Kemal Tahir – Bir Mülkiyet Kalesi

Odanın her şeyi, ipekten, atlastan, altın ve gümüşten, kristal ve kehribardan, antika biblolardan, abanozlardan, servet ve samandan, debdebe ve ihtişamdan ibaretti. Bu odanın pencerelerinden deniz, gökyüzü ve güneş bile başka türlü görünüyordu. Marangoz Mahir Efendi, halının üzerine oturup ayaklarım uzatmış, kollarını arkaya dayayıp som yaldızlı tavam seyre dalmıştı. “Gavur alçıya can vermiş! Boyayı içirmiş! Gavurda ince zenaat ileri!” Sırtında, fitilli kadifeden boz bir elbise, ayağında asker postalları, başında püskülü yolunmuş eski bir fes vardı. Fesi kulaklarına kadar geçmiş hazır elbisenin kolları, ellerinin üstünü örtmüştü. Pantolon ütüsüzdü. Yanında, üstü gemici brandasıyla kaplanmış bir takım zembili duruyordu. Mahir Efendi, uzun boylu, geniş omuzlu, esmer, elmacık kemikleri hafifçe çıkıntılı , kara çatık kaşlı, siyah gözlü, siyah bıyıklı otuz yaşında bir adamdı. Bıyıkları aşağı doğru sarktığı için, ol5 dugundan beş yaş daha büyük görünüyordu. Mahir Efendi, seyrek sarı dişlerini göstererek kapıya baktı. “Efendimiz”in adetlerine alışıktı. “Bizi burada unuttular. Kimbilir, hangi namussuz eline bir jurnal verdi. Biçareyi korkuttu! Ulan reziller! Ayıptır!” Kaç kere rastlamıştı. Tam havuzbaşında kahvesini içerken eline bir kagıt veriyorlar, Şevketlü’yu harap ediyorlardı.


Kahve fincanının titreyen parmaklarda nasıl zıpladıgını, yarısı bile henüz içilmeden bırakılıp nasıl unutuldugunu biliyordu. jurnali neden yazarlar? Bir adam, eger verilen havadisten hoşlanmıyorsa ona bunu duyurmakta ne mana var? Her jurnale, ihsan-ı şahanede bulunurmuş … “Eksik olmayın beni korkuttunuz!” diye para vermek olur mu? Para vermese belki jurnalleri keserler. Peki ama, kocaman bir padişah, kagıttan niçin korkuyor:> Haşa korkmaz! Eski bir ramazanda, ramazanın on beşinde Dolmabahçe Sarayı’nın muayede salonunda vüzera biat ederken zelzele olmuştu. Mahir Efendi, bunu pekala hatırlıyor, teferruattan en ehemmiyetsiz noktaları dahi unutmuyordu. Ortadaki avize şangır şangır sallanmaya başlayınca jurnalciler çil yavrusu gibi dagılmışlardı. Abdülhamit’in marşını çalan mabeyn mızıkası sustu. lşte o anda, “Efendimiz” sivil (kıyafetiyle) tahtının üzerinde bir ev gibi dogruldu. Mızıkaya, çalmasını ferman buyurdu. Sıska bir adamı, kocaman burunlu, kırpık sakallı, kambur bir adamı, cirit meydanı kadar kocaman bir salonda tek başına kaldıgı zaman “yedi başlı bir dev” haline getiren şey cesaret degil de nedir? Hele Ermeni komitacılarının selamlık dönüşü bomba attıkla6 rı gün! . Eger caminin kapısında Seccadecibaşı izzet Bey, efendimizi birkaç saniye lafa tutmamış olsaydı. Maazallah … Cehennem makinesi atları, arabaları, asker cesetlerini havaya uçururken padişah caminin içine dogru gidecegine, metin adımlarla tehlikenin üstüne yürümedi mi? Selamlık resm-i alisi dönüşlerinde arabayı bizzat kullanmak adetini o gün olsun terk etti mi? Dizginleri toplayıp, hayvanları sürmesi ne kadar yigitçeydi. Birkaç adım sonra, şüphesiz cesaretini göstermek için paytonu durdurmuş, Tüfekçi Bölüğü Kumandanı Arnavut Tahir Paşa’ya: “Zabitanın miktarını anlayınız. Acele isterim!” diye ferman buyurmuştu. Mahir Efendi, o gün arabanın iki adım yanında bulunuyordu. Efendimize iyice dikkat etmişti.

Ne sararmak, ne titremek! Öyleyse … O kagıtlarda ne yazarlar? Jöntürk denilen habisler, Allah’ın zelzelesinden, Ermeni komitacıların cehennem makinelerinden daha mı beter? Yedi düveli parmagı üstünde oynatan, “lstanbul’a elli bin kişilik askerimle seyyah geliyorum'” diye haber yollayan Moskof çarına: “Buyur! Ben de yüz bin askerle karşıcı çıkıyorum!” diye cevap veren, koca Alman imparatorunu, Acem şahını, daha bilmem hangi krallan ayagına kadar getirten Abdülhamit, Jöntürk meselesine bir çare bulamaz mı? Mahir Efendi, şimdi Ermeni patırtısını hatırlıyordu. Osmanlı Bankası’nı basacaklar, Müslümanları kamilen kılıçtan geçireceklerdi. Efendimiz bu komitacı güruhunu gümrük hamallarına sopayla tepeletmişti. Eger yirmi dört saat sonra “Ermeni kırmak yeter! Evlatlarım sakin olsunlar!” diye ferman etmemiş olsaydı, Memalik-i Şahane’de Ermeni’nin kıtlıgına kıran girecekti. Pekala! Jöntürk’lerin hakkından niçin gelemiyordu da, “Falanca da Jöntürk imiş. Filanca da Jöntürk olmuş,” diye jurnal alınca ifla7 hı kesiliyordu. Efendimizin Beşiktaş muhafızı kulu, Fehim Paşa kulu, Serasker Rıza Paşa kulu, ne iş görürler ki? . Ebülhüda, şeyhülislam efendi hazretleri. Bir sürü hergele! . Mahir Efendi, kendi düşüncesinden ürkerek doğrulup bağdaş kurdu. Gerindi, esnedi. Tam iki saatten beri bu odada mahpus bulunuyordu. Zat-ı şahane de marangoz olduğundan, bir küçük menteşenin beş dakikada takılacağını bilir! “Bizi unuttu efendimiz! Sağolsunlar!” Deminden beri bir türkü tutturmak arzusu, karşı durulmaz bir istek halinde yüreğine girip çıkıyordu. Haremi hümayunda, Al-i Osman padişahının yatak odasında: “Kapıları kalındır, komşuları hanımdır, Esef etme sevdiceğim, Eda benim canımdır. Sevdiceğim aman Allah! Yosmacığım aman Allah! Şıkır şıkır şıkırdama sen bana geH Aaaah! Oooof! Şıkır şıkır şıkırdama sen bana gel!” Diye curcuna söylenmez ya … Ayağa kalktı.

Cigara tabakası da marangozhanede kalmıştı. Üstünde bile olsa, bakalım burada tütün içmek icap eder mi? Nerdeyse karnı acıkacaktı. Genç ve kuvvetli vücut, huysuzlanıyordu. Kendi kendisinden gizlenir gibi ihtiyatla pencereye yaklaştı. (Buna “yaklaştı” demek de bir acayiptir. Pencereyle arasında, ferah ferah iki adımlık mesafe vardı. ÇünküJ’ıarem dairesinde bulunuyordu. Bahçede “kız”lardan birisi gezinebilirdi.) Deniz masmavi, dümdüz bir atlas yorgana benziyordu. Ne gemi, ne kayık! Yalnız, berrak gökyüzünde kocaman bir kuş, kanatlarını ağır ağır, tembel tembel çırparak, yokuş çıkar gibi uçuyordu. “Gök8 yüzünde yokuş ne arasın bre Mahir! Şaşırdın mı sen?” Gülümsedi. Yatağa döndü. Bu odaya girdi gireli namahrem bir şey sayarak oraya hiç bakmamıştı. “Kadınefendiler. Gözdeler.

” Başını utanarak ve pişman olarak çevirdi. Bir camlı dolabın içinde, bin türlü küçük eşya, akılda tutulmaz, neye yaradığı anlaşılmaz şeyler doluydu. Dolam maundan• yapılmıştı. Camları müdevverdi. Cilası ayna gibi parlıyordu. “Bir cigara olsa … Bir cigara! . Akşama kadar gelmesin de rezaleti seyret! Bir de gece vakti kadınefendilerden birisiyle beraber. ” Hafifçe öksürdü. Ortada duran takım zembilini kapının dibine götürdü. Ceviz kaplama bir diğer dolap! Anahtarı üzerinde … Acaba kilitlemiş de mi bırakmış? . Yoksa çevirmemiş mi? “Herhal içinde gecelik entarisi, gecelik hırkası vardır.” Birdenbire padişahın yatakta ne giydiğini merak etti. Dolabın kapağını çekti. Kilitli değilmiş. lçinde gecelik entarisi yok.

Ağzına kadar para dolu … Kaime para … Deste deste … Her deste bir kağıda sarılmış, ince lastikle tutturulmuş … Birisini aldı. Kağıdın üzerinde yüz rakamı var. Demek her biri yüz lira … Tek bankanottan yüz lira! “Gece vakti bu paraları nereye sarf eder mübarek! Herhal kadınefendiye ihsan verir! Padişah kısmına para her zaman, her yerde lazım!” Acaba hesabını bilir miydi? Ona ne malum olmaz ki. “Git işine bre Mahir! Bu kadar paranın hesabına aklın mı erer?” Bir an öylece durdu. Yüz liralık desteyi hala elinde tutuyordu. Şunlardan beş tane … Beş tanecik olsa … Takım zembilinin ta dibine, zımpara kağıtlarının arasına soku verse … Beş tanesi tam beş yüz lira eder. Beş yüz liraya üç katlı kagir bir ev satın alınır. 1) Mobilya yapılmakta kullanılan pek kıymeıli bir aıı,;u; 9 Beş taneciği ile … Hesabını nerden bilecek? Denizde kum, efendimizde para! . Hesabını. Ne mümkün!” Gene bir an içinde yürek dayanmaz derecede korkunç bir dehşete kapıldı. Elindeki desteyi ötekilerin yanına atıverdi. Dolabın kapısını kapatıp takım zembilinin yanına kadar kaçtı. “Tövbe estağfurullah! Tövbe yarabbi! Sen günahımı affet yarabbi! Efendimizin bu kadar lütf-u ihsanına karşı. Bu kadar nimetlerine karşı! . Git şeytan! Bismillahirrahmanirrahim! Euzubillah!” Zembilin omuza vurulacak ipini sımsıkı tuttu.

Daha doğrusu bu ipe sımsıkı tutundu. Öylece yere çömelip kaldı. Sessizlik, sopa gibi ensesine vuruyor, yüreğini sıkıyordu. “Adam hırsız olur! Hey Allah’ım sen günah yazma!” diye mırıldandı. Bir abdest alsa … Öğle namazı oldu mu acaba? Bir kere namaza dursaydı. Takım zem bilinin içine, çalınan paralar hiç saklanır mı? Bulunuverse … Bitti. Efendimizin, haremi hümayunlanndaki hususi marangozhanesinde hep beraber çalıştığı arkadaşları Hasan Kahraman UsLa’yla Tahsin Efendi Usta, şimdi ikinci kadınefendiye ait dairenin panjurunu tamir edenler, kendi yerinde olsaydılar… Paraya hiç el sürer miydiler? “Ulan biz adam olacağımıza cudam oluyoruz … Anlaşıldı mı?” Kapıda anahtar döndü. Abdülhamit göründü. Gülümsüyordu. Mahir Efendi, sıçrayıp iki büklüm kaldı. – Mahir seni hapsettik! – Ferman padişahımın. – lşin bitti mi? – Bitti efendimiz! – Teşekkür ederim. Yemek hazır. Arkadaşların bekliyor. Hadi oğlum!

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir