Glenn Mead – Brandenburg

Yazdı, güneş mavi denizin üzerinde parlıyordu, ama kıyı bomboştu. Yazlık evin kapısında bekliyorlardı; genç doktor küçük oğlanın elini tutuyordu. Çocuk korkuyla titriyordu, ama ağlamıyordu. Küçük yeşil Austin toprakla kaplı dar yolda göründüğünde, çocuğun yüreği hızla çarpmaya başladı. Mavi pamuklu elbisesiyle annesi çok güzel görünüyordu, ama arabadan inip koyu renk güneş gözlüklerini çıkardığında, çocuk annesinin kahverengi gözlerinde yaşlar olduğunu gördü. Annesi yaklaşırken, çocuk doktorun elini bıraktı, kadının kollarına atıldı. Annesinin kokusunu duyuyor, onu sarıp sarmalayan sevgiyi hissediyordu; artık daha iyiydi. Annesi öpmek için eğildiğinde pamuklu elbisesine sarıldı. – Tamam, Joseph, anne burada. Tamam. Genç doktor yanlarına yaklaştı elini uzattı. – Mrs. Volkmann, ben Doktor Rhys. Sizinle biraz konuşabilir miyim? Çocuk annesinin sahilin hemen yakınındaki küçük, beyaz yazlık eve baktığını gördü. Açık pencerenin parlak yeşil perdesi, denizden gelen rüzgârla havalanıyor ve iniyordu, ama babasının uyuduğu yatak odasının penceresi kapalıydı.


Küçük bahçedeki çiçeklerin güzelliği göz alıyordu. Çocuk, rüzgârla dalgalanan perdenin ardındaki cilalı Steinway’i ve şöminenin üzerinde duran gümüş çerçeveli fotoğrafları görebiliyordu. [14] Annesi doktora döndü. – Kocam… dedi. Kocam nasıl? – Uyuyabilmesi için bazı haplar verdim. Böylece en az sekiz saat dinlenecektir. Kadın, güvende olduğunu hissettirmek için oğlanın elini sıkıca tuttu, hep birlikte kıyıya doğru yürüdüler. Dalgalar ıslak kayalarda patlayıp köpürüyor, güneş sahildeki çakıl taşlarının üzerinde binlerce parıltı oluşturuyordu. Yürürlerken, doktor söze girişti. – Durumu maalesef oldukça kötü. Size telefon etmemin nedeni de bu. Küçük oğlana bakıp gülümsedi. – Bu küçük adam çok işe yaradı, Beni bulmak için ta köye, Doktor Mansfield’in evine kadar koştu. Çocuğun başını okşadı, bakışlarını yukarıya çevirdi. – Bana biraz kocanızdan söz edin, Mrs.

Volkmann. Bu sorun ne zamandan beri var? – Doktor Mansfield size anlatmadı mı? Doktor başını salladı. – Hayır, anlatmadı. Zaten tatilde. Ben sadece onun yerine geldim. Ama kocanızın aynı sıkıntıyı bir daha yaşayabileceğini düşünerek hazırlıklı olmak istiyorum. Kıyıya vardılar. İri dalgalar kayalara ve çakıl taşlarına çarpıyor, kulakları sağır edecek kadar büyük bir uğultu çıkarıyordu. Doktor kumların üzerine oturdu. Çocuğun annesi doktorun yanına çöktü. Çantasının içini aradı, paketini buldu; içinden çektiği sigarayı güçlükle yaktı. Çocuk annesinin yüzünde yorgunluğun solgunluğunu gördü. – Uzun süreden beri çekiyor. Gelip gidiyor. – Nasıl başlıyor? – Bir gazete makalesiyle.

Radyo ya da televizyonda bir şeyle. Bazen sadece hava ya da mevsime bağlı. Sonra artıyor, kocam da suya batan bir taş gibi batıyor. Doktor şaşırmıştı. – Anlayamıyorum. Bunların nedeni ne, Mrs. Volkmann? Dalgalar gürültüyle kayalara çarpıp duruyorlardı. Kadının sesi, önce kayaya vuran, ardından çakıl taşlarını yalayarak geri çekilen suyun uğultusunda boğuklaşıp yittiğinden oğlan annesinin sesini duyamıyordu. [15] Annesi sözlerini bitirdiğinde, çocuk doktorun yüzündeki dehşeti gördü. – Aman Tanrım… Nasıl bilebilirdim ki? Korkunç. Uzunca bir süre ne söyleyeceğini bilemez gibi durdu. Herhalde, gereken herkesle görüşmüşsünüzdür, dedi sonra. – Doktor, anılarınızı akla uygun hale getirebilirsiniz, ama onları toptan silmeniz mümkün değil. Bunu bilen birisinden duyduğunuzu kabul edin. – İyi ama yine de bu sorunla başa çıkabildiniz.

Eminim sizin çektikleriniz de aynı derecede korkunçtu. Oğlan annesinin başını salladığını gördü. – Doğru, başa çıktım. Ama kocama yaptıkları anlatılır bir şey değildi. – Çok üzgünüm, özür dilerim. Bir şeyler yapabilmek isterdim. – İnanın bana, yapacak hiçbir şey yok. Yine de ilginize teşekkür ederim. Sevgi dolu kahverengi gözlerini oğluna çevirdi. – Joseph de yardımcı oldu. Annesi doktora baktı. – Bir çocuğumuz olması, ikimizi de kurtardı. Doktor birden çok genç ve ne yapacağını bilemez gibi göründü. Dalgalar kayalara çarparken uzunca bir süre sessiz kaldılar. Genç doktor, ne söylemesi gerektiğini bilemeden oğlana bakıyordu.

– Konser salonuna telefon ettiğimde, müdür bu geceki konseri iptal edebileceğinizi düşündü. Sizin için çok güç olmalı. Kocanızla, demek istiyorum. – Pek değil. Ama olduğunda, Joseph’le birlikte dayanmaya çalışıyoruz. – Sizi bir kez Londra’da dinlemiştim. O akşamki konserinizi hiç unutamayacağım, Mrs. Volkmann. – Çok naziksiniz. Teşekkür ederim. Kocamla ilgilendiğiniz için de. Doktor yavaşça ayağa kalktı, pantolonundaki kumları silkeledi. – Geri dönsem, iyi olacak. Eğer durumu yeniden kötüleşirse, bunlardan iki tane verirsiniz. Cebinden bir ilaç kutusu çıkarıp uzattı.

– Bu onu en az sekiz saat uyutur. Ama bana ihtiyacınız olursa, çekinmeyin, beni arayın. İyi günler, Mrs. Volkmann. Kadının elini sıktı, arabasına doğru yürüyüp bindi; toprak ve kum kaplı yolda uzaklaştı. Oğlan geriye dönüp baktığında, annesinin sigarasını dalgalara fırlattığını gördü. Uzaklara, denize dalmış gözleri kederliydi. – Anne… – Ne var, canım? – Adamlar Baba’ya ne yaptı? Kadın oğluna baktı, kahverengi gözleri yaşla doldu, çocuğu kendine çekti. – Çok kötü şeyler. Baba’ya çok kötü şeyler yapıldı. O yüzden Baba’ya yardımcı olmamız lazım. O yüzden sevgimize çok ihtiyacı var. Sıkı sıkı göğsüne bastırdığı oğlan “Adamlar” dedi, “senin de canını yaktılar mı, Anne?” Kadın oğluna baktı, sonra gözlerini uzaklara çevirdi. Çocuğu kollarında sıktı; çocuk annesinin hâlâ ağladığını anladı, kadının sesindeki acıyı duydu. – Evet, Joseph.

Bana da acı çektirdiler. Çocuk geri çekildi, annesine baktı, elini uzatıp kadının yüzüne dokundu. – Senin ve Babanın canını acıtanlar bir daha yapamayacaklar. Ben seni koruyacağım, Anne. Annesinin gözyaşlarını silip gülümsediğini gördü, sesi tıpkı Babanın üzgün olduğu zamanlardaki gibiydi. Sanki gülümseyerek Baba’ya ve kendine yapılan kötülükleri silebilirmiş gibi oğluna bakıp güldü. – Tabiî koruyacaksın canım. Oğlanın alnındaki perçemi geri itti, çocuğu öptü, gözlerini silip ayağa kalktı. – Hadi gel, Joseph, dedi. Gidip Babayla ilgilenelim. Çocuk annesine elini uzattı, kadın uzanan eli kavradı ve yazlık eve giden yolda oğlanı izledi. Birinci bölüm Birinci kısım Asuncion, Paraguay, Güney Amerika San Ignatio Özel Hastanesi’nin doktorları Nicolas Tsarkin’e öleceğini söylediklerinde, ihtiyar başını umutsuzca salladı, adamların odadan çıkmalarını bekledi, tek bir kelime etmeden giyindi ve Mercedes’ine atlayıp üç blok öteye, Palma Sokağı’nın köşesine gitti. Arabasını park etti, bir blok kadar geriye yürüdü, köşedeki küçük bankanın önüne geldi. Döner kapıdan girip, banka müdürüne kasa dairesine inmek istediğini belirtti. Banka müdürü hiç vakit kaybetmeden tecrübeli memurlarından birine yaşlı adamla birlikte kasa dairesine inmesini söyledi: ne de olsa Senyor Tsarkin en önemli müşterilerinden biriydi.

Tsarkin her zamanki kaba tavrıyla: – Yalnız kalmak istiyorum. İndikten sonra yanımdan ayrılmasını söyle, dedi. – Tabiî, Senyor Tsarkin, Teşekkür ederim, Senyor Tsarkin. Ardından da nazik bir reveransla: – Buenas dias1 Senyor Tsarkin. [1 İspanyolca “İyi günler” (ç.n.)] Lacivert takım elbiseli müdür, oldum olası Tsarkin’in sinirine dokunurdu, ama bu sabah Tsarkin’i iyiden iyiye kızdırdı. Reveransları, el ovuşturmaları, altın diş dolu gülümsemesi… Buenas dias’mış! İyi günlermiş! Bunda iyi olacak ne varsa? [20] Biraz önce kırk sekiz saat ömrü kaldığını söylemişlerdi, şimdi de sancı midesini dayanılmaz bir alev gibi kemirmeye başlamıştı. Acıyı hafifletmek için aldığı ilaçlara rağmen, kendini güçsüz, hem de çok güçsüz hissediyordu. Bunda gülünecek ne var? Bu sabahın iyi olan tarafı ne? Ömrünün son sabahı bu, çünkü. Ne yapması gerektiğini gayet iyi biliyor. Banka memuruyla birlikte kasa dairesinin serinliğine inerlerken, paslanmaz çelik duvarlara yansıyan aksini gördü. Seksen iki yaşındaydı, ama altı ay öncesine kadar on yaş daha genç gösteriyordu. O zamanlar gücü yerindeydi. Adam gibi yemek yiyor, sigaraya dokunmuyor, kadehiyse arada sırada eline alıyordu.

Hemen hemen herkes en az yüz yıl yaşayacağını söylüyordu. Yanıldılar. Paslanmaz çelik duvardaki aksi, ne olduğunu gösteriyordu: zayıf hatta sıska, şimdiden cesede benzeyen biri. Midesindeki kanama neredeyse yaşamın içinden akıp gittiğini hissettirecek kadar şiddetlenmişti. Ne kadar acı çekerse çeksin, doktorlar ne derlerse desinler, yapılacak önemli işleri vardı. Şu işleri bir halletse, ondan sonra sonsuza dek rahatça uyuyabilirdi. Tabiî eğer bir Tanrı ya da bir öteki dünya yoksa. Eğer varsa, günahlarının bedelini ödemek zorunda kalacaktı. Hoş, bundan da şüpheliydi ya! Hiçbir adaletli Tanrı bütün bu yaptıklarından sonra, bunca uzun süre, bu kadar büyük bir zenginlik içinde yaşamasına izin vermezdi. Hayır, hayır, ölürsün, bu kadar basit işte. Etlerin toz olur, ondan sonra sonsuza kadar yoksun. Ne bir acı, ne cehennem ne de cennet. Sadece hiçlik. Öyle umuyordu. Memur demir kapıları açıp bodrumdaki kasa dairesine girmesine izin verdi.

Altıya altı metre, mermer zeminli küçük ve sessiz bir oda. Elindeki anahtarın numarasına baktı, parmağını bir duvarı boydan boya kaplayan parlak, çelik kutuların üzerinde gezdirdi, Tsarkin’in kutusunu buldu. Kutuyu yerinden çıkarıp kilidini açtı, sonra da odanın ortasındaki cilalı ahşap masanın üzerine bıraktı. Tsarkin ne yapması gerektiğini biliyordu. Yukarı çıkmaya hazır olduğunda, masadaki düğmeye basacaktı. [21] Memurun demir kapıları kilitlediğini, basamakları tırmanarak gözden kaybolduğunu gördü. Artık yalnızdı. Kasa dairesi bir morg kadar sessiz ve soğuktu, Tsarkin sırtının ürperdiğini hissetti. “Yakında orada olacağım” dedi kendi kendine, “Artık acı çekmeyeceğim.” Masanın yanındaki iskemleye otururken, kutuyu kendine çekti, anahtarını çıkarıp kapağını açtı, içindekileri boşaltıp önündeki masanın üzerine yaydı. Hepsi burada. Topraklarının tapuları, geçmişinin anahtarları. Bir süre bekledi, yapılması gerekeni geciktirmeye çalıştı, bir süre son bir bağışlayıcılık dalgasının keyfine varmayı düşündü, ama yapacağı başka bir şey yoktu. Acı artık her şeyi dayanılmaz kılıyordu, üstelik yaşamın sunduğu bütün nimetlerin keyfini de çıkarmıştı. Emanet kutusunun içindekileri toparladı, hepsini sınıflandırıp istifleyerek, içinden kâğıtları çıkardığı eski büyük zarflardan birine yerleştirdi.

Sonra masanın üzerindeki düğmeye bastı. Memurun ayak sesleri mermer basamaklarda yankılanırken, “Yakında,” diye düşündü Tsarkin, “Yakında her şey bitecek.” Boş kutunun kapağını kapatırken, demir kapının kilidinde dönen anahtarın sesini duydu. Kutunun anahtarını masanın üstünde bıraktı, kalın zarfı aldı, kapıya yürüdü. Ev kentin dış mahallelerinde, Iguazu Sokağı’ndaydı. Sokaktan görülmemesini sağlayacak kadar yüksek duvarlarla çevrili, büyük ve beyaz bir ev. Asuncion’un en şık, en zarif mahallesi. Tsarkin evi alırken zorlanmamıştı. Dövme demirden bahçe kapısını arabasındaki uzaktan kumandayla açtı, dönemeçli asfalt yola girdi ve Mercedes’i evin önündeki çakıl taşıyla kaplı alana park etti. Evin kapısının açıldığını, mestizö2 uşağın çıkıp kendisini selamladığını görünce homurdandı. [2 İspanyolca “melez” (ç.n.)] Hızla ahşap kaplı çalışma odasına girip kapıyı kilitledi. Oda sıcaktı. Hem de çok sıcak.

Tsarkin gömleğinin üst düğmesini açarken, pencerenin hemen ötesinde uzanan bakımlı bahçeye, biber ve palmiye ağaçlarına baktı. [22] Asuncion’da bir sürü mülkü, Chaco bölgesinde de üç çiftliği vardı, ama en sevdiği yer her zaman burası olmuştu. Elma ağacından, cilalı masanın başına oturdu. Zarfın içindekileri pırıl pırıl masaya boşaltıp, kâğıtları gözden geçirmeye koyuldu. Önce pasaportuna baktı. Nicolas Tsarkin. İyi. Aslında adı bu değildi ya, neyse. Asıl adı – Hey Tanrım, neredeyse hatırlayamayacaktı – dilinin ucuna geldiğinde, o kadar sahteydi ki, kendi kendine hafifçe gülümsedi. Artık bir yalanla yaşamasına gerek kalmayacaktı. Pasaportunu bir kenara koydu. Bir zamanlar altı, yedi ülkede aranıyordu. O eski, unutulmuş isimle korkunç şeyler yapmıştı. Korkunç ölümlere neden olmuş, insanlara dayanılmaz acılar vermişti. Kısaca doğrusunu söylemek gerekirse o acıya hiç dayanamazdı.

Kendi kendine kızdı: düşünerek kaybedecek zamanın yok. Yap artık. Kâğıtları karıştırdı. Geçmişine ait sararmış kayıtlar, eskimiş, yıpranmış kâğıtlar… Hepsini yeniden okumaya koyuldu. Kâbus gibiydi, her şey. Kurbanlarının yüzündeki dehşet, oluk oluk akan kan, vahşet, hepsi gözünün önünde canlandı. Yine de pişmanlık duymadı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir