Murat Çizakça – Demokrasi Arayışında Türkiye

Bu kitabın ana konusunu oluşturan demokrasinin çok eski ve ilginç bir tarihi vardır. Nitekim, Avrupa’nın demokratikleşmesi çok eskilerden, Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından bu güne kadar, gelen bir süreçtir. Bazı kuramların yüzyıllar süren evrimini içeren ve dalgalanmalarla devam eden bu süreç, 20. yüzyılda çok hızlanmış, yüz milyona yakın insanın ölümüne yol açan kanlı boyutlara ulaşmış, Berlin duvarı’nın çöküşü, ardından da Yugoslavya diktatörü Miloseviç’in yakalanmasıyla son bulmuştur. Gerçekten de İkinci Dünya Savaşı’m ve ardından gelen Soğuk Savaş’ı Avrupa’nın demokratikleşme sürecinin son aşamaları olarak görmek gerekir. Bütün bu trajik olayların sonucunda bu eski kıt’anın neredeyse tümü yüzyılın sonunda, demokrasiye kavuşmuştur. 1 Ancak, İkiz Kuleler’in ve Pentagon’un bir kısmının yıkılmasıyla 21. yüzyılda başlayan yeni savaş, az önce belirtmiş olduğum sürecin henüz sona ermediğini gösterir. Burada söz konusu olan, demokratikleşme sürecinin Avrupa’dan sonra Asya’ya, özellikle de İslam dünyası’na, yayılmasıdır. Kanımca, 21. yüzyılın gündemi budur. Biz bu kitapta Türkiye üzerinde odaklaşacak, ve İslam dünyasının bu, belki de en önemli ülkesinde, İslam ve demokrasi ikilemini inceleyeceğiz. 21. yüzyılın bu yepyeni gündeminde Türkiye’nin önemi, demokratikleşme sürecini ilk başlatan ve bu yolda en fazla mesafe katetmiş Müslüman ülke olmasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten de, İslam dünyasında, belki Türkiye hariç, tek bir demokrasi yoktur.


Bu durum, İslam dininin demokrasiye karşı olduğundan mı, yoksa, tarihsel nedenlerden mi kaynaklanmaktadır? İslam dünyası niçin Batı’nın gerisinde kalmıştır? Halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede, liberal demokrasi uygulansa, ülke, demokrasiyi araç gibi kullanarak iktidara gelen radikal İslamcıların eline geçer mi? Dindar/demokratlar ile radikal İslamcıları birbirinden ayıran unsurlar nelerdir? Laiklerle dindar/demokratların birbirlerine güvenmediği ülkemizde, hele bu son olaylardan sonra, dindar/demokratlar iktidara gelebilirler mi? Gelirlerse, bunların oluşturacağı bir hükümetin programı ne olabilir? Bu kitapta bu soruların cevabını bulacaksınız. Ülkemizde son yıllarda laikler ve demokrasiye inanan dindar/demokratlar arasında giderek artan bir güvensizlik hüküm sürmekte. Oysa, hepimiz Cumhuriyet çocuğuyuz ve halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Dolayısıyla, laiklik de, Müslümanlık da kişiliğimizin birbirinden kopmayan, ayrılamayan unsurlarıdır. En azından öyle olması gerekir. Oysa, ülkemizde laik, demokrat ve de, aynı zamanda, İslâmiyet’e saygılı olmak artık olağan ve kolay bir şey değil. Çünkü, maalesef, kişiliğimizin bu birbirinden ayrılamaz parçaları çoğumuza çelişkili kavramlar gibi gelmeye başladı. Bu kutuplaşmış kalıplar çerçevesinde düşünenlere göre, ya laiksinizdir, ya da Müslüman, ya “onlardan”sınız ya da “biz”den. Bu düşünce tarzı, ülkeyi düşman kamplara böldü. Bu bölünme, demokrasiyi engelledi. Siyasetteki istikrarsızlık da askeri müdahalelere yol açtı. Sonuçta ekonomi de bu depremlerden tabii ki etkilendi ve bugün krizlerin birbirini takip ettiği, siyasi istikrarsızlık dolayısıyla bir türlü yeterli yabancı sermaye çekemeyen, OECD’nin, en iyimser hesaplamalarla dahi, en fakir ülkesi haline düştük. 2 Bu fakirlik ve uygulanan yanlış politikalar sonucunda insanlarımız da mutsuz oldu. Bu mutsuzluk, UNDP’nin 3 her yıl yayınladığı İnsanî Gelişmişlik Raporları’nda da ortaya çıkmakta. Nitekim, bu yıl yayınlanan son raporda Türkiye 162 ülke arasında 82.

sırada. Avrupa’da, Arnavutluk dışında, bizden geri olan yok. Arnavutluk ise bizi sadece üç basamak geriden takip ediyor. Avrupa Birliği’nin İnsanî gelişmişlik açısından en kötü ülkesi Portekiz ise bizden çok önlerde, 28. sırada (Karakaş, 2001). Dahası, sadece insan haklarının ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir ülke olmakla kalmadık, ekonomik özgürlüğümüz de sınırlandı. Kuramlarımız ve uyguladığımız ekonomik politikalar sonucunda, ekonomik özgürlük kriterlerine göre de “en az hür” ülkelere verilen A üzerinden F puanına lâyık görüldük. Daha da kötüsü, bütün ülkeler ekonomik özgürlüklerini arttırmaya çalışırken, Türkiye’nin bu konudaki performansı giderek gerilemekte… (J. Gwartney, et.all, 1996: 65). Özgür ülkelerin en hızlı büyüyen, en gelişmiş ülkeler olduğu ve özgürlüklerle ekonomik gelişme arasındaki pozitif ilişkinin Nobel ödülü almış iktisatçılar tarafından defalarca vurgulandığı göz önüne alınırsa, uyguladığımız politikaların, kendi kendimizi devamlı kısıtlamamızın, bizi doğrudan doğruya fakirleştirdiği sonucuna da rahatlıkla varabiliriz. Hepimiz, hızla ve radikal bir şekilde değişmemiz gerektiğinin farkındayız. Ama ne yönde ve nasıl? Bu sorunun cevabını Atatürk, “muasır medeniyet” seviyesine çıkmamızı hedefleyerek çok önceden vermişti. Günümüzün diliyle, “çağdaş uygarlık”, diye bilinen bu kavramın, esas olarak, demokrasi, insan hakları ve pazar ekonomisi üçlüsünden oluştuğu artık bilinmektedir ve bu güncel tanım Birleşik Avrupa için Paris Anlaşması (Charter of Paris for a United Europe) belgesinde de açıkça ortaya konmuştur (Toprak, 1996: 11:98). Burada Atatürk’ün daha az bilinen bir diğer sözüne de değinmek gerekir: “Ülkeler farklı olabilirler, ancak uygarlık tektir.

Bir ülkenin gelişebilmesi için de o uygarlığın içerisinde yer alması gerekir” (Beller Hann and Hann, 2001: 214). Madem ki o uygarlığın içinde yer alabilmek için gereken şartlar, o uygarlığın kendisi tarafından, açıkça ortaya konulmuştur, o halde gerçek Atatürkçülüğün yolu da demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisinden geçer. Bu üçlüden, yani demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisinden, gerçekleşmesi en zor olanı liberal demokrasidir. Zira, ne tarih boyunca ne de günümüzde gerçek demokrasi ile yönetilen bir Müslüman ülke görülmemiştir. Eğer bunu gerçekleştirebilirsek, biz gerçekleştireceğiz. 4 Bu kitabın ana tezi de budur. Az önce kullandığım “biz” sözcüğü, laiklerin yanı sıra, onlar kadar toplumda söz sahibi olmayı hedefleyen dindar/demokratları da içermektedir. Kitabın muhataplarından olan dindar/demokratların 5 tarifini yapmak gerekir. Her şeyden önce, dindar/demokratlar, demokrasinin nimetlerinden faydalanıp, takiye yaparak, iktidara gelmeyi, iktidara gelince de, bir sonraki seçimleri kaybetseler de, iktidardan ayrılmamayı hesaplayan insanlar değildirler. Dindar/demokratlar, seçimle iktidara gelip, seçimle iktidardan ayrılmayı benimsemiş, demokrasiye yürekten bağlanmış, dindar kişilerdir. Bu insanların Türkiye’de siyaset sahnesinde doğru dürüst temsil edilmediklerini düşünüyorum. Şimdiye kadar çeşitli isimler altında kurulan, ve teker teker kapatılan bir çok İslâmcı partinin demokrasiyi tam olarak benimsemiş oldukları konusunda, herkes gibi benim de, ciddî şüphelerim var. Nitekim, Refah Partisi’nin demokrasiye inandığını düşünenler, halkımızın sadece %29’unu, inanmadığını düşünenler de %42.4’ünü oluşturmaktadırlar. “Bu parti fırsat bulsa, Türkiye’de din devleti oluşturacaktı” diyenlerin oranıysa oldukça yüksek, %49.

8’dir (Çarkolu ve Toprak, 2000: 20). En azından, bu partiler, Çarkoğlu ve Toprak’ın araştırmalarından da görüldüğü gibi, vatandaşa demokrasiyi gerçek anlamda benimsemiş oldukları izlenimini vermediler. Bu, onların ciddî bir eksikliğidir. Bu bağlamda Daniel Brumberg’in siyasal İslam’ı üç kategoriye ayırdığını hatırlamakta fayda vardır. Bunlar: 1. Radikal veya militan kökten dincilik (radical or militant fundamentalism) 2. Esnek kökten dincilik (moderate fundamentalism), ve nihayet 3. Liberal İslam’dır (Islamic liberalism). Militan kökten dinciliğin hedefi bir İslam devleti kurmak ve bunu ülkeye zorla, silah gücüyle, kabul ettirmektir. Kısacası, bu grubun demokrasiyle yakından veya uzaktan ilgisi yoktur. İkinci grup, esnek kökten dincilik, daha karmaşıktır. Bunlar da hedef olarak bir İslam devleti kurmayı benimsemişlerse de, yöntemleri daha esnektir. Bu grup, güç kullanma yerine, seçimlerle iktidara gelmeyi tercih eder. Ancak bu yöntem farklılığına rağmen, bu grup da baskıcı ve otorite yanlısı olup demokratik değildir. Nitekim, takiye yapıp iktidara seçimle geldikten sonra bir sonraki seçimleri kaybetse de iktidardan ayrılmayacağından korkulan da bu gruptur.

Demokratik olmamaları dolayısıyla bu iki grup da kitabımızın kapsamı dışında kalmaktadır. 6 Bizi bu kitapta asıl ilgilendiren, dindar/demokratlar olarak nitelendirmiş olduğumuz, Brumberg’in üçüncü kategorisi, yani, liberal İslam’dır. Bunların hedefi bir İslam devleti kurmak değil, laik ve çoğulcu bir düzende “diğer”leriyle birlikte yaşamak ve bu arada vicdan özgürlüğünü genişletmektir (Öniş, 2001: 283). Bu arada Öniş’in Refah Partisi’ni ikinci gruba, Fazilet Partisi’nin “yenilikçiler” grubunu da üçüncü kategoriye yerleştirdiğini belirtelim. Böylelikle Öniş, askerî baskıların olumlu bir sonuç doğurduğunu ve siyasal İslam’da güçlü bir liberalleşme akımına yol açtığına işaret etmektedir (Öniş, 2001: 288-292). Ancak, Fazilet Partisi lideri Erdoğan’ın özgürlükleri kısıtlayıcı nitelikteki konuşmaları bu konudaki endişeleri devam ettirmekte ve Öniş’in vardığı sonuca gölge düşürmektedir. Öte yandan hem dindar, hem laik, hem de demokrat olan ve sayıları belki de milyonları bulan insanlarımız da vardır. Bu kitapta önerilen uzlaşmayı gerçekte kendi kişiliklerinde gerçekleştirmiş olanlar da bu insanlarımızdır. Bu noktada dindar/demokratları niçin özgün bir gurup olarak bu kitapta ele aldığım sorgulanabilir. Nitekim, diğer partilere oy veren milyonlarca vatandaşımız da hem Müslüman hem de demokrattırlar. Aradaki fark, dindar/demokratların İslamiyeti günlük yaşamlarında uygulamak istemelerinden kaynaklanır. Ancak bu kişiler, yaşadıkları ülkenin ve ekonomik düzeninin İslamiyet’in temel öğretilerinden esinlenmesini ve bunun modern çağın gereğince günlük hayata yansımasını arzu ederken, din devleti peşinde değillerdir. Bunlarla diğer iki gurup arasındaki tâyin edici farklılık, demokrasiye bağlılıktan kaynaklanmaktadır. Kökten dinciler şer’i düzen’in en üstün düzen olduğunu ve bir kez iktidara gelince bir daha asla iktidardan ayrılmaması gerektiğini ileri sürerken, dindar/demokratlar, adı ne olursa olsun, iktidardan ayrılmayı red eden bir sistemin diktatörlük olduğunu kabul ederler. Dindar/demokratlar böyle bir diktatörlük peşinde değillerdir ve seçimle geldikleri iktidardan gene seçimle ayrılmayı baştan kabul ederler.

îki gurup arasındaki bir diğer önemli farklılık da hukuk sistemine yöneliktir. Kökten dinciler mevcut hukuk sisteminin değiştirilmesini isterken, dindar/demokratlar, bu kitapta kullanacağımız terimle, bir “hukuk kayması” peşinde değillerdir. Kökten dincilerin öngördüğü şekilde bir “hukuk kayması”nın neden ekonomik açıdan mümkün olamayacağına ilerde ayrıca değineceğim. Bu kitap üç kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda, üç tez öne sürülecektir: a. Sermaye birikiminin ardındaki en önemli olgulardan biri kumruların evrimidir. b. Kuramların evrimi ise en hızlı şekilde demokratik ülkelerde gerçekleşir. c. Bu nedenlerden dolayı, gerçek demokrasi, ekonomik büyüme ve kalkınmanın ardındaki en önemli unsurlardan birisidir. Kitabın ikinci kısmında, halkının büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkemizde, gerçek demokrasinin nasıl oluşturulacağı, bu zor problemin nasıl çözüleceği anlatılacaktır. Kitabın son kısmında ise demokrasi probleminin çözüleceği ve dindar/demokratların günün birinde seçimlerle iktidara geleceği varsayımından hareketle, bu iktidarın, hem kendisine oy veren Müslümanların vicdanlarını rahatlatmak hem de çağdaş Türkiye’nin ekonomik sorunlarını çözmek amacıyla izlemesi muhtemel olan politikalar gözden geçirilecektir. Kitabın giriş bölümünde Batıkların Türkiye’nin gerçek demokrasiye ulaşması ve insan hakları konusunda ne denli ısrarcı olduklarını, ve bu hedeflere ulaşamadığımız takdirde Avrupa Birliği’nin kapılarının açılmayacağını kesinlikle bildirdiklerini belirtmiştim. Alman milletvekili Kari Lamers ile yapmış olduğum konuşmadan bu yana, Avrupa Birliği ile yapılan tüm resmi görüşmelerde de aynı ilkeler vurgulanmakta ve bu konu devamlı olarak doğrulanmaktadır. Batılı devletlerin bu konularda neden bu denli ısrarcı olduğunu anlamak için, demokrasiyi doğru dürüst tarif etmek, bu sistemin insanlığa neler kazandırdığı konusunda kesin bilgi sahibi olmak gerekir.

Ayrıca, bu konu üzerinde ne kadar bilgi sahibi olursak demokrasi karşıtı söz etmek de o kadar zorlaşır. Zira, içimizde halâ demokrasinin erdemini anlayamamış çok sayıda vatandaşımız vardır. 2. Demokrasinin Tarifi: Demokrasinin kısaca tarifi şöyledir: Eğer bir devlette yürütme erkinin liderleri ile yasama organının, yani Parlamento’nun, üyeleri rekabetçi ve hile karıştırılmamış seçimlerde belirleniyorsa, bu seçimlerde en az iki bağımsız parti rekabet ediyorsa, bu partiler serbestçe çalışabiliyor, kapatılmıyor veya kapatılmayla tehdit edilmiyorlarsa, ayrıca nüfusun en az yarısı seçimlerde oy veriyor ve iktidarın seçimle en az bir kere el değiştirdiği saptanıyorsa, o ülke demokratiktir (Ahlmark, 1998- 99:186). Ahlmark’dan aldığım bu tarife, italik harflerle yazılmış partilerin serbestçe çalışmaları ve kapatılmamaları şartını ben ekledim. Zira, gerçek demokrasi olmadı ı belirtilen ülkemizin bu kategoriye sokulmasının en önemli nedeni, sık sık görülen parti kapatmaları ve bu yolla milyonlarca vatandaşımızın oylarının bir kalemde politik sistem dışına atılmasıdır (Göçek, 2000). Demokrasiyi korumak amacıyla bazı partilerin kapatılmaları, gerçek demokrasilerde çok nadir veya hiç görünmeyen olaylardır. Ayrıca, çeşitli tuzaklarla halkın arzu ve tercihlerinin Parlamento’ya yansımasını önleyen seçim yasaları da hukuka aykırıdır (Selçuk, 1999 a: 27). Ülkemizde de, parti kapatmadan demokrasiyi korumak bazı basit yöntemlerle pekâla mümkündür, ve bu yöntemler siyaset bilimcileri tarafından gayet iyi bilinmektedir (Öniş, 2001: 294). Bu konuya ilerde tekrar değinecek ve bu amaçla geliştirdiğim kendi yöntemlerimi de sunacağım. Aslında, tarif halâ tam değildir. Yukarıdaki kriterlere ayrıca, demokrasinin ön şartları olan hukuk devleti, laiklik, özel mülkiyet, bağımsız mahkemeler, fikir özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, kültürel haklar ve silahlı kuvvetlerin seçilmiş otoritenin emrine tâbi olması gibi birbirinden önemli kriter ve ilkeleri de dahil etmek gerekir. 7 8 Görüldüğü gibi, bir ülkede gerçek demokrasiyi kurmak hiç de kolay olmayıp bu şartların hepsinin gerçekleştirilmesi gerekir. Bu saptamaları ve tarifi yaptıktan sonra, şimdi, tekrar demokrasinin bir ülkeye neler kazandırdıklarına dönelim. Bunu anlamak da, demokrasinin karşıtlarına bakarak mümkündür.

3. Demokrasinin Karşıtları: a. Savaş Önce demokrasi ile savaşlar arasındaki ilişkiye bakalım. 1816-1991 arasındaki tüm savaşlara bakıldığında, bu 175 yıllık dönemde 353 “çift” ülkenin birbirleriyle 70 savaş yapmış oldukları saptanmış. Savaşan bu “çift”lere bakıldığında ise, demokratik olmayan bir ülkenin demokratik olmayan başka bir ülkeyle 198 kez savaştığı; bir demokrasinin, demokratik olmayan bir ülkeyle 155 kez savaştığı; demokratik bir ülkenin bir diğer demokrasiyle ise SIFIR kez çarpıştığı saptanmıştır. Son iki dünya savaşma bakarsak, bu savaşlarda 33 bağımsız ülke savaştı. Bunlardan sadece 10 adeti demokrasiydi ve bunlar birbirleriyle hiç savaşmadılar. Demokrasilerin birbirleriyle savaşmadıkları çok önemli bir saptamadır. Bu gerçeğin en önemli nedeni, demokrasilerde savaşı önleyen yapısal ve kurumsal faktörlerin var olmasıdır. Demokratik bir devlette görülen kuvvetler ayrımı, karşılıklı yetki ve sorumlulukların sınırlandırılması (checks and balances) savaş halinin Parlamento kararıyla uzun uzadıya tartışıldıktan sonra ilân edilebilmesi önemli kurumsal faktörlerdir. Ve bu nedenler dolayısıyladır ki, bir demokratik devlet hem kolay kolay sürpriz saldırıya geçmez, hem de, karşısındaki hasmı da bir demokratik devlet ise, sürpriz saldırı beklemez. Kısacası, demokratik bir ülkede savaş ilân etmek için gereken halk desteğini sağlamak uzun ve zor bir iştir. Belki hepsinden de önemlisi, kendi içinde bir uzlaşma rejimi olan demokrasi, başka ülkelerle olan ilişkisini de bu kavram üzerine bina ettiği için, uzlaşma demokratik ülkeler arasındaki ilişkilerde de belirleyici faktör olmaktadır. b. Katliam 1900-1987 yılları arasında 170 milyon insanın politik nedenlerle ve savaş alanları dışında öldürüldükleri saptanmıştır.

Bunlardan sadece iki milyonunun demokrasiler tarafından İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefiklerin bombaladıkları Dresden, Hamburg, Hiroşima ve Nagazaki’de hayatlarını kaybeden siviller oldukları bilinmektedir. Böylelikle katliamların %98-99’unu diktatörlüklerin gerçekleştirmiş olduğu görülmektedir. Nitekim Sovyetler Birliği’nin 62 milyon, Komünist Çin’in 35 milyon, Nazi Almanya’sının ise 21 milyon silahsız insanı savaş alanlarının dışında öldürdükleri saptanmıştır. Savaş sonrasında Pol Pot ve Kızıl Khmer’ler ise katledilen insanların toplam nüfus’a oranı konusunda rekor kırarak, Kamboçya’da 3.5 yıl içerisinde yedi milyonluk nüfusun iki milyonunu katlettiler. En hızlı katliam ise Rwanda’da gerçekleşti: üç ay içerisinde yedi milyon nüfusun bir milyona yakını katledildi (Ahlmark, 1998/99: 192). Komünist rejimlerin toplam katliamlarına bakarsak, bu dönemde 110 milyon kişi ile toplam cinayetlerin üçte ikisi bu rejimler tarafından geçekleştirildi. Komünist rejimlerin nasıl olup da böylesine gaddar olabildikleri sorusuna gelince, siyaset bilimcileri bize birbirine bağımlı iki cevap sunmaktadırlar: a. Bu rejimlerde devlet tüm ekonomik ve siyasi gücü elinde toplar b. B öylece devlet kendisine rakip olabilecek veya faaliyetlerini kontrol edebilecek, sivil toplum kuruluşlarını tamamen devre dışı bırakır. Kısacası, modern dünyanın en önemli özelliklerinden birisi, demokrasilerde hayatın kıymeti bilinir ve korunurken, sağveya sol diktatörlüklerde ise ölümün kol gezdiğidir (Hayek, 1994). Dahası, modern devletin kahredici gücü belirli bir zümrenin elinde ne kadar yoğunlaşırsa ve hürriyetler ne kadar kısıtlanırsa, bu devletin katliam yapma ihtimali o kadar artmaktadır. Yani, kuvvetlerin tek elde yoğunlaşması ve hürriyetlerin kısıtlanması ile ölümcüllük doğru orantılıdır. Yüz yetmiş milyon insanın acımasızca telef edilmesi ise insanlığın modern bir veba salgınına tutulması gibidir. Bu veba’dan kurtulmanın yolu ise yürütme, yasama ve yargı erklerini kesin bir şekilde ayırmak, 9 hukuk devleti’ni kurmak, fikir, vicdan ve teşebbüs hürriyetlerini genişleterek demokrasiyi yerleştirmektir.

c. Kıtlık: Üçüncü dünya ülkelerine mensup bazı sosyal bilimciler, demokrasinin bu ülkeler için bir lüks olup, fakir ülkelerin asıl dertlerinin aç kalmamak olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak, 1998 yılında ekonomi dalında Nobel ödülünü kazanan Amartya Sen’in bulguları bu görüşü tamamen çürütmüştür. Sen’e göre, eğer kıtlığı (famine), sonu yığınların ölümüyle biten aşırı fakirlik olarak nitelersek, 10 2-3 milyon insanın açlıktan öldüğü 1943 Bengal kıtlığı, bölge İngiliz idaresindeyken olmuştu. Oysa, bağımsız ve demokratik Hindistan’da kıtlık hiç görülmemiştir. Mao’nun yönetimindeki kıta Çin’inde ise 1958-61 yıllarında 30 milyon insanın açlıktan öldüğü tahmin edilmektedir (Sen, 1999). Kıtlıkların tarihi incelendiğinde ortaya çıkan çarpıcı sonuç şudur: serbest basma sahip, bağımsız ve demokrat ülkelerde yığınların açlıktan öldüğü kıtlıklar hiç bir zaman görülmemiştir. Üstelik, burada söz konusu olan sadece zengin demokrat ülkeler de değildir. Bağımsızlığını yeni kazanmış Hindistan, Botswana, Zimbabwe gibi nispeten fakir demokrasilerde de hiç kıtlık olmamıştır. 11 Kıtlıklar ya yabancı ülkeler tarafından yönetilen kolonilerde (İngiliz yönetimindeki Hindistan ve İrlanda) ya da komünist partisi tarafından yönetilen ülkelerde (Ukrayna 1930, Çin 1958-61, Kamboçya 1970) veyahut askeri diktatörlüklerce yönetilen ülkelerde (Habeşistan ve Somali) görülmektedir. Günümüzde en ölümcül kıtlıkların görüldüğü ülkeler Kuzey Kore ve Sudan olup, bu ülkelerin ikisi de diktatörlükle yönetilmektedir (Sen, 1999: 16). Ancak, bağımsız, düzenli bir şekilde seçimlere giden, serbestçe çalışabilen muhalefet partileri ve serbest basını olan ülkelerde kıtlık hiç bir zaman görülmemiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir