Yaşar Kemal – Ustadir Ari

Geri toplumların belli başlı özelliklerinden biri, belki de birincisi, o toplumların içerisinde bulunan, ya da dışardan gelen asalaklarca sömürülmesine uygunluğudur. Toplumlar ilerledikçe asalakları yakasından atar. Attıkça da ilerler. Geri toplumların ülkücüleri de azdır. Aydınları dönektir. Çıkarından başka şeyi zor düşünürler. Ülkücülükleri ciladır. Halka yutturmadır. Savundukları ilkelerden kendilerine azıcık zarar geldiğini gördüklerinde hemen ters yüz edip onun tam karşıtı bir düşünceyi aynı güçle savunurlar. Onun adını da politika koyarlar. Koyu bir dinsizken dindar, işlerine gelince dindarken dinsiz görünürler. Yani, uzun sözün kısası, ne kadar okumuş olurlarsa olsunlar, Avrupa görüp kitaplar devirsinler, çıkarlarından başkasını düşünemezler. Bunlara ileri toplumların aydınları gibi aydın denemez. Bizde din kurumunu, çağımızda bir hurafe yığını haline sokmuşlardır. Bütün geriliğimize bu birinci sebeptir.


Batıdan ne geldiyse karşı koymuşlardır. Daha da durmadan karşı koyuyorlar. Batıdan gelen yeniliklerin bu kuruma o kadar dokunur yönleri de yoktur. Ama gelen yeniliklerin birtakım kimselere zararı vardır. Bu zararın önüne geçmek için, o yeniliğe karşı koymak için çareler aranır. Geri tabakalarca en çok tutunan kurum nedir, din kurumudur. Ver elini din kurumu. Ve din kurumunu o hale getirirler ki, artık o kurum onun elinde bir araçtır. Memleketin yüzüne yayılmış şeyhler, hacılar, hocalar var. Bunları tutan ağalar var. Bunların çömezleri mollalar var. Şeyhlerin halkı soyabilmeleri, hurafelerle korkutabilmeleri onları kara cahil koymakla olasıdır. Başka hiçbir çıkar yolları yoktur. İlkokulu bitirmiş bir kimse gidip de bu zamanda bir şeyhe tapmıyor. Onların yalanlarına, karalarına inanmıyor.

Okumuş aklı başına gelmiş bir kimse gidip de bir ağanın kapısında boğaz tokluğuna çalışmıyor. Hakkını istiyor. Bizim kasabada bir hoca vardı. Bir ağayla birleşmiş, yıllar yılı çocukların okumamaları için, babaların çocuklarını okula göndermemeleri için öyle bir propagandaya girişmişlerdi ki, bu yüzden çok köyün çocuğu okul yüzü görmedi. Bir kısım insanların yaşamaları hurafeler yüzündendir. Ağaların, beylerin, hocaların. Yalanla dolanla kandırıyorlar halkı. Birtakım politikacılar da bunlara katılıyorlar, birkaç oy için onlara yüz veriyorlar. Bizde bir zamanlar Atatürkün sayesinde bu iş uyumuş, yerine çekilmişti. Yaşadığımız günleri fırsat bilen faydacılar hurafe ocaklarını, hatta tekkeleri bile ayağa kaldırdılar. Milletin üstüne bir kara duman gibi çöktüler ki, aman Allah… Her ilde, her köyde eski yazı… Çocuklar kara cahil, görgüsüz mollaların ardında. Ama okullarda öğrenci yok. Bu bir kara felakettir. Doğuda bir zamanlar gerilik üstüne röportajlar yapmıştım. Çoğunu yazdım, birçoğunu yazamadıydım o zamanlar.

Şimdi de onlara benzer birçok olayla karşılaşıyorum İstanbulun göbeğinde. Bir şeyh, radyo kadar günah bir yaratık olmaz, diyordu. Bir radyoyu bir kere dinleyenin kulağına cehennemde yedi yüz bin yıl kurşun akıtılacaktır. Radyo sesi sinen su, zehirden kötüdür. İçen bir daha Müslümanım demesin, diyordu. Aynı şeyh, ağaların, beylerin çalıştırdığı, fakiri fukarayı yerinden, çalıştığı tarladan edip dağlara düşüren traktör için de kutsal bir makinadır diye fetva çıkarmıştı. Çünkü köylüler, kendilerini çalıştığı topraklardan eden makinaları kırıyor, onlara diş biliyorlardı. Ağaların, beylerin işine gelen her şey iyi, halkı uyandıran her şey kötü. Şimdilik bizde, bir azınlık dışta bırakılırsa, aydınların, yani okur yazarların çoğu karaların yanında. Efendim hürriyettir demokrasidir, çoğunluktur… Kötülüklerinin önüne geçmeyeceksin. Okullar kapanacak, medreseler dolacak aldırmayacaksın: Halk soyulup soğana çevrilecek, aldırmayacaksın. Memlekette türeyen yeni şeyhlerin her biri küçük birer Ağa Han rolünde, haberiniz var mı? Buna da aldırmayacaksın. Derebeyler, ağalar saçı bitmedik yetimlerin haklarını yiyorlar. Bir memleket yokluk, cehalet içinde, hurafe içinde kıvranıyor, eziliyor, aldırmayacaksın. Okullar yıkılıyor, yakılıyorsa hakları var, öyle mi? Hurafe uğruna halkı soyup soğana çeviriyorlar, göz yumacaksın.

Bir keçili bir evin tek keçisini de ağa, şeyh alıyor, alsınlar mı? Kendi gönlüyle veriyor, diyeceksiniz, versinler mi? Radyo sesinin sindiği su bile içilmez oldu, ama bırakalım da memlekete radyo girmesin mi? Köyler yararlanmasınlar mı bu uygarlık aracından? Hey gidi karalar!. 4 Ekim 1959 Gölgesine Basmış Bir düğün, davullar zurnalar… Halay çekenler, hora tepenler… Yallah diye zeybek oynayanlar. Kızlar, kadınlar pencerelerden bakıyor. Seninki çizmeyi çekmiş. Tabancayı da yana takmış. Tabancanın ucu gözüküyor. Gözükmezse olmaz. Kasketini yana eğmiş. Bıyıkları da bir burmuş ki, hançer ucu gibi. Sarı mendili göğsüne sokmuş. Bir ucu işlemeli. Işıltılı saçı kasketinin altından fırlamış. Fırlamazsa olmaz. Atı uzaktaki ağaçta bağlı. Eşiniyor.

Pancardan, buğdaydan, ya da Çukurovada, Egede pamuktan kazanmış… Orta halli bir ağa oğlu. Bu kadarı olur da seninki kafayı çekmez mi? Kafayı da bir iyice tütsülemiş. Coşkunluğundan ne yapacağını, ne edeceğini bilemiyor. Ona buna sataşıyor, olmuyor. Gülüyorlar. Ya da bir okşayıp geçiyorlar. Seninki tabancayı çekiyor havaya bir iki el ateş ediyor. Biraz daha coşuyor. Sanıyor ki herkes onunla uğraşıyor. Bir koca köyün kızı kızanı yalnız ona bakıyor. Birkaç kere daha tabancasını ateşliyor. Derken efendim yanından bir delikanlı geçiyor, koçlar gibi boynunu kırıp delikanlıya sallanarak bakıyor. Delikanlı aldırmıyor. Yolunu sapıtıp geçmek istiyor. Öteki önüne geçiyor.

Tepede güneş. Bizimkinin gölgesi, hem de kutsal gölgesi yerde serili. Öbür delikanlı istemeyerek kutsal gölgesine basıyor. Parayı kazanmış, cepte. At ötede eşinir. Babası da partinin kodamanlarından. Arkada üç de kardeşi var dayanacak. Dayanılır mı hiç, gölgesine basıyor mendebur. Vay yezit vay! Sen kim oluyorsun kutsal gölgeye basacak? Fırsat bu fırsat, şunu tepelemeli ki… Şanı gökyüzüne çıkmalı… Çekiyor tabancayı… Bir de nara patlatıyor: “Biz gölgemize bastırmayız.” Bu, her ay, her yıl Karadenizde, güneyde, doğuda, batıda oluyor. Beş el kurşunla gölgeye basıp da kutsallığını bozanı öteki dünyaya gönderiyor. Tanıklar, gördündü, görmedindi… On sekiz yıl… Ya da bazı hafifletici sebeplerden dolayı, beş yıl… Ya da, yalancı tanık mı yok, kendini savunmuş diye iki yıl… Hapisten çıktıktan sonra köyde, kasabada bir itibar, bir itibar, deme gitsin… Bir kuruntu. Yanından geçilmez. Gezilerimde bir güney kasabasına uğramıştım. Kasabada büyük bir telaş, hazırlık göze çarpıyor, iki üç kamyon çiçeklerle, bayraklarla donatılıyor, kasabada bir bayram havası… “Bu nedir?” diye sordum.

“… karşılaşmaya gidiyor kasabanın gençleri, Gençlik Spor Kulübü… Onun hazırlığını yapıyorlar.” “Kimdir bu adam?” “O adam mı? O adam on yıldan fazla dağda gezmiş, altı kişinin katili bir yiğittir. Bugün ildeki hapisaneden tahliye edilecek. Gençler şanlı şöhretli onu karşılayacaklar.” Davullar zurnalarla, çiçekler bayraklarla beş altı otobüs, kamyon dolusu Cumhuriyet delikanlısı, katili hapisten aldılar geldiler. Kasabanın içinde de bir iki tur attıktan sonra, düğün dernek evine bıraktılar. Merak ettim, evine gidip adamı gördüm. Yaşlıca, çökmüş bitmiş bir adam. Dünya umurunda değil ya, delikanlıların da onu karşıladıklarından, alıp böyle düğün dernek evine getirdiklerinden çok kıvançlı. Seviniyor. İşte bunca yıl çektiğimizin ödülünü gördük, der gibi bir hali var. Bu vatan için bunca yıl dağda gezdik, bunca yıl hapis yattıysak da… İşte gençlerimiz karşımda el pençe… Vaktiyle talan etmeyen, baş kesmeyen çocuklara ad konmazmış… Ta ki… adam öldüre, baş kese… Talan ede. O zaman büyük törenlerle ad koyarlarmış çocuklara. Baş kesenin durumu başka olurmuş çevrede. Ne kadar çok adam öldürürse bir delikanlı, itibarı o kadar çok artarmış.

Şimdi de az çok öyle. Anadoluyu yakından bilen, bunu da bilir. Katili kimse lanetlemez, hor görmez. Kahraman sayarlar. Ocak söndürenler yiğitlerin yiğididir. Delikanlılar ona hayranlıkla bakarlar. Bu, dedelerimizin yaşadığı aşiret düzenini, derebeylik düzenini daha olduğu gibi yaşıyoruz demektir. O düzenlerden kalma kötü geleneklerdir bunlar. Sürüp gidiyor. Bizim kültürümüz, tüm bilgilerimiz halktan böyle uzak kaldıkça, yurdu böyle iki ayrı memleket saydıkça, birleştirmeye çalışmadıkça bu iki parçayı, kötülükler, katilin kahraman sayılması, canı sıkılanın nam için adam öldürmesi sürüp gidecektir. Gölgesine bastı diye adam öldürülecektir. Geleneksel kötülüklerin önüne yalnız ve yalnız halkı okutmakla, iyiyi kötüden ayırdedebilmesini sağlamakla geçilebilir. Gerisi lafü güzaf. Gene de diyorum ki, Köy Enstitülerini kapatanlar iyi etmediniz. 18 Ekim 1959 Söyletir Dilsizi… Bin kere de söylerim.

Duymayız, asıl çareyi arayıp bulmayız. Bütün mümkünler, çareler kesilmiştir. Bile bile, umutsuzluğumuzun içinde kıvranarak gene de söylerim. Bir meseleye temelinden değil, yanından, tersinden yanaşmak büyük alışkanlığımızdır. Doğulu kafaların tek çıkar yolu budur. Meselelerimizin büyüklüğünden korkarız. Meselenin özüne gitmek küçük çıkarlarımıza, kişisel ya da bölüksel faydalarımıza dokunur. Bizim bir piremiz için toplumun yorganını yakarız. Yorganlarını, evlerini… Hepsini hepsini biliyorum, gene de söylemekte, duyurmakta fayda var, diyorum. Gene şu orman işi… Gazeteler yazdı, yurdumuzun en büyük davası, eğitim davasıdır diye. Gerçekten de büyük davamızdır. Her işimizin başıdır. Eğitim olmazsa hiçbir şey yapamayız. Bunu da yazdım. Ama on yıl, on beş yıl, elli yıl sonra bile bu işi halledebiliriz.

Bu uyuşukluktan nasıl olsa silkinip çıkabiliriz. Dahası, bir millet esir olabilir, sömürge olabilir, yüz yıl, yüz elli yıl, iki yüz, beş yüz yıl sonra bile o millet kurtulabilir. Ama bir toprakta gidip de gelmeyecek şeyler var. Hemen çaresi bulunmazsa elimizden uçacak, kanı çekilecek can damarları var. Orman giderse geri gelmez. Orman giderse bir memleketin toprakları ölür. Ama diyeceksiniz ki, bir memleketin bütün meseleleri biribirine bağlıdır. Biliyorum bağlıdır. Her şey toptan halledilir. Halledilmeli. Bizimse meselelerimiz o kadar çok ki… Neyi tutsan elinde kalıyor. İlkel bir toplumuz. Hepsi malum. Malum, ama mademki öteki meselelerimize dokunamıyoruz, toptan bir kalkınmaya, ilerlemeye gidemiyoruz, şu orman işini birinciye almak zorundayız. Her şey böyle düzeneksizken ormanı kurtaramazsın, diyeceksiniz.

O da malum. Ama büyük bir felaket karşısındayız. Kara deve, ölüm devesi geldi kapıya oturdu. Ve kalkmıyor. Burada silkinip kalkalım nolursunuz? Yalnız o oylarından başka dünyayı gözleri görmeyen politikacılara söylemiyorum, millete, halka, aydına, sabanının başındaki köylüye, örsünün başındaki demirciye, esnafa, ayağında topla gece gündüz koşan futbolcuya, belekteki bebelere bile söylüyorum. Uçan kuştan bile imdat diliyorum. “Söyletir dilsizi, ağlatır körü.” Ormanlarımızın hali böyle. Vallahi böyle, billahi böyle. Orman içinde, köylerde yaşayan vatandaşlarımız var. Sayılarını şimdi söyleyemeyeceğim. Bu köylüler geçinmek zorundalar. Keçileri var, beslemek zorundalar. Geçinmek isteyenler ormana girecek yakacaklar. Kaçakçılık yapacaklar, kazanacaklar.

Bunun önüne geçemezsin. Keçilerini otlatacak, etinden, kılından yararlanacaklar. Ormanı yakıp ısınacaklar. Hopur edecekler. Hopur, halk arasında yerleşmiş bir orman deyimidir. Kara hopur. Hopur etmek, mahvetmek, ormanı yerle bir etmek, dikili bir çöp bırakmamacasına, ormanı kesip yerini tarla etmek, demektir. Yangın kuleleri yapılmış. Motorlu ekipler nerede yangın görürlerse, oraya koşup hemen söndüreceklermiş. Orman yolları yapılmış, orman ürünleri bilimsel metodla kesilip işlenecekmiş. Bunlar çok iyi, iyi, ama çare değil. Bir tek çare var, o da iskan… Orman içindeki köylüyü ne pahasına olursa olsun oradan alacaksın. Bir ormancı hesabını yapıp bana vermişti. Bir yıl yok olan ormanın parasıyla o bölgedeki köylüyü, toprağının, evinin, sabanının parasını ödeyerek başka yere iskan edebiliriz, demişti. Bu da olmazsa, bu da doğru değilse bile, köylüyü ormandan almalıyız.

Bizim için altından kalkılmaz, bütçemizin yarısını yiyecek bir yük de olsa bunu yapmalıyız. Hem ormanlarda öyle köy diyecek bir köy de yok. Her bir evi bir kaya dibinde. Daha önce de yazmıştım. Yüz evlik bir köyün bir ucundan bir ucu yaya altı saat çekiyordu. Bu köyün yeri otuz kilometrelik bir sahayı kaplıyordu. Şu modern dünyada böyle köy olur mu? Buraya okul yapılabilir mi? Buraya sağlık kurumları getirilebilir mi? Onları bir araya toplamak, geçtik ormanları, bu bakımdan gereklidir. Bu zor. Köylü yerinden, son çaresi de kesilmeyinceye kadar ayrılmaz. Ayırmak isteyenlere oyunu vermez. Oyunu vermezse de bizim parti kazanamaz. Bakın nasıl iş çatallaşıyor! Biz de çalıyı başından sürümek zorunda kalıyoruz. Ama iş bir ölüm kalım davası olunca… Bu bir ölüm kalım davasıdır. Kafamıza dank demeli. Elbirliğiyle… Son kalmış birkaç ağaç da bitince köylü zaten göç edecektir.

Etmeye başladılar bile. Yurdumuzda daha bomboş topraklar var. Öylece duruyor. Ağzını açmış güzelim topraklar adam bekliyor, işleyecek saban, kol bekliyor. Felaket büyük. İşte çaresi de var. Parmağını, parmağını kımıldatacak var mı?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir