1984’te yayınlanmış bu kitabın 4. basımına (1989) yazmış bulunduğum Önsöz’ün, kaleme alındığı zaman kesitinin özelliklerinden bağımsız olarak, süreklilik taşıyan bâzı doğruları içerdiğini düşünürüm. Dolayısıyla, ondan vazgeçemedim: 1989, Dünya’da yeni bir altüst oluşun yaşandığı, Sovyet Sistemi’nin dağılma sürecine girdiği dönemdi. Hemen herkes, solun geleceğine ilişkin tahminler yapmaktaydı. Bu Önsöz’de, kendi tahlilimi ve öngörümü yazmıştım. Sonraki 5. ve 6. basımlarda, bu Önsöz’ü korudum; zamanın ortaya çıkarabileceği yanlışı ve doğruyu yerli yerine bırakmayı tercih ettim. Yenisini yazmadım. Şimdi, bu Önsöz’den on yıllık bir aradan sonra, gene de ondan vazgeçmedim. Yeni basım yapılırken, sadece birkaç düşünceyi daha girişe eklemekle yetiniyorum. Geçmiş Önsöz’de de vurgulamıştım, Sosyal Demokrasi’nin ya da eşanlamıyla demokratik sosyalizmin, demokratik solun özelliği, özgünlüğü hattâ gücü, onun, “… eşitlik ve özgürlük arasında oluşturduğu bütünlüktür.” Sosyal demokrasinin tarih boyutunda sağa karşı verdiği mücadelede de, sosyal demokrasinin solun içinde, solun özgürlüksüz modeline karşı verdiği mücadelede de, bana göre, üstün gelebilmesinin temel nedeni budur. Bu üstünlüğün bir başka nedeni, şurada gözüküyor: Sosyal demokrasinin, sürekli ve sonsuz bir arayış, sürekli ve sonsuz bir yenileşme olmasında… Bizatihi sol, bir değişimdir; değişim, solun karakteridir. Dolayısıyla, yenileşme kavramının ve değişim olgusunun doğru tanımı, yenileşme ve değişimin yöneleceği hedefin doğru saptanması, sosyal demokrasi için hayati önem taşıyor. Aynı şekilde, amaç ve yöntem arasındaki ilişkinin doğru belirlenmesine de. Bu bağlamda, “sol”un nihai hedefi, son tahlilde, geçerlikteki imtiyazların imtiyaz olmaktan çıkarılması şeklinde tanımlanabilir. Fırsatların, kültür ve eğitimin, zenginliklerin, mümkün olan en geniş kitleye ulaştırılması… Bu çerçevede sol, sürekli ve sonsuz bir arayıştır, sürekli ve sonsuz bir yenileşmedir… Öyledir de, arayışın ve yenileşmenin yolunu şaşırması durumunda, bunun bir yozlaşmaya dönüşmesi de kaçınılmazdır. Dünyadaki gelişmeleri, solun içindeki bâzı tartışmaları hattâ oluşumları değerlendirirken, bu tehlikenin önemi daha iyi anlaşılıyor. Galiba en doğrusunu Willy Brandt söylemiş: “… Sosyal Demokrasi, ilkelerinde bağnaz, yöntemlerinde esnek olmalıdır…” Şöyle de ifade edebiliriz: Sosyal Demokrasi, kesin ve net bir tercihin ifadesidir; öncelikle emek dünyasının yararlarının temsilcisidir. Siyasal farklılaşma, bir “öncelikler” sorunudur. Sosyal demokrasinin tercihi, toplumun tümüne esenlik getirmeyi amaçlarken, öncelikle büyük kitlelerin, işçisinden memuruna, köylüsünden, mühendisinden, bilimadamına, yöneticisine kadar, emek paydasını paylaşan tüm kesimlerin yararını savunmaktadır; öncelikle onların temsilcisi olmaktır. Burada göz ardı edilmemesi gereken nokta şudur: Sosyal demokrasi, öncelikle temsil etmediği toplum kesitlerini karşısına alarak ona haksızlık yapan, adaletsiz davranan, onu dışlayan bir karşıtlığın ifadesi değildir; kendi işlevini toplumun sadece bir bölümünü gözetmekte sınırlı tutan bir siyaset değildir. Ama sosyal demokrasi, “tarafsız hakem” de değildi. Temel tercihinin doğrultusunda, açık ve net olarak “emeğin tarafıdır.” Solun “bizatihi kendisi” olarak tanımladığımız “değişim,” ancak bu anlayışlar çerçevesinde doğru olabilir. Solun “sürekli ve sonsuz arayışı ve yenileşmesi” ancak bu çerçevede meşruiyet kazanabilir. Yoksa, “… yenileşme modasına uyum için” sırf “yenileşmiş görünmek için” değil… Hele, solun temel ve tarihsel doğrularından, ilkelerinden uzaklaşıldığı ölçüde kendini “yenileşmiş saymak” hiç değil… Tam aksine, kendi kimliğine, temel tercihlerine sahip çıkarak, özgürlük ve eşitlik ideallerinin doğrultusunda kendini geliştirerek, toplumun ve teknolojinin değişimiyle tutarlı yeni anlayışları ve yöntemleri hayata geçirebilmektir, solun yenileşmesi. Amaçta değil, araçlarda yenileşmedir; ilkede değil, yöntemlerde yenileşmedir… Sosyal demokrasinin, kendi sol ve demokrat özünün doğrultusunda kendini yenilemesidir, doğru olan. Türkiye özelinde doğru olan, solun, kendini bu anlayışla değerlendirerek, solun özünü koruyarak ve yöntemlerini yenileyerek, Türkiye’yi yenileştirmesidir. Eşitlik, özgürlük, ekonomik büyüme, dürüst yönetim, kişilikli dış siyaset, laik devlet, çoğulculuk ve hoşgörü gibi temel tercihleri ve siyasal duyarlılıkları, çağ ve teknolojiyle uyumlu yöntemlerle hayata geçirmesidir… Yeni bir yüzyılın eşiğindeki solun ve Türkiye’nin önündeki iddia budur. 1989’da Yazılmış Önsöz Hayatın akışına yetişmek ne mümkün?.. Dünya solu bu kez kendi içinde gerçekleşmekte olan ihtilâlin sarsıntısını, sorumluluğunu, kıvancını ve umudunu yaşıyor. Tarih açısından “anlık” bir sürede, sadece üç-dört yılda değişenler, tarihi değiştirmeye başlıyor… Ne oluyor? Komünizm mi tükeniyor, kapitalizm mi egemenliğini kanıtlıyor, sosyal demokrasi –ya da eşanlamıyla çoğulcu sosyalizm– evrenselliğe mi koşuyor? Dünya solunun büyük macerasında, bir dönem kapanmakta ve yeni bir sayfa başlamakta… Bu altüst oluşun tüm belirsizlikleri ve tüm umutları insanlığın önüne açılıyor… Sosyal demokratlar, ya da eşanlamıyla çoğulcu, demokratik sosyalistler, solun yüz yıllık iç hesaplaşmasında haklı çıktıklarını görerek, sevinç çığlıkları mı atacak? Dünya sağının verdiği “Marksizm Öldü” başlıklı gazete ilânlarına, ölenin akrabası sıfatıyla, isimlerini ilân sahibinin altına mı ekletecek? Ya da, tarihsel haklılığın kanıtlarını görerek, fakat bunun sorumluluğunu da duyarak, olgunca değerlendirip düşünerek, soldaki değişimin bütün insanlık için güçlü bir ivmeye, taze bir nefese, tarihsel olarak sosyal demokratlara ait yeni ve engin bir katkıya dönüşümünü mü sağlayacak? Bu iddia önümüzde duruyor… I Tarihi insanlar yapmaz. Ama tarihin biçimlenmesinde sosyal, ekonomik, siyasal oluşumları sezen, bunları gerçeğe dönüştüren, pratiğe aktaran, insandır. Dünya solunu bir özeleştiriye ve yeni değerlendirmelere özendiren, komünizmi köklü bir değişime, kapitalizmi yeni dengeler arayışına yönelten süreç, öncelikle Gorbaçov’un tezlerinde ve uygulamalarında ifadesini bulmuştur. Gorbaçov, ne yapmak istiyor? Perestroika beş yılını bile henüz doldurmadı. Merkez Komitesi Gorbaçov’u Genel Sekreterliğe Mart 1985’te seçiyor; aynı Merkez Komitesi, Nisan 1985’te Perestroika’nın ve Glasnost’un temel ilkelerini belirleyip stratejisini açıklıyor. Ve aradan geçen dört küsur yıllık sürede, dünya, kırk yıla sığamayacak gelişmeleri gerçekleştiriyor… Ünlü kitabı Perestroika’da (Yeniden Yapılanma), iddiasını ve amacını Gorbaçov şu sözlerle açıklıyor: “… Perestroika’nın özü, sosyalizmi demokrasiyle birleştirmesinde ve Leninist anlayışın sosyalist yapılanmasını hem teori hem de pratikte canlandırmasında yatar…” [1] “Sosyalizmle demokrasiyi birleştirmesinde” sözcüklerinin altı orijinal metinde Gorbaçov tarafından çizilmiş. Gerçekten, gerek özünde, gerekse uygulamasında ve sonuçlarında, Perestroika, sosyalizmle demokrasiyi birleştirme çabasıdır. “Demokrasi” kavramının hangi anlamda kullanıldığı net değildir, buna kısaca değineceğiz. Ancak, hangi anlamda kullanılmış olursa olsun, sonuçları bakımından, “klasik, özgürlükçü, çoğulcu” demokrasinin gelişmelerine yol açmaktadır. Başka bir deyişle, hangi komünist modelde uygulamaya girerse girsin, Perestroika, bir sürecin henüz başlangıcı olmasına rağmen, hem siyasal düzeyde, hem mülkiyet biçiminde, hem de sınıfsal yapıda –değişik ölçülerle– çoğulculuğu geliştirmektedir. Farklı düşünceler, hattâ bunların örgütlenmesi yaşanmaktadır; üretim araçlarındaki özel mülkiyet belirli ölçüde genişlemektedir; özel mülkiyetin genişlemesi sonucu, bu mülkiyete sahip olanların “sınıf” niteliği oluşmaktadır ya da güçlenmektedir. Yukarıda yaptığımız alıntıda görüldüğü gibi, Gorbaçov, Perestroika’nın “özünü” anlatırken, altını çizmemekle beraber “… Leninist anlayışın sosyalist yapılanmasını hem teori hem de pratikte canlandırmaktan” söz etmektedir. Aynı şekilde, Lenin’in özellikle yaşamının son yıllarındaki konuşmalarına ve özellikle “ekonomi yasalarının objektifliği” düşüncelerine atıfta bulunmaktadır. [2] Öte yandan, Gorbaçov’un kitabında tanımlanan “çoğulculuğun,” komünist model içindeki bir çoğulculuk izlenimi verdiği, mutlak bir “hak” kavramı yerine, “menfaat” sözcüğünü tercih ettiği, toplumdaki değişik menfaatlerin temelde “uyumlu olduğu,” dolayısıyla, tek bir partinin, tekçi yönetimin, bu uyumlu menfaatleri tek başına temsilinin mümkün varsayıldığı görülmektedir. Başka bir deyişle, Gorbaçov’un kitabında, daha doğrusu, kitabın teorik yapısında, klasik Marksist anlayışın açık biçimde dışına çıkıldığı yargısı verilemez. Ne var ki, kitaptaki anlayışların pratiğe aktarılma süreci başladığında, “komünist model içindeki” bir çoğulculuk lafta kalmaktadır: Özel mülkiyet alanının hem üretimde ve paylaşımda, hem merkezpiyasa ilişkilerinde genişlemesi sonucunda sınıfsal yapının değişime uğrayacağı hattâ uğradığı açıktır. Gene açık olan, düşünce özgürlüğünün şimdi farklı siyasal kümelenmelere yol açtığı ve mülkiyetsınıf bağlamındaki değişimin bu siyasal kümelenmeleri etkilediği, kısmen biçimlediğidir. Perestroika adına Doğu Bloku’nda ve özellikle Polonya’da, Macaristan’da tanık olduğumuz gelişmeleri, “… Leninist anlayışın sosyalist yapısını hem teori hem de pratikte canlandırmak” diye tanımlamak mümkün değildir. Macaristan’da, Polonya’da, daha sınırlı olarak Sovyetler Birliği’nde Leninist anlayışların bazı alanlarda terk edilmesi yaşanmaktadır. Hatta, Macaristan’da tümüyle terki söz konusudur. Gorbaçov’un, gerek kitabını yazarken, gerek kendi ülkesinde Perestroika’yı uygularken ya da başka komünist modellerdeki uygulanışını izlerken, “… nelere yol açtığını” bilmemesi mümkün değildir. Pratikte, Leninizmin sol bir çerçevedeki antitezi olarak (en hafif tanımla, revizyonu olarak) gelişen ve böyle gelişeceği başlangıçtan beri zaten açık olan “Perestroika”ya Lenin’den meşruiyet kaynağı aranması, dünya ölçeğindeki dev bir değişimi başlatan bir liderin haklı iç siyaset kaygılarına, denge ve zamanlama hesaplarına bağlanabilir. Benim bu önsöz çerçevesinde incelemek istediğim nokta, hayli tartışmalı bir konu olan PerestroikaLeninizm ilişkileri ya da çelişkileri değil. “… Perestroika’nın özü, sosyalizmle demokrasiyi birleştirmesinde (…) yatar” sözcüklerini tahlile çalışacağım. Buradaki “demokrasi” kavramının, komünizmin klasik söylemindeki demokrasi olmadığı açıktır. Çünkü bu söylemdeki demokrasinin zaten ulaşılmış olduğu, en azından uygulanmakta olduğu kabullenilmiştir. “Yeni” bir girişim olan Perestroika’nın “yeni” iddiasında yer alan demokrasi, ulaşılacak bir amaçtır, eskisinden farklıdır; farklı olduğu için yeni bir iddiada ona yer verilmiştir. Nitekim, bu demokrasi anlayışının yeniliği ve daha da önemlisi, “çoğulcu, özgürlükçü” bir öz taşıdığı, şu kısacık dönemdeki tüm uygulamalarından ve pratiğe aktarıldığı her alandan ortaya çıkmıştır. Perestroika’nın teorik izahını, teorik tanımını ve teorik meşruiyet gerekçelerini bir yana bırakırsak, pratikteki ve hayatın gerçeğindeki sonuçları tartışılmayacak kadar açıktır: Perestroika, amaçlandığı ya da benimsendiği bütün toplumlarda, “çoğulcu-özgürlükçü” demokrasiye doğru bir evrimi, “Leninist demokrasi” özelliklerinden, “çoğulcu-özgürlükçü” demokrasi özelliklerine hızlı denebilecek bir geçiş sürecini başlatmıştır. Sosyalizm ve demokrasi… “… Sosyalizmi, demokrasiyle birleştirmek…” Bu iddia, Perestroika’ya ya da Gorbaçov’a özgü değil… Sosyalizmle demokrasiyi birleştirmek, dünya solunun 20. yüzyıl başlarında yaşadığı temel bölünmede, taraflardan birinin iddiası… Onun kimliğini ve farkını belirleyen başlıca niteliği… Sosyalizmi, demokrasinin çoğulculuğuyla, özgürlükleriyle, barışçı mücadele yöntemleriyle ve yönetim anlayışlarıyla bağdaştırmak, Fabian sosyalistlerinin, Bernstein’ın, Kautsky’nin, Jaures’in, Blum’un, Bauer’in, Palme’nin, Brandt’ın, Kreisky’nin, Mitterrand’ın, Gonzales’in, günümüzdeki Sosyalist Enternasyonal’in özü, iddiası, simgesi… Sosyal demokratların, eşanlamıyla çoğulcu, demokratik sosyalistlerin, tarih platformundaki bayrağı, demokrasi ve sosyalizm… Yüz yıl önceki bölünme, sosyalizmin çoğulcu demokrasiyle birleşmesini, çoğulcu ve özgürlükçü bir yapıda gelişmesini öngörenlerle, sosyalizmin tekçi ve otoriter modelini sürdürmesini savunanlar arasında gerçekleşmişti. Günümüz, bir tarihsel hesaplaşmaya yeniden oturmanın, “… şöyle olmuş olsaydı, böyle oturdu” tartışmalarına girmenin günü değil. “Onlar haksızdı, biz haklıydık” mantıkları da yersiz. Belki herkes, geçmiş bir dönemin ve kendi gerçeğinin koşullarında haklıydı. Sosyalizmle demokrasiyi birleştirme iddiasını 1900’lerde üstlenmiş ve büyük ölçüde gerçekleştirmiş olanların günümüzdeki sorumluluğu, geçmiştekinden çok fazla. Çünkü dünya solu, Macaristan’daki, Polonya’daki, bir ölçüde Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmelerle ve komünist modeli benimsemiş diğer sanayi ülkelerinin verdiği işaretlerle, demokratik sosyalizmin –bu tanımı, sosyal demokrasiyle eşanlamlı kullanmaktayız, kitapta bu eşanlamın ayrıntılı açıklaması var– doğrultusundaki bir evrime giriyor. Dolayısıyla, sosyal demokrasinin, şimdi daha geniş bir alana yayılan özelliklerini ve amaçlarını, solun öteki kesiminde yaşanan deneyimin ve oluşan düşüncelerin de katkısıyla geliştirmesi gerekiyor. Kendi kimliğini, temellerini, önceliklerini yeniden tanıyarak ve anlayarak… Kendi eksiklerini, darboğazlarını, gücünü ve zaafını, eleştirici bir gözle yeniden değerlendirerek… Çünkü, demokratik sosyalizmin sesi artık çok daha geniş bir dünyada yankılanıyor, çok daha geniş bir dünyayı temsil ediyor… Sosyal Demokrasi Nedir, Ne Değildir’in yayınlandığı ve üç basım yaptığı 1984’ten günümüze, dünya solunda bu değişim yaşandı. Değişimin özelliği, çapı ve hızı, sanırım kitabın konusunu daha da önemli kıldı ve güncelleştirdi. Bu nedenle, 4. basıma genişçe bir önsöz yazmak istedim. Amacım, son dört yıldaki değişimin ışığında çoğulcu sosyalizmin tarihsel ve güncel bâzı özellikleri üzerine yapılmış birkaç gözlemi kitaba eklemek. II Sosyalizmin teorisine meraklı olanlar, henüz ilk aşinalıkları sırasında bir “olumsuz tiple” mutlaka karşılaşırlar: Bu, Dönek Kautsky’dir… Kautsky’den tek satır okumamış ve okumayacak olsalar bile, 1854-1938 yıllarında yaşamış bu sosyalist düşünür, onların gözünde sosyalizmin “kötü adamı” oluverir. Kautsky’nin, solun mücadeleleri içinde geçen hayatı, ciltler doluşu eseri, İkinci Enternasyonel’deki emeği, nihayet, sürgünde ve yokluk içinde, ama bir ağaç gibi dimdik ölmesi, sosyalizmin acemi öğrencisi için hiç, ama hiç önem taşımaz. Zaten öğrencinin bunlardan haberi bile olmaz. Çünkü Kautsky’nin Terörizm ve Komünizm’ini (1919), Proleter İhtilali ve Programı’nı (1923) tanımaya vakit bulamamıştır; ancak Lenin’in Proleter İhtilali ve Dönek Kautsky’sinin (1918) ismini duyarak ve çoğu kez bunu bile okumaksızın, Kautsky’nin “dönekliğine” hükmetmiştir… Demokratik sosyalizmin temel direklerinden Kautsky’ye ilişkin bir bölüm kitabımda var. Bu önsözde ona değinmek ihtiyacı duymamamın nedeni, şundan kaynaklanıyor: Kautsky’nin Lenin’le ünlü polemiğinde Kautsky’ye hak verenlerin bile, yakın geçmişe kadar “… tarih kazananları anlatır” diyerek bu önemli düşünürü küçümsediği hatırlanırsa, son dört yılın deneyimleri Kautsky’nin yeniden dikkate alınmasını, hem bu defa bir “mağlûp olarak değil, tahlilleri tarih tarafından doğrulanan bir düşünür” olarak dikkate alınmasını gerekli kılıyor. Son dört yıl, dünya solunun yüzyıl başlangıcındaki bölünüşünün en temel bir ayrışım noktasına ışık tutuyor, bir bakıma, tartışmayı sonuca bağlıyor: Çok özet olarak, dünya solunu 20. yüzyılın başlangıcında ikiye bölen kavganın başlıca bir konusu, sosyalizmin hangi yöntemle iktidara gelip hangi yöntemle iktidarda kalacağı sorunundan kaynaklanmıştı. Kautsky’nin suçu, ya da dönekliği, ihtilâlci yöntemle iktidara gelmeye ve onu izleyecek proleter diktasıyla iktidarda kalmaya –1912 sonrasındaki yazılarında– karşı çıkmasıydı. Kautsky’ye göre, şiddet kullanan, kendi rakiplerini şiddet yöntemiyle yok eden bir sol, kendi içindekilere de şiddet kullanmaya ve bir terör rejimine dönüşmeye mahkûmdu… Kautsky, bu tahliline Marks’tan da –doğru veya yanlış, galiba yanlış olarak– kaynak göstermekteydi. Lenin, 1918’de yayınladığı Proleter İhtilali ve Dönek Kautsky’de şöyle yazıyor: “… 1915’te Cenevre’de yayınlanmış bir çalışmamda, ‘Kautskycilik’ hakkında şunları söylemişim: ‘Kautsky, İkinci Enternasyonal’in önde gelen otoritesi, Marksizmin sözde bir kabulünün onu (Marksizmi) pratikte nasıl bir ‘Struvizm’e ya da ‘Brentanoizm’e dönüştürdüğünün –yani proletaryanın ihtilâl dışı bir sınıf mücadelesini öngören burjuva/liberal teoriye, en yalın şekliyle Rus yazar Struve ve Alman iktisatçı Brentano tarafından anlatılan şekliyle– en tipik ve çarpıcı örneğidir. Bir başka örnek, Plekhanov’dur. Sözde bir incelikle, Marksizm, yaşayan ihtilâlci ruhundan yoksun bırakılmış oluyor: Marksizmin her şeyi kabul ediliyor, ancak, ihtilâlci mücadele yöntemleri, (ihtilâlci) propaganda, bu yöntemlerin hazırlanışı ve kitlelerin bu doğrultudaki eğitimi terk ediliyor. (…)
Ismail Cem – Sosyal Demokrasi ya da Demokrat
PDF Kitap İndir |