısmarladılar. O gene hep aynı itirazsız, şikayetsiz, kocaman bir erkeğin biraz kızgın uysallığıyla gitti, ısmarlananları a!dı, geldi, yerlerine verdi. Bu sırada gözü revirin duvar saatına ilişmişti. «Ulaaan, ikindi olmuş be!» diye mırıldandı. «Nerdey-se hastalar akşam yemeğine oturacak. Ondan sonra sofa süprülecek, ondan sonra su taşınacak, ondan sonra…» Füit tulumbasını kaptı, iki defa hırsla pompaladı. — Yusuf! Gene aşçı çağırmıştı. Aşçının içeri içeri, kanlı gözlerini ayıra ayıra, küfrede ede söz söyleyişini hiç sevmezdi. Tulumbayı bırakıp koştu. — Hazırla şu sofrayı. Masayı çek, tabakları diz, kaşıkları… Yusuf masayı çekti, tabakları dizdi, kaşıkları koydu. Bütün bunları olağanüstü bir çabuklukla yaparken, işi erken bitirirse hastalar yemek yerken bulaşık vaktına kadar «şu namussuz tahtakurularını» pompalayıvermeyi aklından geçirdi. Dışardan çağırdılar: — Yusuf! 11 Aşçıbaşı’ya hastaların yemek kaplarını veriyordu, aldırmadı. — Yusuuf! Gene aldırmadı. Bu sefer ses gürledi: — Yusuuuuuf! Yusuf telâşla koştu.

Aşçıbaşı zaten sıcak mut–fağı hamama çeviren maden körnürü ooağının önünde haşlanmışa dönmüştü. Yusuf’un «gene niçin işi. bıraktığının» farkında değildi. Şimdi yanında bulunmayışına müthiş kızdı: «Ulan hey Allah belânı versin be! Kovmalı bu deyyusoğlu deyyusu… Amma; dalgacı yahu…» — Yusuf, Yusuuuf, Yusuuuuuf! Yusuf bunu sahiden duymadı. Aşçının ona seslendiği sıra, o, revir sofasının alt başında, sıhhiye-mahkûmlarından birisiyle konuşuyordu: — Bu karyola neden dağılmış? diye çatık kaşlı sıhhiye, Yusuf’un karyolasını göstererek sordu… Amma da intizamsız herifsin bel- Somya bir tarafta, yataklar bir tarafta, pompa öbür tarafta… Hele pompa… O senin eline yakışır mı, ayı! Ya müdür filân gelse de görse bunları böyle? Ha? Ne olur sonra? Topla kaldır haydi… Yusuf yerdekileri kaldırırken aşçı tekrar, hem* de daha beter, gazaplı, bağırdı: — Ulan dinini imanını… evlâdı! Sıhhiye mahkûm ecza odasına çekilmişti. Yusuf aşçıbasının sesine koştu: — Ne cehenneme gittin gene hergele! Tam bu sırada revir kapısı hızlı hızlı çalındı: — Nerde buranın anahtarı? — Heeey, kapıcı? . — Buranın adamı yok mu, öldünüz mü be heeyH’ Başgardiyan bıçak ve esrar aramak için gelmişti. Đçeriye usullacık girip, hastaları yataklarında bastırmak istiyordu. Fakat böyie yaygaraya verilip ortalık ayağa kalkınca, tabiî hastalar çoktan işi anla12 mış. şimdiye kadar bıçaklar da, esrarlar da «zula» (*) edilmiş olacaktı. Buysa, kapının geç açılması yüzündendi. Kapı boyuna çalınıyordu. Kilit şıkırdarken «Başgardiyan geldi!» diye haber vermediği için, Yusuf bunu herhangi bir mahkûm sanarak; «Beklesin… Patlamadı ya…» diye aldırış etmedi. Halbuki kapı omuzlanıyordu âdeta. Kapının açılmamasından mânalar çıkarıyor, kapıyı mahsustan geç açıp «zulacı»lara vakit kazandırmak istediğini sanıyordu.

Neden sonra, ilk önce sıhhiyeciler ecza odasından fırladılar, kapıda Başgardiyanı görünce, revir sofasında bir telâştır başladı: — Yusuf! — Yusuuf! — Yusuf nerede be? — Ne cehennemde bu herif yahu? — Zaten hiç yerinde durduğu yok ki… — Heey, Yusuf! Yusuf işin ehemmiyetini kavrayıp da kapıya koştuğu zaman iş işten geçmişti. Başgardiyan hırslı hırslı bağırmağa başladı: — Đşiniz gücünüz dalga! Alt tarafı bir kapı açacaksınız. Bir saattir kapı önündeyiz. Reviri sallasırt etseler haberiniz olmayacak!

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir