Mustafa Armagan – Efsaneler Ve Gercekler

Tarihimiz üzerine yaptığı değerli çalışmalardan tanıdığımız Prof. Dr. Kemal Karpat’ın o ‘İhtilal bildirisini andıran uyarısını işiten oldu mu aranızda: Bizim düşüncelerimizde, İmlerimizde, sinemizde büyük bir boşluk vardır; o da tarih bilini*] boşluğudur. Biz tarihe lapan, fakat tarih bilmeyen bir toplumuz… Buna bir son vermemiz gerekiyor. Tarih bilinci, tarih sevgisi insanı köklendirir. canlandırır, bugünkü olayları düne bağlar, dünü bugüne getirir, tarihi ölü bir ders olmaktan kurtarır, yaşayan bir varlık haline getirir ve tarih o olmalıdır. Bugüne bağlanan, yaşayan bir varlık olmalıdır tarih. Benim yaklaşımım budur. Biz bunu yapmadıkça, tarihe karşı olan bir yerde aşırı ilgi. diğer tarafla köksüz anlayış devam edecektir.1 Biz istesek dc istemesek de tarihin ürünleriyiz. Pahası, sevsek de, öfkelensek de, büyük bir tarihin çocuklarıyız. Üstelik henüz kara çadırı kalkmamış, yas süresi bitmemiş bir tarih bizimkisi. Filozof Jacques Derrida’nın dediğini yansılarsak, usulüne uygun olarak gömülmemiştir cenazemiz de ondan. Usulüne uygun olarak defnedilmemiş, dualarla uğurlanmamış ve talkını verilmemiş cenazelerin nasıl bizden hala alacaklı durumda olduklarına, mezarlarında rahat uyuyamadıklarına ve ruhlarının alacaklarım toplayabilmek için dünyamızı sık sık ziyaret ettiklerine inanıyoruz da.


tarihimize henüz tam tekmil bir cenaze töreni düzenlememiş olmamızın dünyamıza nasıl eksiklik duygusunu ekliğine bir türlü inanmak islemiyoruz. Oysa durum çok benzer. Ona henüz hesapları bağlanmamış bir tarih de demek mümkün, hesabı kapanmamış bir larih demek de… Yahut Kemal Tabir gibi söylersek. Demek, dört milyon küsur kilometre karelik bir imparatorluğun yedi yüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde… Buna tasfiye denmez, mirası reddettik. Hem de borçlarından bir kısmını kabul ederek redtleilik. Değil bir dünya imparatorluğunun mirası, bir mahalle bakkalının mirası bile… bu kadar kısa zamanda tasfiye edilip karara bağlanamaz. 2 öyleyse cenazemize karşı borcumuzu, saygımızı, Ödevlerimizi yerine getirmedikçe ve dahi yas tutmaya devam etlikçe normalleşmede mümkün olmayacak demektir. Normalleşme için hesap defterlerinin İçerisine girmek ve çeteleyi bugüne kadar gel irmek gerekecektir. l.ozan gibi yarım kalmış defterleri kapatmayı olduğu kadar ‘darbecilik’ gibi arızaların köklerini de bulmayı getirecektir bu hesaplaşma. Cumhuriyetin askeri ruhu yeterinden fazla vurgulandığı halde, Mustafa Kemal Paşa’nııı sürekli meclisi Öne çıkarma arzusu da, başörtüsü konusunu -en azından Ahmet Necdet Sezer’e güre- zamana bırakan tavrı da yeterince işlenmiş değildir. Nihayet Kadirbcyoğlu Zekî Bey’in Erzurum Kongresi’ne büyük üniformasıyla girmek isleyen Mustafa Kemal’i, ‘Burada sivil bir toptanlı yapılıyor. Askeri kıyafetle giremezsiniz’ sözleriyle uyarması ve kongreye sivil bir kıyafetle gelmeye mecbur bırakması örneği, artık Cumhuriyet’in sivil dinamiklerini görmezden gelemeyeceğimizi hatırlatıyor bize. Öle yan- dan Atatürk’ün Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin eşi Samiye Börekçi’nin, 1930 yılında başörtülü olduğu hakle Ankara Belediye Meclis Üyeliğine seçildiği gerçeğiyle de muhakkak suretle yüzleşmemiz gerekecek. Dedim ya.

hayaletler basıyor Türkiye’yi. Yas uzadıkça uzuyor… Geçen yıl başladığım Yakın Tarih dizisi, Küller Alımda Yakın Tarih ve Yakın Tarihin Kara Delikleri’yle devam etmişti. Efsaneler ve Gerçekler İle bu tartışma zincirine yeni bir halka eklemiş oluyorum sadece. İnşaallah bundan sonra da yeni kitaplarla sürecek yolculuğumuz. Mevlâııâ’nın derin gözüne ya da ‘deniz güzü’ne o kadar muhtacız ki bu yolculukta: Denizi gören göz l/aşka. köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da, denizin gözüyle bak sen. Mustafa Armağan 1 Eylül 2007. Çengelköy 1 Kemal Karpaitın 23 Eylül 1999da Tarih Vakfı Bilgi-Belge Merkeyi’nde yaptığı konuşmadan aktaran: Atilla Lök “Kemal Karpat: Bir tarihçi nasıl yetişir”. Toplumsal Tarih. Sayı: Tl . kastın 1999. s. 36. 2 kemal Tahir, Yol Ayrımı.

İstanbul 1971. Sander Yayınları, s. 436 I ALTINÇA Ğ EFSANES İ Erkân-ı Harbiye IGenelkurmayl İstihbaratı, düşmana karşı Örgütlenen yeraltı direniş şebekeleri, din adamlarının yönettiği “seçim” sayesinde General Harrington’ıın deyimiyle”aşırı uçlar” temizleniyor, Kuvay-ı Milliye Meclisi Lozan düzenini yerleştirmek için tasfiye ediliyor, bir lx>zan darbesi yapılıyordu. Sual Parlar, Türkler ıv Kürtler. Oruıdo&u’da İktidar ve İsyan Gelenekleri, İstanbul 2005. Bağdat Yayınlan, s. 655. 1930’lu yıllar Altın Çağ mıydı? isler CHP’nİn söylemine bakın, islerseniz sıg popüler basının yazıp çizdiklerine, 1930ların neredeyse kutsandığını görürsünüz. I920’li yıllar da önemsenir gerçi ama asıl Cumhuriyet/in kendisini bütün görkemiyle gösterdiği yıllar 1930’lardır. Asıl amaç Osmanlı’dan kopmak olduğuna göre. 1930’lar bu kopuşun zirve yaptığı yıllardır. Kalkınma hamleleri, sanayileşme çabaları, ekonomik bağımsız* lık ve tek kuruş dış borç almadan kalkınmayı gerçekleştirme… bu dönemin ‘kazanımları’ olarak sunulur. Gerçi bir ‘Osmanlı borçları’ meselesi vardır ama bu da abartıldığı kadar değildir. Kuşkusuz 1930’ların şanlarında yılda iki taksit halinde 700 bin altın lira ödemek kolay bir iş değildir ama sonuçta bu, bağımsızlığı uğrunda savaşıları bir toprağın borcudur ve küçümsenmeyecek bir kısmı da Birinci Dünya Savaşı sırasında alınmıştır. Üstelik bu borcu biz ödedik de Arnavutluk.

Suriye. Yemen, halta Yunanistan’ın da aralarında bulunduğu 14 ülke ödemedi mi? Kaldı ki, savaş tazminatı (tamirat parası) olarak Almanya’ya ödetilen miktar dudak uçuklatacak cinstendir: Tam 24 milyar altın sterlin, öde öde bitmez diyorsanız yanılıyorsunuz, çünkü Almanlar 1932’de borçlarını bitirmişlerdir bile! Uzun vadeli borçlarımızın 15 milyon altın sterlin tuttuğunu göz önüne alırsanız diğer borçlarla birlikte ödeyeceğimiz meblağ yaklaşık Almanya’nın tazminatının yüzde biri civarındadır. Bu arada asıl borcumuzun sadece yüzde I2’sini ödediğimizi ve ilk düzenli taksidini ödemeye başladığımız tarihin Cumhuriyet’in 10. yılı olan 1933 olduğunu da unutmayalım.1 Madem girdik bu bahse, bir şey daha söyleyeyim de siz inanmayın: İngiltere güya savaşın galibi olarak kurumla dolaşmaktadır ortalıkla ama ekonomisi tek kelimeyle iflas etmiştir. Aman canım, lafı uzatmayayım da, İngiltere’nin Amerikan bankalarına olan borcunu 1960’ların sonlarına kadar Ödemeye devam elliğini söyleyeyim de gülün biraz! Tarih bazen komiktir sahiden de. Neyse gelelim bizim 1930’ların macerasına. Bilindiği gibi Atatürk. Serbest Fırka’yı. hükümet ile halk arasında oluşan kopukluğu gidermek ve muhalefet kanalıyla yukarıya yansımayan bazı gerçeklere uyanabilmek için kıırdurmuştu. İşte Serbest Fırka’nın İzmir ve Balıkesir mitinglerinde halkın meydanları doldurması ve İnönü aleyhine, hatta bazı yerlerde Atatürk aleyhine sloganlar atılması ve resimlerinin yırtılması karşısında Gazi harekete geçmiş ve iki etaptan oluşan bir yurt gezisine çıkmıştı. Kasım 1930’da başlayıp Mart 1931’de biten bu yorucu yun gezisi Gazi için çok öğretici ve hatta hayret uyandırıcı olmuşa benzemektedir. İdeolojik ve kültürel devrimlerle büyük şehirlere egemen olmaya çalışan Kemalist inkılabın henüz halka inemediğini bu gezi sırasında öğrenmiş olmalıdır. Mesela Atatürk şöyle yazıyor gezi defterine: Hükümeti ve fırkayı (CHP) zayıf düşüren mühim sebeplerden birisi de halk şikayetlerinin ve fırka teşkilat temennilerinin kayıtsızlığa maruz kalmasıdır. Halktan gelen müracaat ve şikayet tali memurların değil, bizzat Vekilin (Bakanın) (veya mahallinde valinin) İmzalayacağı (müsbet veya menfi olsun) esbab-ı mucibeli Igerekçelil bir cevapla karşılanmalıdır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir