Rainer Maria Rilke – Seçilmiş Şiirler & Duino Ağıtları

“Taşta bir görüntü uyuklar, görüntülerimin görüntüsü.” N ietzsche R ilke, Moskova’ da tamdığı bir köylüden söz eder Düşler Kitabı’nda: adamcağız yıldızların, Tanrı’nın ve meleklerin gözleri olduğuna inamrmış. Kentliler bu köylünün inancını hiçbir düşünceyle, hiçbir usavurmayla çelememişler; ancak konuşa konuşa, inancını inanç olmaktan çıkarmışlar sonunda. “İyi etmişler” diyor Rilke; “çünkü insanların gözleridir yıldızlar, onlar insanların gözkapaklarından doğarak parlaklaşır ve yeniden kazanırlar güçlerini.” Ağırlık, Tanrı’dan insana aktarılmaktadır. Tanrı insanı değil de, insan Tanrı’yı yarattığı zaman, onu görkemli, ulu bir yapı gibi kurabildiği ölçüde büyüyüp güçlenecek, gerçek boyutlarını bulacaktır. “Üç kuşak vardır daima: Birinci, Tanrı’yı bulur; ikinci, Tanrı’nın üstüne daracık tapınaklar kurar ve onu zin- ıo • seçilmiş şiirler & duino a�ıtları 1 ra iner maria rilke cire vurur; yoksul düşen üçüncüyse, kendi zavallı kulübeciklerini kurmak için taşlar taşır Tanrı’nın evinden. Derken, Tanrı’yı yeniden araması gereken gelir” diyen Rilke, kuşkusuz, birinci kuşaktan saymakta kendini. Bir çeşit dualar olan Saatler Kitabı, hele ordaki “Komşu Tanrı”, “İşçileriz Biz” gibi şiirler ve azanın ömürlük çabası göz önüne alınırsa, ona biz de aynı gözle bakabiliriz. Rilke için, “Tanrı arayıcısı” diyenler, bu bakımdan, haklıdırlar. Ancak, onu yeni bir dinin kurucusu saymak, bir peygamber ya da ermiş olarak görmek de doğru olmaz. Sanatını nerdeyse din haline getirmiş, adeta peygamberce sözler söylemiştir, evet; ama her şeyden önce azandır o, sözün tam anlamıyla ozan. Salt ozan olmak istediği, şiiriyle varlığın tümünü kucaklamaya çalıştığı, daha azına razı olmadığı için, ister istemez peygamberce, ya da ermiş edasıyla göründüğü olmuş, sözleri, kutsal kitaplardaki sözleri andırmıştır. Ama peygamberlerle ermişler de sık sık azanca konuşmuşlardır. Belki de, bütüne tutkuyla yönelmenin kaçınılmaz sonucu oluyor bu.


Rilke’nin başlattığı azanca tavır, sanırım, çağdaşları kadar, hatta onlardan da çok, bizim için gerekli. Çağımızda yaşayış baş döndürücü bir hızla makineleşmekte. Pek çok sorunlarımızı çözerek doğayı geniş çapta denetim altına almamızı sağlayan, böylece yaşayışımızı kolaylaştıran, ama bu arada bütün varlığımıza egemen olan makine, gittikçe kendine benzeterek araç durumuna indirmekte bizi; kendisiyse amaç durumuna yükselmekte. Korkarım pek yakın bir gelecekte sormamız gerekecek: “Yaşayan biz miyiz, yoksa o mu?” İnsan bu sultadan kurtulabilmek için, varlığın türlü kesimlerinde unuttuğu güçlerini toplayarak bir üstbilince uyanmak zorunda kalabilir. Öylesi bir üstbilincin ve ona uygun duyarlığın oluşturulmasında en önemli etkenlerden biri (belki de en önsöz • ıı önemlisi, en vazgeçilmezi) olan şiirin, insan yaşayışındaki eski yerini alması gerekmez mi? Gerçi bugün de şiir yazılıyor, eskisinden daha çok yazıldığı da söylenebilir. Ancak, biraz yakından bakıldığında, görülür ki, bunların büyük çoğunluğu, birkaç bilim adamının, filozofun dümen suyunda, onların görüşlerini kanıtlamak için üretilmiş, şiir dışı çabalardır. Ozan, bilimin verilerine, felsefenin başaniarına sırt çevirmelidir demiyorum. Tersine, onlarla yakından ilgilenmeli, ama onların kendisi için, ancak araç ve gereç olabileceğini hiçbir zaman unutmamalı. Çünkü ilk görendir o, ta başta öyleydi; bugün de öyle olmak zorunda. Bilginlere, filozoflara düşense, ozanın bilinmeyenden, varlığın “süresiz derinliklerinden” uyandırıp kurtardığı görüntüyü, o görüntüde saklı güçleri (daha çağdaş bir deyişle, ruhsal nükleer enerjiyi) kavramlar diline aktararak ortak bilince mal etmektir. II Rainer Maria Rilke, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Prag’ da, Alman asıllı bir ailenin çocuğu olarak doğuyor. O zamanlar daha Avusturya’nın egemenliği altında olan bu kentte Almanlar azınlıktadırlar. Rilke’ deki yalnızlık duygusunu ve erken gelişen dil bilincini buna bağlayanlar vardır. Bu görüş, ancak belli bir ölçüde haklı olabilir; çünkü, yaradılış bakımından dışa dönük bir başkası, aynı koşullar altında, bambaşka bir yönde gelişebilir, ne bileyim, içe kapalı, ince sezişlerin ozanı olacağına, dış dünyayı buyruk altına almaya çalışan bir zorba olabilir. Ozanın babası Josef Rilke, Avusturya Ordusu’nda subay olmak istemiş, ama askerlik mesleğinde pek yükselerneden ayrılmak zorunda kalmış, demiryollarında 12 • seçilmiş şiirler & duino ağıtları 1 ra iner maria ri lke müfettiş olarak çalışmıştır.

Orta halli yaşamayı yadırgamayan, azla yetinmeyi bilen bu babaya karşılık, annesi Sophia (Phia) Rilke, ölçüsüz tutkuların, aşırı özlemierin kadınıdır. Oğlunun subay olmasını, kendi büyüklük ve soyluluk düşlerini onun gerçekleştirmesini ister. Oysa, yedi aylık doğan bu narin yapılı çocuğu, altı yaşına dek bir kız gibi büyütmüş, kız giysilerine bürümüştür. İlk çocuğu kızmış ve pek küçükken ölmüş de ondan. Bu yüzden, ikinci çocuğunun oğlan olarak dağınasına bir türlü alışamaz. Sık sık bir oyun oynarlar aralarında, annenin sahnelediği bir oyun: Anne odasında oturmaktadır. Derken kapı vurulur. Anne sorar: “Kim o?” Oğul dışardan seslenir: “Ben, Sophie” (annenin kendi adı).­ Rilke daha sonra şöyle demiştir: “Ben sevemem, annemi sevrnem de ondan.” Sevemeyeceğini söyleyen bu adam, sevmeyi pek yüceltmiştir oysa, sevilmeyi gereksiz görecek, yadsıyacak kadar. Bu duygu, sanırım, Tanrı anlayışını da büyük ölçüde etkilemiştir. Öyle ya, Tanrı’ya ne denli yaklaşırsanız yaklaşın, hiçbir zaman varamazsınız ona, onunla birleşemezsiniz; ama ona erişmeye çalışırken kendinizi büyütüp geliştirebilirsiniz. Oysa sevgi karşılık gördüğünde, seven için yolculuk bitmiş, durgunluk ve suskunluk başlamıştır. Bu görüş doğru mudur, yanlış mı, biz tartışaduralım; bizim Hayali, yüzyılların ötesinden Rilke’yi destekler gibidir: Cılylar çün erdiler deryaya hfimılş oldular.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir