Vladimir Bartol – Fedailerin Kalesi Alamut

1092 ilkbaharının ortalarında oldukça büyük bir kervan Semerkant ve Buhara’dan geçip kuzey Horasan’a doğru uzanan, ardından da Elbruz Dağları’nın eteklerine dek kıvrıla kıvrıla giden eski askeri yolda ilerliyordu. Karların erimeye başladığı sıralarda Buhara’dan yola çıkan kervan haŌalardır yollardaydı. Arabacılar kırbaçlarını savurup, yorgunluktan tükenme arifesindeki arabalara koşulu hayvanlara çatlak sesleriyle bağırıyorlardı. Birbirlerinin peşi sıra uzayıp giden tek hörgüçlü Arabistan Hecin develeri, kaƨrlar ve çiŌ hörgüçlü Türkistan develeri büyük bir uysallıkla yüklerini taşıyorlardı. Uzun tüylü, kısa boylu atlarındaki silahlı muhaķzlar ufukta belirmeye başlayan uzun dağ sıralarına eşit derecede hisseƫkleri hasret ve bıkkınlık duygularıyla bakıyorlardı. Yavaş ilerlemekten bitkin düşmüşlerdi. Bir an evvel hedefe ulaşmaya can aƨyorlardı. Zirvesi karlarla kaplı Demavend Dağı’na, takip eƫkleri yol dağın eteklerine uzanıncaya dek yaklaşƨlar. Esmeye başlayan temiz dağ havası gündüz hem insanları hem de hayvanları zindeleşƟriyordu. Ama geceler dondurucuydu. Karanlıkta muhaķzlar ve arabacılar kamp ateşleri etrafında toplanıp, ellerini ovuşturup, sızlanarak ısınmaya çalışıyorlardı. Develerden birinin iki hörgücü arasına kafese benzer küçük bir bölme yerleşƟrilmişƟ. Zaman zaman küçük bir el bölmenin penceresindeki perdeyi kenara çekiyor hemen ardından da gencecik bir kızın korkulu yüzü görünüyordu. Kızcağız iri, ağlamaktan kızarmış gözleriyle etraķnı kuşatan yabancılara yolculuğun başından beri içini kemiren soruya cevap bulmaya çabalıyormuşçasına bakıyordu. Kereye götürülüyordu ve ona ne yapmayı planlıyorlardı? Ama elli yaşlarındaki, haşin tavırlı, bol şalvarlı, heybetli sarıklı, kızın yüzünü her görüşünde büyük bir hoşnutsuzluğa bürünen kervanbaşı dışında kimsenin dikkaƟni çekemiyordu.


O anlarda kız hemen perdeyi çekip, içeri kaçardı. Buhara’daki sahibinden saƨn alındığından beri iç içe geçen ölümcül korkuyla kendisini bekleyen kadere ilişkin karşı konulmaz merak duygulan arasında gidip geliyordu. Bir gün, yolculuklarının sonuna yaklaşƨkları esnada, sağ taraflarındaki tepelerden inen bir grup atlı yollarım kesƟ. Kervanın baş taraķndaki hayvanlar kendiliğinden durdular. Kervanbaşıyla muhaķzlar eğri kılıçlarını çekip savunma düzeni aldılar. Gelenlerin arasından kısa boylu al aƨndaki bir adam öne doğru çıkıp, kervana sesini duyuracak kadar yaklaşƨ. Yüksek sesle parolayı söyledi. Kervanbaşı da hemen onu cevapladı. İki adam birbirlerine doğru yaklaşıp, hürmet dolu tavırlarla selamlaşƨlar. Sonrasındaysa yeni grup liderliği ele aldı. Kervan yoldan ayrılıp, karanlığa dek ilerleyecekleri fundalığa yöneldi. Sonunda çok uzaklardaki bir dağ deresinin şırılƨlarının işiƟlebildiği küçük bir vadide kamp kurdular. Ateş yakıp, apar topar bir şeyler yiyip, ölü gibi uyudular. Güneş doğduğunda ayaklanmışlardı. Kervanbaşı arabacıların gece devenin sırƨndan indirip bir kenara yerleşƟrdikleri bölmeye doğru yöneldi.

Perdeyi kenara çekip, aksi bir ses tonuyla seslendi. “Halime!” Pencerede korku dolu küçük bir surat belirdi. Ardından alçak, dar kapı aralandı. Kervanbaşı güçlü eliyle kızı bileğinden yakalayıp hızla dışarı çekti. Halime Ɵr Ɵr Ɵtriyordu. Şimdi işim biƫ diye düşündü. Önceki gün kervana kaƨlan, yabancıların komutanının elinde siyah bir bez parçası vardı. Kervanbaşının işareƟyle adam fazla bir çaba harcamadan ufakça bir bezle kızın gözlerini sımsıkı bağladı. Sonra atma yerleşip, kızı arkasına oturƩu. Ardından geniş pelerinini kızın üzerine örƩü. Kervanbaşı ile birkaç kelime konuştu. Sonra da dörtnala yola koyuldu. Arkasındaki Halime korkudan büzüldükçe büzülmüş, dehşet içinde ona tutunmaya çalışıyordu. Nehrin sesi giderek yaklaşıyordu. Bir ara durdular.

Adam kısa bir süreliğine biriyle konuştu. Sonra yeniden yola koyuldular. Ama arƨk daha yavaş ve dikkatli ilerliyorlardı. Halime nehrin sağ taraķnda, son derece dar olması gerekƟğini düşündüğü bir yolda ilerlediklerini tahmin eƫ. Aşağıdan esen serin hava bir kez daha dehşetle kasılmasına neden oldu. Yine durdular. Halime bağrışmalar ve şakırƨlar işiƫ. Sonra yine dörtnala ilerlediler. Nalların sesleri burada bir hayli boğuklaşmıştı. Nehrin üzerindeki köprüden geçiyorlardı. Bundan sonrasıysa adeta bir kâbus gibiydi. Bağırışlar çağırışlar işiƟyordu. Sanki cenkteki bir ordunun ortasına düşmüşlerdi. Adam onu pelerinin alƨndan çıkmasına izin vermeden aƩan indirdi! Kızı çekişƟre çekişƟre önce düz bir zeminde yürütüp ardından da birkaç basamak indirdi. Oldukça karanlık bir yerde gibiydiler.

Birden pelerini çekip aldı. Halime üzerinde başka birinin elini hisseƫ. Dehşet içinde, ölmek üzereymişçesine Ɵtriyordu. Onu kendisini buraya geƟren atlıdan alan adam kahkahayla güldü ve bir koridora yönelƫ. İçini sanki bir mahzene girmişlercesine tuhaf bir ürperƟ kapladı. Hiç bir şey düşünmemeye çalışıyor ama başarılı olamıyordu. Her geçen dakika yaşamının en korkunç anma yaklaştığına daha bir inanıyordu. Onu tutan adam diğer eliyle duvarı yoklamaya koyulmuştu. Sonunda bulduğu bir cismi sertçe itti. İçeride gürültülü bir çan sesi yankılandı. Halime bağırıp adamın elinden kurtulmaya çalışƨ. Adamsa sadece gülüp neredeyse şeŅatli olarak tanımlanabilecek bir ses tonuyla, “Çırpınmayı kes, küçük tavus kuşu. Sana kimse dokunmayacak,” dedi. Demir zincirler şakırdarken Halime gözlerindeki bağın arasından belli belirsiz bir ışık seçer gibi oldu. Beni zindana atıyorlar diye düşündü.

Aşağıdan gürültüyle akan nehrin sesi işiƟliyordu. Halime nefesini tutmuştu. Çıplak ayak sesleri işitildi. Biri yaklaşıyordu. Kolunu tutan adam onu yeni gelene devretti. “İşte geldi, Adi,” dedi. Şimdi kollarını kavrayan kollar aslan pençeleri kadar güçlüydü. Ve de çıplakƨ. Adamın göğsü de çıplak olmalıydı. Bunu adam kendisini kucaklarken hissetmişti. Bir devin kucağında olmalıydı. Halime kaderine teslim olmuştu. O andan iƟbaren olup bitenleri büyük bir dikkatle takip ediyor olsa da arƨk karşı koymak için en ufak bir çaba bile harcamıyordu. Onu taşıyan adam, ağırlıkları yüzünden rahatsız edici bir biçimde sallanan bir asma köprüden geçƟ. Daha sonra zemin sanki küçük çakıl taşlarıyla kaplıymışçasına gıcırdamaya başladı.

Yavaş yavaş güneşin hoş sıcaklığını hissediyor, gözbağının arasından belli belirsiz de olsa güneş ışığı sızıyordu. Sonra birdenbire, her taraf sanki o anda var olmuşçasına hoş taze çimen ve çiçek kokularıyla doldu. Adam hızla atlayınca kayık oldukça sert bir biçimde yalpalandı. Halime çığlığı basıp iri adama sımsıkı sarıldı. Adam bir hayli Ɵz, neredeyse küçük bir çocuğu andıran bir sesle gülüp şeŅatle, “Korkma küçük ceylan,” dedi. “Kayıkla seni karşı kıyıya götürüyorum. Karşı kıyıya ulaşƨğımızda eve varmış olacaksın. Otur buraya.” Halime’yi rahatça bir yere oturtup küreklere asıldı. Halime uzaklardan gülme sesleri duyar gibi oldu. Şen şakrak genç kızların kahkahaları. Biraz daha kulak kabarƴ. Hayır, yanılmıyordu. Neredeyse farklı kahkahaları dahi ayırt edebiliyordu arƨk. Bir anda yüreğine çöken devasa bir ağırlığın kalkƨğını hisseder gibi oldu.

Onu insanların bu derece mutlu oldukları bir yerde kötü şeyler bekliyor olamazdı. Kayık kıyıya ulaşƨ. Adam onu kolları arasına alıp karaya çıkardı. Sonra birkaç basamak çıkarƨp ardından ayakları üzerine bırakƨ. Çevrelerinde heyecanlı bir koşturmaca başlarken Halime kendisine doğru yaklaşan sandalet seslerini işiƫ, iri adam bir kez daha kahkahayı basıp seslendi. “İşte geldi.” Ardından kayığa binip geldiği yöne doğru gitmek üzere küreklere asıldı. Kızlardan biri gözbağını çıkartmak için Halime’nin yanına geldiğinde diğerleri de kendi aralarında konuşuyorlardı. “Ne kadar da ufak tefekmiş,” dedi biri. Bir başkası, “Ne kadar da genç! Daha çocuk,” diye ekledi. “Baksanıza ne kadar da zayıf,” diye fikrini söyledi üçüncüsü. “Yolculuk onu bir hayli yıpratmış olmalı.” “Servi gibi uzun ve ince.” Halime’nin gözbağı çıkarƨlmışƨ. Hayretle çevresine bakındı.

İlkbahar tomurcuklarıyla bezeli bahçeler göz alabildiğince uzanıyordu çevresinde. Etraķndaki kızlarsa hurilerden bile daha güzellerdi. İçlerinden en güzeli de az önce gözlerindeki bağı çözen kızdı. “Neredeyim ben?” diye sordu mahcup bir ses tonuyla. Kızlar adeta mahcubiyeƟyle alay ediyorlarmış gibi bir tavırla kahkahayı basınca Halime kıpkırmızı kesildi. Ama gözbağını çıkartan güzel kız şeŅatle beline sarılıp, “Endişelenmene gerek yok küçüğüm,” dedi. “İyi insanlar arasındasın.” Sıcacık, güven verici bir ses tonu vardı. Halime kendisini bırakıp ona doğru iyice yaklaşırken aklından geçen aptalca düşüncelere de mani olamıyordu. Belki de bir prensin sarayına geƟrildim diye düşündü bir an için. , Onu beyaz, yuvarlak çakıl taşlarıyla bezeli bir yola götürdüler. Her iki yanda uzanan birbirine benzer çiçek tarhları renk renk lale ve sümbülle doluydu. Lalelerin bazıları sapsarı, bazıları parlak kırmızı veya mor renklerdeydi. Bazıları ise alacalı bulacalıydı. Sümbüller beyaz ve uçuk pembe, açık ve koyu mavi, soluk mor ve açık sarı renklerdeydi.

HaƩa bazıları adeta camdan yapılmışçasına narin ve şeffaŌılar. Çiçek tarhının kenarlarınıysa menekşelerle çuha çiçekleri süslüyordu. Bir başka taraŌa yaban süsenleriyle nergisler açmışƨ. Orada burada ilk tomurcuklarını vermiş muhteşem beyaz zambaklar da göz alıcıydı. Tüm bu çiçeklerden insanı kendinden geçirecek derecede hoş bir koku yayılıyordu. Halime adeta büyülenmiş gibiydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir