Jorge Luis Borges – Sonsuz Gül

Şairlerin esin kaynağının bir Musa (esin perisi) olduğu yolundaki romantik görüş klasik yazarların bir yargısıydı; şiiri, zekânın bir işlevi sayan görüşü ise kendisi bir romantik olan Poe yaklaşık 1846’da öne sürmüştü. Birbiriyle çelişen yargılar bunlar. Bede’in sözünü ettiği çobanın düşü ve Coleridge’in ünlü düşü gibi düşsel esinlenmenin ayrıksı örneklerini bir yana bırakırsak, bunlar söz konusu sürecin değişik aşamalarının karşılığı olmadıkça, her iki görüşün de büsbütün yanlış sayılamayacağı açıktır. (İbranilerle Milton’un Ruh dedikleri şeye bizim zavallı mitolojimizde Bilinçaltı deniyor,) Bana gelince, bu süreç bende hemen hemen hiç değişmiyor. Ben genellikle zamanla bir öyküye ya da şiire dönüşen gözüme çarpan bir biçimden, bir çeşit ıssız adadan yola çıkarım. Bu yolun sonunu da başlangıcını da görürüm; ama arada ne olduğunu göremem. Eğer yıldızlar ya da talihim elverişliyse aradakiler de yavaş ortaya çıkar. Çoğu zaman gölgelere bakarak attığım adımların izinden geri dönerim. Yapıtın evrimine elden geldiğince karışmamaya çalışırım. Bizim için en önemsiz şeyler olan kişisel görüşlerle yapıtın çarpıtılmasını istemem. Sanatın bir uzlaşma olduğu görüşü bence işi bir anlamda basite indirgemektir, çünkü kimse ne yaptığını tam olarak bilemez. Bir yazar bir kıssa tasarlayabilir ama, Kipling’in de belirttiği gibi, ondan nasıl bir hisse çıkaracağını bilmeyebilir. Yazarın bağlı kalması gereken sözde “gerçekliğin” geçici koşulları değil, kendi imgelemidir. Edebiyat şiirden yola çıkar ve düzyazının olanaklarına ulaşması yüzyılları alabilir. Anglosaksonlar dört yüzyıl sonra geride yalnızca hayran olmakla kalınmayacak bir şiir ve güçlükle anlaşılır bir düzyazı bıraktılar.


Söz başlangıçta zamanın tefeciliğinin tüketip harcadığı büyülü bir simgeydi herhalde. Şairin amacı, hiç değilse belli bir ölçüde, söze ilkel ve artık gizli olan gücünü yeniden kazandırmak olmalı. Bütün şiirlerin iki yükümlülüğü olmalı: bize açık seçik bir örnek iletmek ve denizin varlığının yaptığı gibi bize fiziksel olarak dokunmak. Buna Vergilius’tan vereceğim bir örnek var. Sunt lacryme rerum et mentem mortalia tangunt Bir örnek de Meredith’ten Not till the fire dying in the grate Look we for any kinship with the stars (Ocağın ızgarasında ateş sönmeden Yıldızlarla bir yakınlık aramayız biz) Ya da İspanyolca’nın Latince’ye dönmeye çalıştığı Lugones’in şu aleksandrin dizesi: El hombre numeroso de penas y de dias. (Nice acılar çekmiş, günler görmüş o adam). Böyle dizeler bellekte kendi değişik yollarını izleyip giderler. Uzun yıllar -çok uzun yıllar- edebiyatla uğraştıktan sonra bir estetik kuramı oluşturmuş değilim. Alışkanlığın bizi benimsemek zorunda bıraktığı doğal sınırlara şu ya da bu kuramı neden eklemeli? Kuramlar da siyasal ya da dinsel inançlar gibi, bizim için dürtülerden başka bir şey değildir. Bunlar her yazar için değişir. Whitman uyağı kaldırmakta haklıydı; ama böyle bir olumsuz kararı Victor Hugo’nun alması aptallık olurdu. Bu kitabın düzeltilerini yaparken, hoşuma gitmese de, körlüğün yakınılacak bir rol oynadığı dikkatimi çekiyor. Oysa hayatımda bu yakınılacak bir olgu değil. Körlük bir çeşit hapistir, ama aynı zamanda da bir özgürlüğe kavuşma, yaratmaya elverişli bir yalnızlık, bir anahtar ve bir cebirdir.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir