Mihail Solohov – Ve Durgun Akardı Don 3

1918 Nisanında Don ilinde büyük bir yarılma görüldü. Kuzey nahiyelerinin cepheden dönen Kazakları –Koper, Ust-Medveditskaya, yukarı Don ırmaklarının suladığı kıyıların Kazakları– geri çekilen Kızıl Partizan birliklerine katıldılar, aşağı nahiyelerin Kazakları ardlarından bastırıp onları il hudutlarına doğru sürdü Miron kızıl sakalına doğru gülümseyerek, kiraz dalından kamçısıyla oynamaya daldı. Kuşkuları yatışmış olacaktı. Konuyu değiştirdi: “Ne diyorsun, nasıl bir hükümet kurulmalı sence?” “Bir ataman olmalı. Bizden biri. Bir Kazak.” “Haydi hayırlısı! İyi birini seçin ama. Çingene ata bakar gibi bir adamakıllı gözden geçirin o generalleri.” “Sen hiç merak etme. Don Kazakları arasında aklı başında olanlar var daha.” “Olabilir, hısımım… Olabilir ama, gebeşleri de yok değil hani!” Miron’un gözlerinin köşeleri büzüldü, çilli yüzünde mahzun bir ifade belirdi. “Benim Mitka’yı adam ederim sandıydım. Okusun da subay çıksın dediydim ya, oğlan kilise okulunu bile yarıda kodu kaçtı, ikinci kışa.” Bir dakika kadar sustular. İkisi de Bolşeviklerin izini kovalayan oğullarını düşünüyordu.


Araba kaba yolda hoplayıp sarsılıyor, sağdaki beygirin ikide bir ayakları birbirine dolanıyordu. Koltuk iki yana sallandıkça ihtiyarlar ağda balıklar gibi toslaşıyorlardı. Pantaleymon içini çekti. “Bizim Kazaklar nerdeler acaba şimdi?” “Koper’e gittiler. Geçende Fiyodot köydeydi. Atını kaybetmiş. Tişanskaya yönünde ilerlediklerini söyledi.” Yine sustular. Meltem sırtlarını üşüttü. Arkalarında Don’un üzerinde şafağın alev alev, görkemli yangını, ormanları, çayırları, gölleri, kayranları sessizce tutuşturmuştu. Kumluk yayla bir bal peteğinin sararmış zarını andırıyordu. Kumul tepeler donuk tunç rengiydi. Bahar ayağını sürüyerek geliyordu. Korulukların su mavisi rengi gitmiş, yerini dolu dolu bir yeşil örtü almıştı. Bozkır çiçek açıyordu.

Sel suları çekilmeye yüz tutmuş, çayırların alçak kesimlerinde sayısız gölcükler kalmıştı ama, sarp bayırların altında ılıman havanın kemirdiği karlar, bahara meydan okurcasına hâlâ beyaz beyaz parıldıyordu. Ertesi akşam Milerovo’ya vardılar. Geceyi buğday deposunun yanında oturan bir tanışın evinde geçirdiler. Sabahleyin kahvaltıdan sonra Pantaleymon istasyona gitti, Miron da beygirleri arabaya koşup dükkânlara yollandı. Demiryolu geçidinden sağ salim geçti ve hayatında ilk kez Almanları gördü: Önünde üç Alman askeri, demiryolunu geçiyordu. Biri, kısa boylu, gür sakallı bir adamdı, elini salladı. Miron endişeyle dudaklarını ısırarak dizginlere asıldı. Almanlar yaklaştılar. Uzun boylu, besili bir Prusyalı, beyaz dişlerini ışıldatan bir gülümsemeyle konuştu: “Bakın işte sahici, canlı bir Kazak size! Kazak üniforması bile var. Oğulları bize karşı savaşmıştır herhalde. Haydi şunu canlı canlı Berlin’e gönderelim! Kapıda durur bilet keseriz!” “Bize beygirleri lazım. Kendi canı cehenneme!” Gür kestane sakallısı ihtiyatla atların başları yanından dolanarak arabaya yaklaştı. “Haydi bakalım, atla aşağı, ihtiyar! Beygirlerin lazım bize. İstasyona değirmenden un götüreceğiz. İn dedim! Sonra kumandanlıktan alırsın hayvanlarını.

” Değirmeni gösterdi, dediğini yapacağını belirten bir hareketle Miron’a arabadan inmesini işaret etti. İki yoldaşı dönüp değirmene doğru yürüdüler. Arkalarına bakıp bakıp gülüyorlardı. Miron’un yüzü akça sarı bir renk aldı. Çevik bir hareketle arabadan atladı, beygirlerin başına gidip çekiştirdi. “Keşke Pantaleymon yanımda olaydı.” Düşünce şimşek gibi çaktı kafasında. Baştan aşağı ürperdi. “Hayvanları alacaklar. Hay Allah! N’aptım da tek başıma geldim!” Alman dudaklarını büzerek Miron’un kolundan yakaladı, beygirlerin başını değirmene çevirmesini işaret etti. “Bırak be!” Miron kolunu çekti. Yüzü daha da soldu. “Çek şu temiz ellerini atlarımdan! Vermiycem sana atlarımı!” Alman Miron’un ne dediğini sesinden anlamıştı. Süt mavisi dişlerini gösterip dik dik baktı Kazağa. Sesinin dediğim dedik bir takırtısı vardı.

Eli, omuzuna asılı tüfeğinin kayışını kavrarken, Miron gençliğini hatırladı. Yumruğunu savurduğu gibi adamın şakak kemiğine indiriverdi. Adamın başı geri gitti, miğferin çene bağı koptu. Baş üstü yere düştü. Kan tükürüyordu. Kalkmaya çalışırken Miron kafasının arkasına bir yumruk daha indirdi. Etrafına bakındı, hemen Alman’ın tüfeğini kaptı. Kafası yaman çalışıyordu şimdi. O beygirleri çevirirken adam arkadan ateş edemeyecekti, onu biliyordu. Ama istasyondaki öbür Almanlar görebilirlerdi onu. Kuzgunî atlar hayatlarında öyle koşmadılar! Arabanın tekerleri bir düğünde bile öylesine sarsılmamıştı! “Tanrım sen beni koru, Tanrım! Tanrı Baba’nın adına!” Miron kamçısını sallarken mırıldanıp duruyordu. Az kalsın iliğine işlemiş açgözlülüğünden sonu kötüye varacaktı. Ukraynalı’nın evine kadar gidip eşyalarını almayı düşündü bir ara. Ama Allah’tan basireti bağlanmadı, beygirleri şehrin dışına çevirdi. İlk köye kadar yirmi verst yolu, sonradan kendi dediğine göre, Peygamber İlyas’ın ateşten arabasından da hızlı aldı.

Tanıdığı, Ukraynalı’nın avlusuna girdi, alı al, moru mor, başına gelenleri anlattı, onu da, atlarını da saklaması için yalvardı adama. “Saklarım, olur, olur. Yalnız fena sıkıştırırlarsa söylerim, haber vereyim. Durumu biliyorsun. Söylemezsem evimi yakarlar, beni de asarlar bir ağaca.” “Sen sakla da beni, ne istersen veririm. Sen yalnız ölümden koru beni, bir yere gizle, sana bir koyun sürüsü gönderirim. En iyi koyunlarımdan onunu veririm, söz!” dedi Miron, arabasını sundurmanın altına sokarken. Karanlık basana kadar Ukraynalı’nın yanında kaldı. Sonra, yine çılgın gibi sürdü arabayı, gitti. Koşturmaktan beygirlerin her bir yanı köpük oldu. Milerovo’yla arasına uzunca bir yol koymadan dizginleri çekmedi. Bir sonraki köye varmazdan önce, Alman’dan kaptığı tüfeği oturduğu yerin altından çıkardı, adamın kayışın alt tarafına silinmez mürekkeple yazılı ismini okudu. Bir iç çekip rahatladı. “Eh, yakalayamadın işte beni, namussuz!” dedi.

“Nasıl da kaçtım senden, gördün mü?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir