Aziz Nesin – Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz

Bütün Türkiye cezaevlerinin en usta anlatıcısı birinci koğuştaydı. Bu anlatıcı el üstünde tutulurdu. Her koğuşun hükümlüleri, onu kendi koğuşlarına almak isterlerdi. Bunu, birinci koğuştakiler başarmışlardı. Çünkü birinci koğuşta yatanlar, anlatıcıya her gece için, adam başına onar kuruş ödemeye söz kesmişlerdi. Başka bir koğuşun adamları da insan başına onar kuruş veriyorlardı ama, en kalabalık koğuş birinci koğuş olduğundan, anlatıcı birinci koğuşu seçmişti. Ona koğuşun güzel bi yerindeki ranzanın üst yatağını vermişlerdi. Burası öyle seçilmişti ki, anlatıcının burdan anlatacaklarını koğuştaki herkes rahatlıkla işitebilirdi. Anlatıcı, ağzından bal akar dedikleri adamlardandı. Bişey anlatırken, dinleyicileri ağzının içine baktırırdı. Öyle tatlı, öyle tatlı anlatırdı ki, herkes onu dinlemeye can atardı. Cezaevlerinin bulunmaz eğlencesiydi. Onlarca değil, yüzlerce romanı ezbere bilirdi. Eskiden okumuş olduğu bütün romanları ezbere anlatıyordu. Hem ne romanlar, hem ne anlatış! Pardayyanlar dizisini, Şerlok Holmes dizisini, Üç Silahşörler’i, Monte Kristo’yu, Ekmekçi Kadın’ı, Demirhane Müdürü’nü, Sefiller’i, her gece bölüm bölüm olmak üzere bir ciltlik romanı üç dört gecede, kimileyin de bir haftada anlatırdı.


Anlattığı romanları eskiden okumuş olanlar bile, anlatıcıdan bi kez daha dinlemek isterlerdi. Çünkü anlatıcı o romanları yazarlarından çok daha iyi, yazılı olandan çok daha güzel anlatıyordu. Kimi romanları ondan o denli çok dinlemişlerdi ki, anlatıcı kimi geceleri, eskiden bikaç kez anlattığı romanın herhangibir yerinde bir değişiklik yapacak olursa, dinleyicileri hemen, — Orası öyle değil yahu, uyduruyorsun… diye anlatıcının yanlışını düzeltmeye kalkarlardı. Oysa anlatıcı, zamanına, yerine, dinleyicilerinin beğenilerine göre, bu değiştirmeleri özellikle yapardı. Gecenin oldukça geç saatinde koğuşta herkes yatağına girdikten sonra, anlatıcı da yatağına uzanır, yattığı yerden romanı anlatırdı. Her roman her gece anlatılamazdı. Kimi özel gecelerin anlatılacak ayrı romanları vardı. Örneğin ramazan geceleri, bayram, kandil geceleri, yılbaşı geceleri gibi ayrallığı olan gecelerde, o gecelere uygun düşecek romanlar anlatırdı. Zaman zaman çok, ama çok müstehcen hikâyeler, romanlar anlattığı da olurdu. Başka tür romanları anlatırken, koğuştakilerden bişey söyleyen, düşüncelerini belirtenler çıkardı ama, müstehcen roman ya da hikâye anlatırken yataktakilerden çıt bile çıkmaz, yalnız ara sıra coşkulu solumalar duyulurdu. Herhangi bir romandan o gecenin bölümünü bitirince, koğuştakilerden daha anlatmasını, anlatmasını sürdürmesini isteyenler ya da anlatılan bölümü eleştirenler, değerlendirenler olurdu. Oysa müstehcen bir roman bölümü anlattığında kimseden ses soluk çıkmazdı; kimisi yorgun düşüp uykuya dalmış, kimisi de uyumuş olurdu, horultular duyulurdu. Bu yüzden anlatıcı, müstehcen hikâyeler, romanlar anlatmayı yeğlerdi. Bunlardan kimisini de kendi başından geçmiş gibi uydururdu. Ama bir de bu müstehcen romanları, hikâyeleri, en olmayacak biçimde coşkulu bi yerinde birden kesecek olursa, işte o zaman kıyamet kopardı.

Anlatıcıyı dövmeye bile kalkışırlardı. Anlatıcının tek eksikliği vardı; eroinci olduğu için, eroini çekip çekip de kafasını bulunca, anlatırken anlatırken uyuklamaya başlardı. Bu yüzden yanındaki ranzada onu ikide bir sertçe dürtüp silkeleyerek uyandıracak güçlü ve uyanık birisinin yatması gerekiyordu. Anlatısında çok kez cümlesini, hatta kelimesini bile bitirmeden hecenin yarısı ağzındayken uyuklar, dürtülüp uyandırılınca da, kimseye nerde kaldığını sormadan, tam nerde kaldıysa ordan, kaldığı kelimeden, heceden anlatmaya başlardı. Eroinci olduğu için parmakları arasından cıgarası hiç eksik olmaz, uyuklamaya başlayınca da yanan cıgarasıyla yorganını, döşeğini yakardı. Kaç kez koğuştakiler duman içinde boğulmak üzereyken uyanmışlardı. Yana yana par makları duyarlığını yitirdiği için, anlatıcı cıgara ateşinin parmaklarını yaktığını bile duymazdı. Bir insan belleğinde bu denli çok roman bulunmasına herkes şaşar şaşar kalırdı. Yerli yazarların da romanlarını bilirdi, Çalıkuşu, Sinekli Bakkal, Dudaktan Kalbe, en çok anlatmasını isledikleri romanlardı. İyi bir aileden olduğu için zamanında çok okumuşmuş. Öyle romanları, öyle biçimde anlatırdı ki, isterse dinleyenlerini hüngür hüngür ağlatır, isterse katıltarak güldürür, isterse de coşturup kudurturdu. Onu dinleyenler, hiç bir yerli filmde bile bu denli çok ağlamadıklarını söylerlerdi. Yani verdikleri onar kuruşu helal ediyorlardı. Üstelik öyle ağız ve burun hünerleri vardı ki, burnuyla zurna, dudaklarıyla trampet, yanaklarıyla davul çalardı. Keman sesi, klarnet sesi gibi sesler çıkarırdı.

Hem de bu sesleri notaya uygun çıkardığını övünerek söylerdi. Geceleyin yataklarında dinleyenler, onun gerçekten klarnet, keman, davul çaldığını sanırlardı. Eliyle de ranzanın demirine bir anahtarı vurarak zil sesi çıkarırdı. Kısacası tek başına bir orkestra işi görmekteydi. Bundan başka öyle değişik taklitler yapardı ki, Hüseyin Rahmi’nin bütün romanlarını, romandaki her kişinin ayrı ayrı taklitlerini çıkarıp onlar gibi konuşarak anlatırdı. Kimi geceler meddahlık yapar, kanto söyler, Karagöz konuştururdu. Bir de eski ünlü sabıkalıların serüvenlerini anlatırdı ki, dinleyenler şaşar kalırlardı. Örneğin ünlü kadın avcısı Eyüplü Halit’in kadınları nasıl kandırıp kafese koyduğunu, daha bunun gibi ne usta dolandırıcıların akla durgunluk veren, ne soyguncuların dudak uçuklatan, ne kabadayıların kan donduran serüvenlerini, görmüş, yaşamış, onlarla birlikte bulunmuşçasına anlatırdı. Birinci koğuştakiler ona her gece için onar kuruş verirler, o da topladığı parayla eroinini çeker, yer içer, bey gibi yaşardı. Anlatıcı, bütün cezaevlerinin en aranılan adamıyken, Beyler Koğuşundakilerle Âdem baba Koğuşundakiler ondan hoşlanmazIardı. Beyler Koğuşunun zenginleri, anlatıcıyı küçümser, onun anlattıklarını beğenmezlerdi. Adem baba Koğuşundakilerse, onun anlattıklarını anlayacak durumda bile değillerdi. İşin şaşılacak yanı, anlatıcı büyük bir coşkuyla anlattığı -hele o müstehcen roman ve hikâyelerive dinleyenlerini coşturduğu, duygulandırdığı halde, kendisi anlattıklarından hiç mi hiç duygulanıp coşkulanmazdı; bu yüzden ona, “Artık işinin pezevengi olmuş!” derlerdi. Bu sözü, işinin çok büyük ustası, virtüözü olmuş anlamında söylerlerdi. Nasıl, işinin ustası olmuş bir genelev kadını her yattığı erkekten coşkulanmıyorsa, anlatıcı da kendi işinin öyle büyük ustasıydı.

Kaldı ki, eroine öyle yumuluyordu ki, artık coşkulanıp duygulanacağı bişeyi de kalmamıştı. Bigün birinci koğuştakilerden birinin yatağının üzerinde bıraktığı beş yüz liralık, kaşla göz arasında yitti. Olacak şey değildi. Çünkü bu koğuşta yatanların çoğunluğu hırsızdı, hem de sabıkalı hırsızdı. Hırsızsa, yani hırsız denilebilecek bir hırsızsa, ölse bile, başka bir hırsız kardeşinin bişeyini çalmazdı. Hırsızlıkta, hırsızdan hırsızlamak yoktu. Bu yüzden hırsızlar için en güvenilir yer hırsızların topluca bulundukları yerdi. Nasıl olurdu da namuslu bir hırsız, başka bir hırsızın malını, parasını çalar! Olamaz! Dünyanın sonu mu geldi ne? Parası çalınan, “Ulan, hırsızlığın da şerefini batırdınız, hırsızlığı iki paralık ettiniz; paraya değil, işte buna yanarım…” diye bar bar bağırıyordu. Kim yapar bunu? Koğuştaki hırsızlar yapmaz. Yapsa yapsa bunu bir eroinci yapar. Koğuştaki tek eroinci de anlatıcıydı. Anlatıcı, kendisinden kuşkulanıldığını sezince, — Arayın beni! Aramazsanız hepiniz namussuzsunuz! Arayacaksınız! diye kafa tutmaya, meydan okumaya başladı. Bunca üstelemesi, ondan kuşkuyu daha da artırdı. O çalmamış olsa, böyle çırpınmaz, ille arayın diye tutturmazdı. Anlatıcının yatağını, bavulunu didik didik aradılar.

Bulamadılar. Bu kez anlatıcıyı anadan doğma soyup üstünü başını aradılar. Anlatıcı bu aramadan sonra büsbütün azdı, saldırdı. Ana bacı da karıştırarak ağır sövgüler savurup bağırıp çağırmaya başladı. Hırsızların koğuşunda hiç böyle numaralar söker mi? Eski ustalardan ünlü bir yaşlı hırsız, — Parayı bu herif çalmadıysa ben de bişey bilmiyorum… dedi. Bu sözünün arkasından da anlatıcıya, — Soyun ulan! diye bağırdı. Anlatıcı, giysilerini, iç giyneklerini bir daha çıkardı. Anadan doğma kalınca o eski usta hırsız, — Domal ulan! diye bağırdı. Bu kez anlatıcı bozuldu. Domalmak istemediyse de zorladılar, domaldı. O usta hırsız, sanki eliyle koymuş gibi, anlatıcının kıçından, dürüm dürüm dürülerek oraya sokulmuş olan beşyüz liralığı çekip çıkardı. Yaşlı hırsız, — Ulan bize mi? Biz yutar mıyız?. Kırk yılın hırsızına yol mu göstereceksin Cumhuriyet çocuğu! diye bağırdı. Bir genç hırsız, yaşlı ustasına, Ağbicim, sen iyi ki polis olmamışsın da, hırsız olmuşsun… dedi. Bu olaydan sonra anlatıcıyı koğuştan sepetlemek istedilerse de, onun geceleri işe yaradığını, onun gibi anlatıcı bulamayacaklarını düşünüp seslerini çıkarmadılar.

Nasıl olsa burnu sünmüştü. Ama hiç de umdukları gibi olmadı. Eroinci bu olaydan çok bozulmuştu, geceleri hasta olduğu bahanesiyle anlatmıyordu artık. Böyle olunca ister istemez anlatıcıyı başka koğuşa yolladılar. Kendi isteğiyle koğuştan gitmeseydi, hırsızlık yaptığını başgardiyana söylemek zorunda kalacaklardı. Anlatıcının gitmesiyle birinci koğuşta bir kişilik boş yer kalmıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir