Richard Brautigan – Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek

O öğleden sonra, toprağın birkaç kısa gün içinde başka bir mezar haline gelmek için beklediğini bilemezdim. Kurşunu havada yakalayıp 22 ’ lik tüfeğin namlusuna geri koyamamam, onun namludan aşağı kayıp yatağına yerleşmemesi, kovanına yeniden tutunup sanki hiç ateşlenmemiş ve hatta o silaha hiç doldurulmamış gibi olamaması çok kötü. Keşke kurşun, diğer kırk dokuz kardeşi ile birlikte kutusunda olsaydı, güvenli bir şekilde silah dükkanındaki rafta duruyor olsaydı ve ben o yağmurlu Şubat öğle sonrası sadece dükkanın yanından geçmiş, içeriye hiç girmemiş olsaydım. Keşke canım kurşun değil de hamburger istiyor olsaydı. Silah dükkanının hemen yanı başında bir lokanta vardı, Çok iyi hamburger yaparlardı ama aç değildim. Hayatımın geri kalanı boyunca o hamburgeri düşünüyor olacağım. Orada, tezgahta oturmuş, gözyaşlarını yanaklarımdan aşağı akarken onu ellerimde tutuyor olacağım. Garson kız başka taraflara bakıyor olacak, çünkü ha akşamüstlerinde daktiloya vurulan hüzünlü ünlem işaretleri gibi haykırıyorlar. Bu tip rüzgarlar her zaman yorucudur ve benim sinirlerimi bozar. En iyisinden, Dünyanın en kederli balık tutma iskelesi olsun diye, kalın bir kalas uç tarafındaki küçük bir kütüğün ve bifteği andıran birkaç temel kazığının yardımıyla acemice çatılmış. Gerçekten de acıklı, hepsi de benim tasarımım ve yapıtım, yani aslında suçlanabilecek başka kimse yok ve ben, ucunda, kıyıdan yaklaşık on iki ft uzakta duruyorum. Kalas, göletin açıklarına ulaşmak için, su kamışlarının arasından dar bir koridor açıyor. Kalas ortadan bel veriyor, bu yüzden üç inç suyla kaplı ve üzerinden atlayacak kadar sağlam değil. Bunu deneseydim, benim palyaçolara benzeyen iskelem yerle bir olurdu, bu yüzden balık tutmak için kuru ucuna giderken suyun içinden geçmek zorundayım. Allahtan, on iki yaşındaki çocuklar tenis ayakkabılarının ıslanmasını pek takmazlar.


Bu, onlar için gerçekte hiçbir şey ifade etmez. Umurlarında bile değildir, bu yüzden, güney rüzgarında balık tutarak, karatavukları, su kamışlarının keskin kılıca benzer hışırtısını ve göletin bitip dünyanın kıyısının başladığı yere vuran suyun düzenli çırpıntısını dinleyerek ıslak ayaklarla orada duruyorum. Onların birkaç saat içinde gelip eşyalarını yerleştirecekleri yerin tam karşısında, göletin öbür ucunda balık tutuyorum. Olta mantarımın, yüzen garip bir metronom gibi hafif hafif aşağı yukarı vurmasını izleyerek ve balıkların en küçük bir ilgi göstermedikleri bir kurtçuğu yavaş yavaş Suya batırarak onları bekliyorum. Balıklar oltaya gelmiyorlar, ama umurumda bile değil. Ben sadece bekliyorum ve bu bekleme yolu herhangi bir bekleme yolu kadar iyidir, çünkü ne de olsa beklemek beklemektir. Güneş, önümdeki suda yansıyor, bu yüzden sürekli başka taraflara bakmak zorundayım. Ne zaman güneşe baksam, güneş, rüzgarın yönlendirdiği yüzlerce hızlı tren desenli parlak bir yatak örtüsü gibi tekrar bana yansıyor. Güneşin hiç tazeliği yok. Güneş, çocuklara da çoğu kez öyle geldiği gibi, öğleden sonra sıkıcı olmaya başladı ve neredeyse, başından beri kötü ve itici bir şekilde tasarlanmış eski giysiler gibi modası geçti. Belki de, o bunun ürerinde bir kez daha düşünmeliydi. Güneş beni hafiften yakıyordu ama umurumda değildi. Yüzüm kızarmaya başladı. Şapka takmıyordum. Çocukken nadiren şapka takardım.

Şapkalar daha sonra gelecekti. Saçlarım neredeyse doğuştan beyazdı. Çocuklar bana “Beyazcık” derlerdi. Orada o kadar uzun süre durmuştum ki tenis ayakkabılarım neredeyse kurumuştu. Hayatlarının yarısındaydılar, yani tenis ayakkabılarının en iyi döneminde. Sanki gerçekten de tabanlarımın bir uzantısıymış gibi benim bir parçamdılar. Ayaklarımın altında canlıydılar. Tenis ayakkabılarımın tamamen eskimesinden, bizim de yeni bir çift alacak kadar paramız olmamasından hoşlanmazdım. Hep, kötü bir şey yapmışım da bunun için cezalandırılıyormuşum gibi hissederdim. Daha iyi bir çocuk olmalıyım! Bu, Tanrı’nın beni cezalandırma şekliydi: kendi ayaklanma bakmaktan utanayım diye, bana eski, boktan tenis ayakkabıları giydirmek. O zamanlar, giymeye zorlandığım o alay edilecek kadar eskimiş tenis ayakkabılarının anlamıyla, Devlet yardımı aldığımız ve Devlet yardımının da, doğası gereği, bir çocuğun gurur duyması için verilmediği gerçeği arasında ilişki kuramayacak kadar genç ve saftım. Yeni bir çift tenis ayakkabısı aldığımda, dünyaya bakışım birden değişirdi. Yeni bir insan olurdum, dünya üzerinde yeniden’ gururlu yürümeye başlardım ye dua ederken yeni bir çift tenis ayakkabısı almama yardım ettiği için Tanrı’ya şükrederdim. Ama bu arada 1947 yazıydı ve ben onların eşyalarıyla gelmelerini beklemekten sıkılıp, yakınlardaki küçük bir bıçkıhanede çalışan yaşlı gece bekçisini ziyaret etmeye karar verdim. Bıçkıhanenin yanında, derme çatma küçük bir kulübede yaşar ve bira içerdi.

Hiç kimse bir şey almasın diye bıçkıhaneyi beklerken bir sürü bira içerdi. Bıçkıhane, işçiler evlerine gittikten sonra çok ama çok sessiz olurdu. O elinde bira şişesiyle beklerdi. Sanırım bütün bıçkıhaneyi yürütebilirdiniz ve o bunun farkına bile varmazdı. Onu sık sık ziyaret ederdim, o da bana boş bira şişelerini verir, sonra ben de onları dükkana geri verip her biri için bir peni depozit alırdım. Onun bira şişelerini toplamak iyi bir fikirdi. Güneşe bakmaktan çok daha iyi. Kalastan geriye tekrar suyun içinden geçtim ve ayaklarım gene ıslandı. Sanki hep ıslaklarmış, hiç kurumamışlar gibi olmalarım sağlamak sadece birkaç saniye sürdü ama bu umurumda bile değildi. Bambu oltamı yanıma almak veya onu çalıların arasına saklamak arasında bir karar vermem gerekiyordu çünkü yolun üzerinde zaman zaman kurbağa avladığım bir yer vardı. Orada durdum ve bu karan vermem sürmesi gerektiğinden on saniye daha fazla sürdü. Oltamı çalıların arasına sakladım. Kurbağa fikri, güneş kadar sıklaydı. Göletin karşı tarafında balık tutan kadınla adama katılmak için geri döndüğümde onu oradan alacaktım. Şimdi, zaman açısından onların önündeydim, bu yüzden bana yetişebilmeleri için onlara iki saat verecektim.

Onlar gelinceye kadar balık tutamamamın yanı sıra yapabileceğim başka şeyler vardı ve gece bekçisinin bira şişeleri bunlardan biriydi. Bıçkıhaneye giden çeyrek mili yürürken aklım boş bira şişesi fantazileriyle meşguldü. Belki iki kasası vardı, üç bile olabilirdi. Aşağı yukarı bur laftadır onu ziyaret etmemiştim, belki de her zaman olduğundan daha fazla bira içmişti. Durumun böyle olduğunu umdum. Sonra, başka bir çocuğun onu çoktan ziyaret etmiş ve haklı olarak benim olması gereken bütün bira şişelerini almış olabileceği düşüncesine kapıldım. Bu çocuk fikrinden hoşlanmadım. O yaşlı adamı en azından dört günde bir ziyaret edip bütün bira şişelerini kendim almayı hayatımın düzenli bir parçası haline getirmeye yemin ettim. Bu gelirin kaybı hiç de gülünecek bir konu değildi; özellikle hayatınızın bir bölümünde boktan tenis ayakkabıları giymek zorunda kalmışsanız. ‘ II. Dünya Savaşı’nı takip eden o yıllarda eğer kafaya koysaydım dehşet bir bira şişesi toplayıcısı olabilirdim. Küçük olanları parça başına bir peni, çeyrekler (kuart: galonun dörtte biri, bir litreye yakın bir ölçü birimi) ise parça başına iki sent ediyordu. Çok ciddi bir bira şişesi havasında olduğum zamanlar, yanıma eski bir bebek, arabası alırdım. Sepet örgüsünden yapılmıştı ve kocaman bir de örtüsü vardı. O bebek arabasının içine çok fazla bira şişesi koyabilirdim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir