Mustafa Armağan – Ufukların Sultanı – Fatih Sultan Mehmed

“Bu millet ölmeyecekse bu Fatih dirilecektir.” Necip Fazıl Kısakürek “Fatih, idealleriyle büyüklerden de büyüktü.” M. Fethullah Gülen “Osmanlı’nın en önemli özelliklerinden biri şudur: Osmanlı, zamanının en ileri tekniklerini hiçbir taassuba kapılmadan almıştır. Çağa uyum çok önemli. Ve ben bunu bugün de görüyorum. Örneğin Moğolistan’da Türk liselerini gördüm. Moğol çocukları bize Türkçe istiklal Marşı’nı okudular, gözlerimiz yaşardı. Bu okulları kuranlar, hocalık yapanlar oralara nasıl gidiyorlar? işte bu, Osmanlı’nın kuruluşunda da gördüğümüz dinamizmin, yayılma, ilerleme azminin bir ifadesi. Gönül ister ki, devlet yöneticileri de aynı dinamizme ayak uydursunlar. Fatih devrinde gördüğümüz o irade, o ruhtur. Ve sadece fetih, savaş anlamında değil, ondan çok daha önce dinî, ekonomik, siyasî sebeplerle dünyanın dört bir yanma gidip yerleşiliyor… Yani Türkler dünyaya tekrar yayılıyorlar. Osmanlı, denizler üzerindeki hakimiyetini kaybettikten sonra bir içe kapanma yaşadı, şimdi ise yeniden dışa açılıyor…” Halil İnalcık Bu kitap bir arzudan doğdu. Her neslin kendi tarihini yeniden yazması arzusundan. Birikimimiz farklı, yaşadığımız çağm verileri farklı, kafa yapılarımız epeyce değişmiş, “bilgi çağı trenini kaçırmamak” deyip duruyoruz ama tarihimizi bir türlü harp darp ekseninden kurtaramıyoruz.


Yine ders kitaplarımızda savaşlar ve hükümdarlar anlatılıyor; henüz hanedanların yarım yamalak anlatısı olmaktan çıkmış değil tarihlerimiz. Kan, kılıç, barut takıntımız devam ediyor… Oysa bunları bile anlatsak onların arkasında ışıldayan beyinlerin ve ruhların korlaşan öykülerini yazmamız lazım gelmez mi? Mesela bir savaş, müthiş bir tasarım kabiliyetini gerektirir. Bilgisayarında tasarım yapan insanların Mohaç meydanında sergilenen muhteşem tasarımın anlatısını soluksuz okuyacağı kitapları ne zaman yazacağız? Öte yandan ne yazık ki, tarihlerimizin en yalan yanlış ve eksik kısmını, medeniyet tarihimiz oluşturuyor. 600 yıl yaşayan bir medeniyet, bir çingene kolonisi bile olsa zengin bir kültür üretmeli değil miydi? Peki nerede bu zenginlik? Topkapı Sarayı’m gezenlerin kaçta kaçı üç ana kapıda temsil edilen medeniyet sergisinin farkındadır? Sarayın asıl gül bahçesi olan Gülhane bugünkü parkın olduğu sunuş 9 yerde değildi; şimdi demiryolu binalarının olduğu kısımda, Sarayburnu’na doğru uzanırdı. Sarayın gül bahçesi, yani amatör bir bahçıvan olan Fatih’in güllerini derdiği, aşıladığı, çapaladığı bir bahçesi olduğu neden anlatılmaz bize? Hele yakınlara kadar orada bulunan hayvanat bahçesinin, aslında sarayın bir parçası olan Arslanhane ve Kuş-hane’nin döküntüleri olduğu neden anlatılmamıştır? Ufukların Sultanı: Fatih Sultan Mehmed, Necip Fa-zıl’m deyişiyle, tarihimizi örümceklerin değil, şimşeklerin çevirdiği bir zaman dilimine ve o zamanın damarlarına kan pompalamış ‘havada donan şimşek’ine yöneltilmiş bir el feneri. Bu, semada donmuş şimşeğin bazı bölgelerine fersiz de olsa bir ışık düşürebilmek, en büyük gayesini oluşturuyor. Bütünü kuşatmak gibi bir iddiası yok. Ancak bütüne dair bir fikir hamallığı, bir kazı çalışması, bir sondaj gayretli denilebilir ona. Kitapta ilme ve ilim adamlarına verdiği değerden İstanbul’u yalnız fethedilecek bir ‘arazi’ olarak değil, aynı zamanda bir idealin, asırlardır peşinde koşulan Medine-i Fâzıla’nın gerçekleştirileceği bir medeniyet projesi, insanlığa bir armağan olarak değerlendirmesine kadar pek çok cephesiyle Sultan Fatih’i yansıtmaya ve yorumlamaya çalıştım. İçinden kayıklar geçiyor bu kitabın, ilim adamlarıyla dolu. Coğrafyaları bir gerdanlık gibi birbirine rapteden altın halkaları tespit ediyor. Harita tutkusuyla iç dünya teknolojisini bir araya getiren engin bir dünyaya kapı açıyor. Yazar için Fatih’in ve fethinin maddesi kadar, belki de daha fazla, ifade ettiği mana önemli. Ne arıyordu bu Sultan Bizans İmparatoru’nun efsanevî kütüphanesinde? Ya Delfi mabedinin kâhini Plutark’m 10 ufukların sultanı / fatih sultan mehmed kitabım neden istinsah ettirmişti? Yaptırdığı onlarca Füsûsu’l-Hihem şerhlerindeki hikmetler, içindeki hangi boşluğa deva olacaktı? Bunları yeterince bilmiyoruz. Bildiğimiz şey, onun içinde bir korun yanmakta olduğu.

Bu kitap, okurunu o kor’a bir adım olsun yaklaştıra-bilirse vazifesini büyük ölçüde yapmış sayacaktır. Ufukların Sultanı’ndan damlalar düşerken sayfalara, yazarı çekiliyor aradan. Sözü, sözün sultanlarından birine bırakıyor. Abdülhak Hâmid, modern edebiyatımızda Fatih hakkında yazılmış en güzel şiirde onun asıl yapmak istediğini şöyle özetliyordu (enam, halk demektir): Tevhid idi merâmm İslâm ile enamı, Birleşti ol uğurda ilminle iktidarın. Mustafa Armağan 1 Mayıs 2006 Çengelköy sunuş 11 Ufukların Sultanı İki Ali. Biri Acem diyarından kopup gelmiş, öbürü Maveraünnehir’den. Acem diyarından tam neresinin kast olunduğunu bilmiyoruz. Belki Herat, belki Şiraz. ikinci Ali’nin memleketi ise belli: Semerkand’da doğduğunu söylüyor tarihler. Adları aynı ama soy adları farklı: Birincisine Ali Tûsî diyorlar, ikincisine Ali Kuşcî (Kuşçu). Ali Tûsî, İran’da okuduktan sonra II. Murad devrinde kalkıp Anadolu’ya gelen ve bu topraklarda bilim ve felsefe geleneğinin kökleşmesi için çalışan bir “bediüzza-raan”. Fatih’in istanbul’u açıp gülzar yapmasını beklemiş, Pantokrator (Zeyrek) Kilisesi’nin odalarında istanbul’un bilim yuvalarından birini kurmuş. Bir köy verilmiş malikâne olarak kendisine. (Fatih çağının meşhur âlimlerine birer köy “üleştirmiş”, Hoca Sadeddin Efen-di’ye bakılırsa.

) Rivayete göre Fatih, gözü gibi ihtimam gösterdiği medreselere haber vermeden baskınlar yaparmış. Günün birinde Ali Tûsî’nin medresesine gelmiş sıra. Kendisi de âlim bir zat olan Sadrazamı Mahmud Paşa’yla gitmişler, derse girmişler. Tûsî, Cürcânî’nin şerhinden girmiş derse; ilim cevherlerini birer birer asmış öğrencilerin kulağına. Fatih’in kendisi de konuya vakıf olduğundan pek beğenmiş anlatmasını ve hü’atler giydirmiş, hediyeler takdim etmiş bu değerli hocaya. ufukların sultanı 13 İç dünyası bir deniz gibi dalgalı olan Fatih’te bir tutkudur başlamış. Şu küllenmiş Gazalî-lbn Rüşd tartışması Kurtuba’da derin dondurucuya konulmuştu. Onu canlandıracak kimler var diye bakınmış etrafına. Herkes aynı kanaatteymiş: Biri Hocazade’dir adayların, öbürü Ali Tûsî. Her ikisine de görevleri bildirilmiş: Gazali ile İbn Rüşd’ün Tehâ/üt’lerini karşılaştırıp tenkid edeceklerdir. Derler ki, Hocazade 4 ayda bitirmiştir eserini, Tûsî ise 6 ayda. Sultan Fatih’e sunulmuş eserler. O da yine bilginlerden kurulu jüri üyelerine göndermiş ve sonuçları beklemiş merakla. Bakalım hangisi daha çok beğenilecek? Gelen cevaplardan öyle anlaşılıyordu ki, Hocaza-de’ninki göğüslemişti ipi. Ancak Fatih’tir bu, ilim adamlarının gönlü yufka olur, çabuk incinirler diye, kazanana vaad ettiği ödülü, ikisi de kazanmış gibi değerlendirip her ikisine de 10’ar bin akçe ödeme yaptırdı.

Ancak burun farkıyla da olsa Hocazade’ninki beğenilmişti ya, bunu da fark ettirmek yakışırdı şânma. Böylece onun ödülüne gayet değerli bir katır ilave edildi (katır deyip geçmeyin, şimdinin Mercedes’idir). Bu ilavenin Tûsî’nin Osmanlı’daki macerasını bitireceğini bilse Fatih herhalde çaresini bulurdu ama ok yaydan çıkmış, Tûsî’nin gönlü kırılmıştır bir kere. Şöhretini de, asistan ve talebelerini de, büyük müjdeye nail olmuş kutlu beldeyi de bırakıp Tebriz’e gitmiştir. İşe bakın ki, tam bu sırada Tebriz’den bir başka bilgin, öbür Ali’miz, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’dan izin istemiş, İstanbul’un yoluna revan olmaktaydı. İki Ali Tebriz yakınlarında karşılaştılar. Tanıdılar birbirlerini. Sordu Tûsî: “Yolculuk nereye?” Kuşçu cevapladı: “İstanbul’a.” Tûsî bunu duyunca bir Fatih’i düşündü, bir de çevresini. “İşin zor” diyecekti, demedi. Bunun yerine, “Orada Hocazade nam bir âlim zat var, senin ‘biliyorum’ dediğin şey, onun indinde cehaletin ta kendisidir” tavsiyesinde bulunmayı tercih etti adaşına. Vedalaşıp ayrıldılar… ufukların sultanı / fatih sultan mehmed Biri Osmanlı ülkesine doğru giderken, öbürü oradan geliyordu. Biri Semerkand’a küsmüştü, öbürü İstanbul’a. Ali Kuşçu, Uluğ Bey’in yerini dolduracak bir bilge-kralı mumla arıyordu. Ali Tûsî ise ayrıldığı zamanki ilim ortamını tekrar bulabileceğini zannediyordu Maveraünnehir’de.

Oysa köprülerin altından nice sular akmıştı. Ma-veraünnehir kan kaybediyor, İstanbul’a pompalıyordu kanını. İşte az önce Ali Kuşçu da uçmuştu yuvasından. Ali Kuşçu gidiyor, Ali Tûsî vatanına dönüyordu. Tûsî aradığı bilimsel ortamı bulamadı Tebriz’de. İstanbul, açıkça zehirlemişti kendisini. Kendisine gelen, geri dönse bile içinde bir nur heykeli gibi götürüyordu bu şehri gittiği yerlere. Tûsî, Anadolu’ya gitmeden önce tanımış olduğu bir Şeyhe rastladı Tebriz’de. Şeyh ona mükellef bir ziyafet çekti dere kenarında. Sohbet ettiler. Şeyh bir ara müsaade istedi, ayrıldı yanından. Tûsî yalnız kalınca murakabeye daldı. Şeyh gelip de uyandırmasa kimbilir nerelere dalacaktı daha. Ne düşünmekte olduğunu sordu Tûsî’ye. “Rum diyarında” dedi Tûsî, “nice iltifatlar gördüm, nice makamlar ve mevkiler ihsan edildi, ve dahi nice altınlar döküldü avuçlarıma.

Tadlarını unutamamıştım. Bir an hatırımdan çıkmazlardı. Onlardan ayrılmış olmam, içimde her dem elem çiçekleri açtırıyordu, işte biraz önce içime yöneldim ve silip attım onları hafızamın levhasından.” Derler ki, Ali’lerin Tûsî olanı, bundan sonraki ömrünü Nakşibendî tarikatından Şeyh Ubeydullah’m hizmetine adamıştır. Onun elinin suyuyla özünü temizlemiştir, iç dünyasını tamir etmeye çalışmıştır. Ali Kuşçu’ya gelirsek, onu Üsküdar’da karşılayanların başında, öbür Ali’nin gitmesine sebep olan Hocazade vardır, ilk karşılaşmalarında bir fikir çatışması yaşanmışufukların sultanı 1 5 tır aralarında ya, sonradan verimli bir işbirliği imkânı doğmuş, hatta akraba olmuşlardır. Ali Kuşçu istanbul’da yaşadığı yıllarda bu ilme ve ulemeya düşkün padişahla beraber Osmanlı bilim geleneğinin temellerini atmak için gece gündüz uğraştı, didindi. Fatih’in İstanbul projesini şekillendirmesine yardımcı oldu. Eserlerini Fatih için kaleme aldı. Ve günün birinde Eyüp Sultan hazretlerine hemdem oldu. Giden ve gelen Ali’ler bize, Fatih’in istanbul projesi dediğim ve bir medeniyet hamlesi olarak nitelediğim oluşuma dair bir ipucu uzatmış olmalıdır. Orta Asya’yı —Se-merkand’ı, Buhara’sı, Meraga’sı ve daha yakındaki Teb-riz’iyleAnadolu’ya, bir başka deyişle, diyar-ı Rum’a taşıyan bu cins adamlar, bir mıknatısa tutulmuş gibi çekiliyorlardı ‘çağın kutbu’ tarafından. Yalnız onlar mı? Kahire’den Musannifek adlı bilgin de, İtalya’dan Venedikli madalya ustası Constanzo de Ferrara da aynı cazibe kuvvetine kapılıp gelenlerdendi. Ressam Gentile Bellini, kendisinin başladığı fakat kardeşi Giovanni’nin tamamlayabildiği “iskenderiye” tablosunda, Fatih’in hediye ettiği değerli kolyeyi bizzat kendi boynunda resmedecek kadar gurur duymuştu onun yakın ilgisinden ve hatırasını yalnız tarihteki en meşhur resimlerden olan tablosuyla değil, bir de böyle ebedileştirmek istemişti. Osmanlı ile Avrupa savaşırken, savaşa inat, kültürel ilişkileri yoğunlaşıyordu.

Doğu ve Batı arasındaki kopukluğun yalnız zihnimizde var olduğunu gösteren en çarpıcı misallerden birisi, İtalyan de Ferrara ile İranlı minya-türcü Behzad’m, aynı figürü nazire olarak peş peşe resmetmiş olmalarıydı. Meydan okuyorlardı birbirlerine. De Ferrara, istanbul’da bir kâtibin yazı yazarken resmini çizmişti. Behzad ise ona, aynı kâtibi minyatürcüye çeviren 1 6 | ufuktarın sultanı / fatih sultan mehmed bir resimle cevap verdi. Her iki resme bakınca hangisinin Doğulu, hangisinin Batılı bir ürün olduğunu kesinlikle ayırd edemezsiniz, iki dünya bu iki resimde iç içe geçmiştir adeta. Fatih böylesine yaman çelişkileri olan bir çağda yaşıyordu işte. En kıyıcı savaşlar ile en nazenin kültürel ürünler aynı çağın tenceresinde fokurduyordu. Geleceğin kara gözlü zalimi Drakula ile aynı odada ders gören de kendisiydi, centilmen ressam Bellini’ye o ölümsüz pozu veren de… Ancak burada tıkanıp kalmamalı bu hikâye. Çünkü Fatih’i mareşallik ile bilim-sanat hamiliği arasına sıkıştıran mantık da dar gelir onun ufuklarına. O bütün bunları sırf AB’ye hoş görüneyim diye değil, hatta sırf sanat ve bilim tutkusunu tatmin etmek için de değil, bir üst gayeye ulaşmak için istiyordu. Daha doğrusu, o gaye ve ideal, yani kendisini “Fatih” yapan şeydi onu böylesine geniş davranmaya iten. Gösteriş değil, tarihin içinde kaynayan bir fikrin tecessümüydü. Nasıl biz Osmanlı’da hoşgörüyü sanki bir tenezzül buyurmak gibi anlarken hataya düşüyor ve onun aslında Müslüman olmanın bir gereği olduğu gerçeğini ıskalıyorsak, burada da Fatih’i Osmanlı padişahları içinde bir istisna, her nasılsa orada ortaya çıkmış bir “hüdâ-i nâbit” kılığına sokmaya çalışıyoruz ki, bu aslında Fatih’i yüceltmez, tersine belki küçültür, gelenek-sizleştirir ve sonunda imha eder

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir