Glenn Meade – Sakkara’nın Kumları

Nisan ayıydı ve hamsin esiyordu, sokakları kumdan kırbaçlarla döven uğultulu bir çöl rüzgârı. Taksi morgun önünde durduğunda indim; elimde yaşlı bir adamın Nil kıyısına sürüklenen cesedi dışında delil yokken bu kadar aşağılık bir gecede beni buraya çeken şeyi hâlâ merak ediyordum. – Beklememi ister misiniz, efendim? Taksi şoförü sakallı ve bir ağız dolusu sararmış dişli genç bir adamdı. – Neden olmasın? Başka bir taksi aranacak gecelerden değildi. Morg, Mısır’da sık sık rastlanan eski ve sağlam taş binalardan, sömürge geçmişinin anılarından biriydi, ama yılların yıpranması ve boş vermişliğiyle kararmış granit iç kapatıcı bir görüntü veriyordu. Binanın yan tarafında, çöplerin rüzgârda savrulduğu pis bir aralık fark ettim. Maviye boyalı kapının üzerinde, madenî bir kafesin arkasında bir ışık vardı. Geçide girdim ve zile bastım. Binanın içinde bir yerde zilin çalışını duydum, bir süre sonra kapı açıldı ve tıraşsız bir yüz görüldü.

  • İsmail? Başıyla onayladı. Arapça “İhtiyarın cesedini görmeye geldim” dedim, ” Nil’den çıkardılar cesedi. Kahire Emniyeti’nden Yüzbaşı Halim seni görmemi söyledi.” Dilini konuşmama şaşırmış gibiydi, jöne de paslı demir sesleri çıkaran sürgüleri çekip kapıyı açtı, kenara çekildi ve içeri girmemi bekledi.

Rüzgârın uğultusundan kaçarcasına içeri girdim, ceketimdeki kumları silkeledim ve koridorda yürümeye koyuldum. Kalbimin heyecandan hiç alışmadığım biçimde çarptığını hissediyordum.


Ellisine merdiven dayamış olmama rağmen, bir okul çocuğu kadar heyecanlı, burada, yıllardır beynimi kemiren garip esrarın cevaplarını arıyordum. İçerisi şaşırtacak kadar serindi. Daha serinliğe aksamadan, güçlü bir koku etrafımı sardı. Çiçek kokusuyla, kokmuş balık karışımı bir şey. Asıl morga giden ahşap kemeri, kemerin ötesinde de soluk bir ampul ve bir iki titrek mumla aydınlatılan koridoru görebiliyordum. Odanın içinde birkaç madenî masa vardı ve masalardaki cesetlerin üzeri kirli çarşaflarla örtülmüştü. Morgun granit duvarları içine oyulmuş paslanmaz çelik bölmelerin kapakları yılların kullanımıyla çizik içindeydi. İsmail uzun yılların tecrübesiyle kazandığı üzüntülü bir bakışla yüzüme baktı. Kısa boylu, çok şişmandı, rengi solmuş pamuklu bir cellabe giyiyordu. “Ölünün akrabalarından mısın?” – Gazeteciyim. Suratındaki üzüntü kayboldu, “anlamıyorum” kaşlarını çattı. – Burada ne arıyorsun? Cüzdanımı çıkardım, banknotların yarısından çoğunu ayırıp uzattım. – Zahmetlerin için. – Anlamadım. – Vaktini aldığım için.

Zaten fazla kalmayacağım. Sadece ihtiyarın cesedini görmek istiyorum. Mümkün mü? Belki de cesetten ilginç bir haber çıkarırım. Anlıyor musun? İsmail anlıyordu. Para her türlü itirazı önlerdi. Gülümsedi, banknotları cebine tıkıştırırken ‘Tabi dedi. “Nasıl istersen. Her zaman gazetecilere yardımcı olmaya çalışırım. Amerikalı mısın?” Evet Anlamıştım. Bu taraftan.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir