Nâzım Hikmet Ran – Memleketimden İnsan Manzaraları

İstanbul, İnsan Manzaraları’nı 1941 yılında Bursa hapisanesinde yazmaya başladım. Daha önce «Meşhur Adamlar Ansiklopedisi» üzerinde çalışıyordum. «Ansiklopedi»min kahramanları generaller, sultanlar, seçkin bilginler, sanat adamları ya da güzellik kraliçeleri, katiller ve milyarderler değil; işçiler, köylüler, zanaatkârlar, ünleri fabrikaların, işliklerin, köylerin ve işçi mahallelerinin dışına taşmamış olan kimselerdi. Alman faşizmi Sovyetler Birliği’ne saldırdı bu sırada. Yaşlı bir gardiyandan haberi öğrendiğimde yüreğimin nasıl titrediğini anımsıyorum. Kendi kendime, ‘Bir yirminci yüzyıl tarihi yazmak gerekli’ dedim. Hitler’in saldırısıyla başlamak, sonra gerilere. İngiliz-Boer savaşına gitmek, sonra yeniden ileriye dönmek ve hapisaneden çıktıktan sonra da bu tarihi, yaşamımın sonuna kadar sürdürmek istiyordum. Faşizmin yenileceğinden ve hapisaneden çıkacağımdan kuşkum yoktu. «Meşhur Adamlar Ansiklopedisi», İnsan Man-zaralarına bir bölüm olarak girdi. «Ansiklopedisi»nin özlü dili, destanın da üslûbunu belirledi. Bunun dışında, o günlerde Kraliçe Elizabeth dönemi İngiliz şairlerini okuyordum ve kısa bir süre önce de Gogol’ün Ölü Canlar’ını okuyup bitirmiştim. Bu kitaplar da belirli ölçüde etkilemiş olmalıdır çalışmamı. Yazdığım 60.000 dizeden elde 15.


000 dize var bugün. Onlar da bu kitapta yayımlanıyorlar işte. Diğer kitaplardan bazı bölümler kurtuldu sadece: «Moskova Senfonisi», «Gabriel Peri» gibi. Diğerleri, polisin eline düşmesinler diye, Türkiye’den kaçışımdan önce yakılmışlardı. Hapisaneden çıktıktan sonra destanım üzerinde çalışamadım. Şimdi de çalışmıyorum, çünkü başka türlü yazmak gerektiği kanısına vardım onu. İnsan Manzaralarında, şiirin birkaç sözle çok şey söyleyebilme olanaklarından yararlandım. Kimi zaman şiire çok yaklaştım. Kimi zamansa çıplak bir nesir olarak kaldı yazdıklarım. Tiyatro ve sinemanın olanaklarından yararlandım destanımı yazarken. Fakat demin de belirttiğim gibi, şimdi yazsam başka türlü yazardım onu. Beni yanlış anlamayın, İnsan Manzaraları’nı şimdi yazabileceğimden başka türlü yazmış olduğum için yeriniyor değilim. İnsan Manzaralarımda «Ulusal Kurtuluş Savaşı Destanı» başlıklı bir bölüm vardır. Daha o sırada, ben hapisteyken, dışarda biliniyordu bu destan. Hapisten çıktıktan sonra, bir yayıncı, bu bölümü yayımlamak istedi.

Kabul ettim, bir sözleşme imzaladık ve oldukça yüklü bir avans aldım. Fakat sözleşmede yayın tarihi belirtilmemişti. Sonradan, yayımcının, ulusalkurtuluş savaşı bölümünü yayımlamamı engellemek için hükümetin buyruğuyla benimle bir sözleşmeyi imzaladığını öğrendim. Avansı geriye verecek durumda değildim, iş uzadı ve kitap yayımlanmadı. İnsan Manzaraları’nın üçüncü kitabı, 1961 yılında İtalya’da İtalyanca ve Türkçe metinler karşılıklı olarak yayımlandı. Gelecek yıl her üç kitabın Fransa’da yayımlanması gerekiyor. İşte böyle sayın okurlarım. Son olarak bir şey daha söyleyeceğim: İnsan Manzaralarında -kimi zaman beş dizede, kimi zaman bütün bu üç kitap boyunca- anlatılan insanların hiç değilse yarısı, yaşamlarına kişisel olarak tanık olduğum kimseler; diğer yarısı benim imgelemimin kahramanlarıdır. Her üç kitapta, kimileri tüm dünyaca tanınan, kimilerini ise komşularından başka kimsenin tanımadığı insanların yaşam öykülerini bulacaksınız. Bir araya toplanan bu yaşam öyküleri, temel çizgileriyle 1908-1941 yılları Türkiye tarihinin tablolarını oluşturmaktadır. Bu tablolara birbiri arkasına bakmak sıkıcı olmayacak mı sizin için, bilmek isterdim. Moskova, NÂZIM HİKMET. Haydarpaşa garında, 1941 baharında, saat on beş. Merdivenlerin üstünde, güneş yorgunluk ve telâş. Bir adam merdivenlerde duruyor bir şeyler düşünerek.

Zayıf. Korkak. Burnu sivri ve uzun yanaklarının üstü çopur. Merdivenlerdeki adam Galip Usta, tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur: «Kâat helvası yesem her gün» diye düşündü 5 yaşında. «Mektebe gitsem» diye düşündü 10 yaşında. «Babamın bıçakçı dükkânından akşam ezanından önce çıksam» diye düşündü 11 yaşında. «Sarı iskarpinlerim olsa kızlar bana baksalar» diye düşündü 15 yaşında. «Babam neden kapattı dükkânını? Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına» diye düşündü 16 yaşında «Gündeliğim artar mı?» diye düşündü 20 yaşında. «Babam ellisinde öldü ben de böyle tez mi öleceğim?» diye düşündü 21 yaşındayken. «İşsiz kalırsam» diye düşündü 22 yaşında, «İşsiz kalırsam» diye düşündü 23 yaşında. «İşsiz kalırsam» diye düşündü 24 yaşında. Ve zaman zaman işsiz kalarak «İşsiz kalırsam» diye düşündü 50 yaşına kadar 51 yaşında «İhtiyarladım» dedi, «babamdan bir yıl fazla yaşadım.» Şimdi 52 yaşındadır. İşsizdir. Şimdi merdivenlerde durup kaptırmış kafasını düşüncelerin en tuhafına: «Kaç yaşında öleceğim? Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?» diye düşünüyor.

Burnu sivri ve uzun. Yanaklarının üstü çopur. Denizde balık kokusuyla döşemelerde tahtakurularıyla gelir Haydarpaşa garında bahar. Sepetler ve heybeler merdivenlerden inip merdivenleri çıkıp merdivenlerde duruyorlar. Polisin yanında bir çocuk tahminen beş yaşında iniyor merdivenleri. Nüfusta kaydı yok fakat ismi Kemal. Merdivenleri bir heybe çıkıyordu bir halı-heybe. Merdivenlerden inen Kemal yapayalnızdı kundurasız ve gömleksiz ortasında kâinatın. Açlığından başka bir şey hatırlamıyor bir de hayâl meyâl karanlık bir yerde bir kadın. Merdivenleri çıkan heybenin kırmızı, mavi, siyahtı nakışları. Halı-heybeler ata, katıra, yaylıya binerlerdi eskiden, şimdi şimendifere biniyorlar. Merdivenleri bir kadın iniyor. Çarşaflı şişman Adviye Hanım. An-asıl Kafkasyalı. 1311’de kızamık 1318’de gelin oldu.

Çamaşır yıkadı. Yemek pişirdi. Çocuk doğurdu. Ve biliyor ki öldüğü zaman bir şal koyacaklar tabutuna selâtin camilerinden. Bir damadı imamdır. Merdivenlerin üstünde güneş bîr baş yeşil soğan ve bir insan: Ahmet Onbaşı. Balkan Harbinde gitti. Seferberlikte gitti. Yunan Harbinde gitti. «Ha dayan hemşerim sonuna vardık» sözü meşhurdur. Merdivenlerden bir kız çıkıyordu. Çorapta çalışır. Tophane caddesi, Galata. Atifet on üç yaşındadır. Galip Usta baktı Atifet’e, «Evlenseydim eğer torunum olurdu bu kadar» diye düşündü.

«Çalışırdı, bana bakar» diye düşündü. Sonra birdenbire aklına Şevkiye geldi. Emin’in kızı. Mavi mavi gözleri vardı. Geçen sene daha âdet görmeden Şahbaz’ın arsasında bozmuşlardı. Sepetler ve heybeler merdivenlerden inip merdivenleri çıkıp merdivenlerde duruyor. Ahmet Onbaşı yine askerdi yetişti halı-heybeye. Öptü elini. Halı-heybe ve mavi mintan, palto, siyah şalvar ve keten lastik iskarpinler, fötür şapka, sakal, ve lâhurî şal kuşak onbaşının omzunu okşayarak: « Hayıflanma birkaç kalem borç için» dedi, «hane halkını sıkıştırmayız. Yalnız biraz faiz biner.» Haydarpaşa koyunda martılar inip kalkıyor denizde leşlerin üstünde. İmrenilir şey değil martıların hayatı. Garın saati üçü beş geçiyor. Siloların orda buğday yüklüyorlar İtalyan bandıralı bir şilebe. Ayrıldı onbaşıdan halı-heybe gara girdi.

Merdivenlerde güneş yorgunluk ve telâş ve bir altın başlı kelebek ölüsü var . Kocaman insan ayaklarına aldırmadan bembeyaz, upuzun taşın üstünde taşıyor karıncalar kelebeğin ölüsünü. Adviye Hanım sokuldu polis efendiye. Bir şeyler konuşuldu. Okşadı çocuk Kemal’i. Ve hep beraber karakola gittiler. Ve her ne kadar bir daha görülmeyecekse de hayâl meyâl karanlık bir yerlerde hatırlanan kadın çocuk Kemal. yapayalnız değil artık ortasında kâinatın. Bir parça bulaşık yıkayıp biraz su taşıyacak ve Adviye Hanımın dizi dibinde yaşayacak. Merdivenleri mahkûmlar çıkıyordu. Şakalaşıp gülüşerek. Üç erkek bir kadın ve dört jandarma. Erkekler kelepçeli kadın kelepçesiz jandarmalar süngülü. Merdivenlerin üstünde bir kayısı gülü bir cıgara paketi bir gazete kâadı. Mahkûmlar durakladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir