Andre Clot – Fatih Sultan Mehmet

Hıristiyanların gözünde, kötülüğün beden bulduğu kişi, kâfirlerin öncüsü, şeytanın ordusunda bir prens; XV. yüzyıl Hıristiyanları için mahşerin kızıl atlısı; dünün ve bugünün Türklerinin gözünde dâhi örgütçü, askeri taktik uzmanı, bilgin ve insancıl kişi II. Mehmet, yani Fatih Sultan Mehmet, kendisine kayıtsız kalınamayacak ve çok derin izler bırakan bir kişiliğe sahip biridir. Tarihçilerin, edebiyatçıların onunla ilgili yargılarının hemen hepsi de bu eşsiz hükümdarın, yaşadığı sürece yarattığı sarsıntı ve gerçekleştirdiği işler ölçüsünde sınırsız büyüklüktedir. İstanbul’un fethi. Roma Imparatorluğu’nun ebedi sonu olmuştur. Bu olay onu tarihin akışını değiştirenler arasına katmaya yeterlidir. Çok eskilerde kalmış ve derin izler bırakan sonuçlar arasında, Osmanlı İmparatorluğu’na zorla benimsettiği köklü değişiklikler ve “yeni yapılanma” en önemlileri olmuştur belki de. Böylece, imparatorluğu dünyanın en büyükleri arasına katmış, İslam dünyasının tek ve en büyük imparatorluğu ve Avrupa krallıklarının rakibi haline getirmiştir. İstanbul’u aldıktan hemen sonraki dönemlerde, Türk padişahı. Doğu Akdeniz’de egem en olur ve bundan böyle Karadeniz de, bir Türk gölü olacaktır. Osmanlı ordusu zamanının en önde gelen ordusudur. Yeniçerileri, muhteşem topçularıyla, Türklerin Ortadoğu sahnesinden çekilmelerinden bu yana tahta çıkan padişahların yaptıkları gibi, Hıristiyan krallıklarına saldırılar düzenleyecektir. 15 I Genç Bir Veliahtın İki Kez Tahta Çıkışı Yukarı Asya topraklarını, 1000 yılının sonlarına doğru terkedip gelen Türkler, Hazar Denizi ve Akdeniz arasında kalan yüksek yaylalarda, gerek iklim ve gerekse bitki örtüsü bakımından, uzun süredir göçerek aştıkları bozkırlara benzer koşullar bulmuşlardı. Kimi söylentilere dayanan geleneklere göre, boylar arasından birisi, Kayı Boyu, Marmara Denizi yakınlarındaki İznik yöresine yerleşir.


Bölünmeler sonucu parçalanarak zayıf düşmüş bir Bizans ile karşı karşıya kalan Osman Bey’in adını taşıyan Osmanlılar, oralarda fethedilecek uçsuz bucaksız bir arazi bulmuşlardır. Bir yandan dinlerini yayma arzusu öte yandan ganimet hırsıyla, Anadolu’nun dörtbir yanından gelen serüven meraklılarının da yardımıyla, büyük komutanların yönetimindeki bu benzeri bulunmaz savaşçılar, Bizans’a, Türk komşularına, daha sonra Hıristiyan Avrupa’ya baskınlar düzenlerler. 1325’te İznik yöresinde bulunan Bursa alınır ve otuzbeş yıl sonra yerini Edirne’ye bırakmak üzere başkent olur. 1389 yılında Kosova’da hem Sırbistan’ın bağımsızlığına hem de hükümdarı Lazar’ın yaşamına son veren büyük bir savaş olur, Lazar’ın sadık adamlanndan biri, Türk padişahı Sultan Murat’ı öldürerek öcünü almış olur. Osmanlılar Balkanlar’a yoğun bir şekilde yerleşirler. Balkanlılar, barbarlar diye niteledikleri, zamanın en disiplinli ve en iyi 17 biçimde örgütlenmiş bu birliklerin Orta Avrupa’ya doğru ilerleyişine tanık olurlar. Yedi yıl sonra, yine bu birlikler, Niğbolu’da, Aşağı Tuna boyunda yiğit ama disiplinsiz binlerce Hıristiyan şövalye ve prensi bir kez daha ezip geçerek üstünlüklerini gösterir. Hıristiyan Batı, parçalanmış, zayıflamış durumdadır ve en önemli buh-. ranlardan birinin içindedir. İki yüzyıl boyunca süren bir yayılma ve yenilenme döneminden sonra bu yüzyıl içinde her şey kötü durumdadır. Üründe bereket azlığı, tarımda fiyat düşüşleri, paranın değer kaybına uğraması, bütün bunlarla birlikte gelen bulaşıcı hastalıklar, salgınlar -kara veba1330-1460 yıllarını, kıta tarihinin en karışık, en yoksul geçmiş yıllan haline getiren savaşlar ve açlık, kıtlık yaygın biçimde görülür. Yüzyıl savaşları, Avrupa’daki bu uzun kıyımın sonuçlarının en ağın olmuştur. On yıl, ardından bir on yıl daha, İngiltere ile Fransa, aralarında didişip durmuşlar ve onun ardından da halkların yıkımı, hükümdarların ve iktidarların çöküşü gelmiştir. Fransa’da ülkeyi kalkındırmak isteyen V. Charles ’ın gösterdiği çaba sonucu tahta çıkan oğlu VI.

Charles ülkeyi anarşiye sürükler. Bu dönem ancak Jeanne D’Arc’lı yıllardaki ataktan sonra kapanır. Ama bu kez de karşısında Bourguignon tehdidi vardır. İngiltere ise hırslı VI. Henry’den sonra yetersiz ellerde kalmıştır. Bu durum, Fransa’nın işine yarar, kendini kurtarır. Batı Akdeniz ülkeleri bu dönemde anarşi içindedir. Ispanya’da Kastilya ve Navarre, kendilerini sonuçsuz hanedan kavgalarına kaptırırlar. Napoli krallığı, Arago ve Angevin’ler arasında süregiden kavgalar sonucu tükenmiş gibidir. Kuzey İtalya’daki kent devletleri kaybolmuştur, hemen hemen hepsi de aile ilişkileri içindedir, bu aileler ise ya güç kullanarak ya da düzen kurarak iktidardan kopmuşlardır: Visconti’ler sonra Milano’da Sforza’lar, Floransa’da Medicis’ler, Mantoue’da Gonzague ailesi, Ferrare’de ise Este’ler. Kilise devleti içinde ise Papa’ya nerdeyse itaat edilmemektedir. Toscana, onun kontrolünden çıkmıştır, Romagne ve Ombrie de öyle. Roma’da bile otoritesi zayıflamıştır. Kent Colonna ve Orsini’ler arasında süregiden çekişmelerden kınlmaktadır. Halk ayaklanır, Papa kaçar, sonra geri döner, gitgide saygınlığını yitirir.

18 Kilise’nin sergilediği görüntü de acınacak haldedir. Papalığın Avignon’a sürülmesi, daha da kötüsü Batı dünyasındaki dinsel bölünme, mezhepleşme ona çok kötü dönemler yaşatmıştır. Papa Pierre’den sonra gelenler yeni dinsel sapkınlıkların daha da artışına tanık oldular, eskilerin hortlayışını, sorgucu rahiplerin güçlükle başarabildikleri yeni bölünmeleri gördüler. Önce iki, daha sonra üç papa arasında tartışmalar çıktı ve bu anlaşmazlıklar 1417’de Constance’da, dini kurulun V. Martins’i Kilise’deki düzensizliği gidermek, hizaya sokmak ve barış getirmek gibi çok ağır bir görev yükleyerek seçmesine kadar sürdü. Papaların, yüzyıllar öncesi onlardan ayrılmış olan İstanbul kilisesi ile bağlan yeniden kurmak gibi zor bir görevleri vardı. 1439’da Floransa dinsel kurulunda* Kilise içinde birlik sağlanmış olacak ama bu, ruhban sınıfının çok büyük bir bölümü tarafından reddedilecektir. Hele Rum papazlar, Türk tehlikesine karşın bile Latinlere karşı duydukları kinlerinden kopmayacaklardır. Osmanlılar’ın İstanbul’a ve Orta Avrupa’ya karşı hazırladıkları yeni saldırılara tanık olan bu yıllar boyunca Hıristiyanlığın savunulmasını yüklenmiş olan papalık, bu işlevini yerine getirmekten acizdir. XV. yüzyıl başları, Batı’nın yine de şanslı yılları oldu. Yeni Türk imparatorluğu da büyük bir bunalım içindeydi, sonunda I. Beyazıt Ankara’da Timur tarafından 1402 yılında bozguna uğratıldı, ardından tahta geçecek oğullan arasında kavga çıktı, Türk tarihçilerinin kanşıklık dönemi dedikleri ara dönem başladı. Birlik, yeniden sağlandığında devlet düzeni onarıldığında savaştan çok banştan yana olan II. Murat, devletin başındaydı.

Amacı, Ankara Savaşı sırasında zarara uğramış olan imparatorluğu daha da büyütmek değil, onu sınırlan içerisinde onarmak, iyi hale getirmekti. Yine de, bu arada İstanbul’u almayı denedi, ama BizanslIlar Anadolu beylerinin OsmanlIlara karşı saldırıya geçeceğini söyleyerek onu “ikinci bir cepheye” karşı uyarıp inandırdılar. O da, kuşatmayı * Bkz. ek bölüm, sayfa 297 19 kaldırmak zorunda kaldı. Macar Kralı Sigismond’a, sonra Ladislas’a karşı savaştı, daha sonra da kral Lazar’ın Georges Brankoviç’in baskılı idaresi altında bulunan ve bir tampon devlet durumundaki Sırbistan’ı; Bosna ve Bulgaristan’ı ele geçirmek istedi. Ama her iki tarafın da barışa gereksinimi vardır, Ladislas Inğil üzerine, Murat da Kur’an’a el basarak, en az on yıl ateşkese saygılı davranacaklarına dair yemin ederler (1444, Ağustos ayı). Savaşa pek eğilimi olmayan, basit yaşam biçiminden hoşlanan, ama buna karşın sürekli okuyup düşünen bir aydın olan Sultan Murat, imparatorluğun güvenini sağladığına emin olduktan sonra tahttan çekilmeye karar verir. Oğlu Alâaddin’in ölümü onu çok üzmüştür, Mehmet’e karşı büyük bir sevgi duyduğu söylenemez. Sultan Murat bu durumda dilediği yaşamı sürdürmek üzere Bursa’ya çekilir. Tahtı, büyük Çandarlı ailesinden gelen sadrazam Halil Paşa nezaretinde oğlu Mehmet’e bırakır. Çandârlı bir bilge kişi ve çok deneyimli biri olup Sultan Murat’ın güvenini kazanmıştır. 1. ONlKl YAŞINDA BÎR PADİŞAH Mehmet 1444 yılı, Ağustos ayında, tahta çıktığında henüz bir çocuktu. 30 Mart 1432’de Edirne’de, dedesi I. Murat’ın yaptırdığı sarayda dünyaya gelmişti.

Annesi hakkında pek bir şey bilinmez; köle kökenli dolayısıyla Müslüman asıllı olmayıp adının Hüma Hatun olduğu söylenir. Fransız ya da Italyan asıllı olduğunun söylenmesine Mehmet ses çıkarmaz, bu bilgi çok büyük bir olasılıkla yanlıştır. Daha büyük bir olasılıkla ya Sırbistan ya da Makedonya asıllı bir köleydi. Oğlunun çocukluk yaşantısında çok az bir yer tuttuğu anlaşılıyor. Oğlu annesine karşı büyük bir sevgi duymamaktadır, onu çabucak unutmuştur. Genç veliaht, doğar doğmaz verildiği dadısı Daye Hatun tarafından yetiştirilmiştir. Mehmet’in ilk yıllan annesi, dadısı ve ona hizmet eden kadınlar arasında geçti. 1443 yılının ilk yazında, onbir yaşındayken geleneklere uygun biçimde, iktidar öncesi çıraklık olsun diye Manisa’ya vali olarak gönderildi. Geleneğe göre genç Osmanlı prensleri 20 taşrada yöneticilik yapmak zorundaydı. Her iki lalası, Kasapzade Mahmut ve Nişancı İbrahim Abdullah ona eşlik ediyorlardı. Onunla o zamana dek pek ilgilenmeyen babası öğreniminin nasıl ihmale geldiğini farketti. Çetin karakterli ve okuyup araştırmadan çok, savaş sanatına fazlaca ilgi duyan Mehmet, o yaşta geleneksel olarak hatim indirip, Kur’an’ı tümüyle ezberlemek zorundaydı. Hocaları ona söz geçiremiyorlardı. Babası Murat onların yerine, Molla Gürani’yi atadı. O enerji dolu, çalışkan, bilgin bir kişiydi.

Daha ilk karşılaşmalarında protokol gereği tanıtımlar yapıldıktan sonra, Molla Gürani onunla alay eden şehzadeyi koluna değneğiyle vurarak hizaya getirdi: “İşte bu, itaat etmen için, haydi şimdi çalışmaya!” dedi. O günden sonra, Mehmet çok sıkı bir çalışmaya girdi, bu da, onu döneminin Doğu’daki en kültürlü kişilerinden biri yapacaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir