Yaşar Kemal – Teneke

Üç aydır kasabada kaymakam yok. Tahrirat katibi Resul Efendi vekillik ediyor. Onun da ha varlığı, ha yokluğu… Yaşlı, sümsük bir adam. Gölgesinden ürküyor. Bu adamla hiçbir iş görülemez. Nisan da geldi çattı. Çeltik ekmek için ruhsatiye müracaatları başladı. Tarla planları, tarla kiralamaları, su kavgaları, alış-verişler, kazıklamalar, kazıklanmalar gırla gidiyor. İllevelakin kaymakam yok. Kaymakama vekalet eden Resul efendi de: «Çeltik işine burnumu sokmam. Valinin beni yerimden atacağını bilsem, burnumu sokmam. Sokmam da sokmam» diyor. Diyor da başka bir şey demiyor. Resul Efendi, bunca yılın Resul Efendisidir. Karışır mı böyle işlere! Altından ne çıkacağını bilmez mi? Çeltikçiyle, bu namussuzlarla aşık atılır mı, bu ırzı kırıklarla bir ipte oynanır mı, bilmez mi? Çeltikten dolayı, bunca yıl başına o kadar çok işler gelmiştir ki hesapsız.


Mesela Sazlıdere köyünün yanındaki Okçuoğlunun çeltik ekmek istediği sahaya ruhsat verse, verse değil, çeltik komisyonunun kararına bir imza bassa yirmi bin lira rüşvet alabilir. Su içinde alır. Alır ama, burnundan fitil fitil geleceğini de bilir. Resul Efendi rahat yaşamak ister, mümkün mertebe… Yaş tahtaya basmamak için elinden gelen gayreti geriye komaz. Bilir ki çeltikçilerle iş görmek, itle bir çuvala girmek demektir. Hiç birisi değil de şu Karadağlıoğlu Murtaza Ağa çekilmez. Başa bela. Deyyusun biri. Resul Efendiyi nerede görse: «Eee İrasul Efendi, İrasul Efendi, duyduk ki gumisyona irest çekmişsin. Ruskatiyelere, imzanı basmıyormuşsun. Olur mu, İrasul Efendi? Biz seninlen baba dostuyduk. Eee İrasul Efendi… Kaymakam olmayınca İrasul Efendi, siz Abdurrahman Çelşbi oluyormuşsunuz. Öyle duyduk İrasul Efendi.» Resul Efendi de Murtaza Ağanın karşısında boyun kırar, el oğuşturur, her zamanki, herkese karşı, her yerdeki candan gülümsemesiyle gülümser: «Ne yapalım, Ağam, sayenizde…» der, şapkasını hürmetlice çıkarıp geçer gider. «Eee İrasul Efendi… Senin bu iyiliğin yok mu? Bu cana yakınlığın yok mu, adamın elini ayağını bağlayan bu değil mi, İrasul Efendi! Arkasından söylenen bu sözlere Resul Efendi döner tekrar hürmetlice şapkasını çıkarır: «Sayenizde ağa hazretleri…» der, yürür.

Neredeyse Nisan çıktı çıkacak. Çeltik komisyonu toplantı üstüne toplantı yapıyor. Bir tek sahaya bile ruhsat verilmiş değil. Sıtma Savaş Doktoru da Resul Efendi gibi bir bela… O da yanaşmıyor imzaya. Korkuyor. Bütün çeltikçiler, Resul Efendinin başında dönüyorlar, gece gündüz. Resul Efendi lâ diyor da illâllah demiyor. «Etmeyin eylemeyin,,, diyor, boynunu büküp gözlerinde kocaman kocaman yaş taneleri… «Etmeyin eylemeyin Ağa hazretleri. Siz büyük ağalarsınız. Ne istersiniz benim gibi bir Resulden? Emekliliğime bir buçuk yıl kaldı. Günahına girmeyin çoluk çocuğumun. Sokmayın beni bu işe…» Çeltikçiler bir gün o kadar üstüne vardılar ki, Resul Efendi, o halim selim adamcağız zivanadan çıktı. Bar bar bağırdı: “İstifa ediyorum. Usandım elinizden deyyuslar, istifa ediyorum. Canımdan usandırdınız.

» Biraz sonra da istifanamesini, istifasının sebeplerini uzun uzun yazdı. Tam beş daktilo sayfası yazdı. İstifanameyi okuyanın yüreği parça parça olurdu. Bu beş aylık kaymakam vekaletinde başına gelenleri, neler çektiklerini bir bir anlatıyordu. Bereket versin ki bazı memurlar, candarma kumandanı araya girdi de istifanameyi kimse okuyamadı. Resul Efendi, istifanamesini kendini seven memurların, candarma kumandanının önünde gözlerini kapatıp kemali ciddiyetle yırttı. Saatlerce kağıtları küçük küçük, mercimek büyüklüğünde parçalara ayırdı. Masanın üstüne bir tepe gibi yığdı. Sonra da sol eliyle sağ avucuna süpürdü kağıtları, çöp sepetine attı. Birdenbire, şimşek gibi, istifa etmiş olduğu, istifasının kabul edildiği, beş parasız, işsiz kaldığı geldi gözünün önüne… Yüreği daraldı. Gözleri karardı. Başı uzun zaman döndü. Sonra içinde zehir gibi acı bir boşluk çöreklendi kaldı. Bir defacık olsun çeltik komisyonuna götüremediler Resul Efendiyi. Korkuyordu.

Orada kendisini çok büyük bir felaketin beklediğinden korkuyordu. Çeltik komisyonunun evraklarını getiriyorlardı önüne, elini bile dokundurmuyordu. Önüne gelene dert yanıyordu: «Şu kaymakam gelse de kurtulsam. Şu çeltikçiler ocağıma incir dikmeden, sağlıcakla bir kurtulsam…» «İstifa et, Resul Efendi» diyorlardı. «Kaymakam vekaletinden istifa et de, candarma komutanı baksın biraz da…» «Edemem,» diyordu boynunu bükerek. «Edemem, vazifedir. Diyecekler ki arkamdan, bakın şu sümsük Resula, bir kaymakam vekilliğinin bile altından kalkamadı. Edemem. Vazifeden kaçmak yakışır mı bana? Ben otuz senelik devlet memuruyum.» Bıçak kemiğe dayandı. Bu hal böyle giderse, ne çeltik ekilebilecek, ne bir şey. Ankaraya, Adanaya Resul Efendi aleyhine tel üstüne tel çekildi. Ne rüşvetçiliği, ne namussuzluğu, ne ahlaksızlığı kaldı. Karısının orospu olduğunu, kızını parayla sattığını, Resul Efendinin gece gündüz içerek kaymakamlık odasında nara attığını bile yazdılar. Bütün bu telgraflar, çekildiği andan itibaren satırı satırına kasabada ezbere okunuyordu.

P.T.T. Müdürü teli çekmeden önce bir örneğini de yanına alıyordu. Önüne gelene okuyordu. O günlerde bu teller üstüne ne Ankaradan, ne de Ada-nadan bir haber çıkmıyordu. Belli ki oradakiler böylesi tellere kanıksamışlardı. Kös dinliyorlardı. Daireden çıkınca Resul Efendi hiçbir yere uğramadan doğru eve giderdi. Bu otuz yıldır böyleydi. Omuzları düşük, yüzü soluk… Kederinden göz kapaklarını kaldırıp da şöyle bir yanına yönüne bakamıyordu. Donmuş gibi, put gibi. Sıcaklar nisandan başlar. Topraktan sarı, kırmızı, mor, ak çiçekler fışkırırken, dünya yeşil yeşil, bir tazelik içinde yunmuş, arınmış parlarken, Çukurovanın sıcakları çöker. Resul Efendinin evi, yüksek duvarlı bir avlunun içindeydi.

Bahçede beş tane ulu okaliptüs dikiliydi. Karanlık yapraklı. Avlu kapısından eve kadar, çakılla yapılmış bir mozayik üstünde yürünürdü. Ev pembe boyalıydı. Tam alnında, güneye gelen kapının üstünde bir at kafası iskeleti asılıydı. İskelet mavi boncuklarla, sarımsak, tavuk pisliği, çam kozalağı ile donanmıştı. Pencerelerinden sütbeyaz, sakız gibi sütbeyaz perdeler sarkardı. Avlu kapısı kahverengine boyanmıştı. Her köşesine de kocaman birer at nalı çakılmıştı. Resul Efendi kapının tokmağına elini götürür götürmez, daha indirmeğe vakit kalmadan kapı açılıverirdi. Resul Efendi en güzel, en çocuksu gülümsemesiyle güler: «Merhaba hanım!» derdi. Hanım da Resul Efendi gibi ufacık tefecikti. Sütbeyaz. ama görülmemiş bir beyazlıkta başörtü bağlardı. Büyük gözleri, kederli gölgeli dururdu.

Ön üst iki dişi çok büyüktü, dudaklarının üstüne taşıyordu. Ama nedense bu, hanıma çirkinlik vermiyor, aksine onu güzelleştiriyordu. Bu kazma dişler herhangi bir erkekte, herhangi bir kadında olsaydı yüzüne bakılmayacak kadar çirkinleştirirdi. Hanım hürmetle, muhabbetle kapının bir tarafında durur: «Hoş geldin Resul Efendi,» derdi. Eve doğru, ağır ağır, yumuşacık yumuşacık yürüyen zevcinin peşine takılır, bir adım arkadan onu takip ederdi. Resul Efendi balkonun altında durur, taşlıkta ayakkabılarını çıkarır, iskemleyi altına çeker, ayaklarını uzatırdı. Hanım, Resul Efendinin ayaklarını belki bir saat ova ova yıkardı. Bu arada yukardan kız iner. on dokuzundadır. Kara kaşlı, kara gözlü, son modaya göre giyinen, uzun boylu bir kızdır: «Hoş geldiniz babacığım,» der. Resul Efendi başını kaldırıp gülümser. Daha elini tokmağa götürmeden kapı açıldı. Gözü karısını görmedi. Gözlerinin önünde hayal meyal bir beyazlık sallanıyordu. Karısının «hoş geldin» dediğini de duymadı.

Yürüdü. Taşlıkta durmadan, ayakkabılarını çıkarmadan yukarı yürüdü. Kendisini halsiz sedire attı. Sigara sarısı yüzü, daha sararmış, kırışık içinde kalmıştı. Hatları bıçak gibi keskinleşmiş, gülümsemesi bir daha açılmamasına yüzünde donup kalmış gibiydi. Hanım telaşla: «N’oldu? N’oldu sana böyle, Resul Efendi? N’oldu?» Resul Efendi gözlerini kapamış, başını beyaz badanalı duvara dayamıştı. «N’oldu?» Dudakları usuldan aralandı. Beyaz saçlı başı duvardan ayrıldı: «Beni başka bir kazaya vereceklermiş. Aleyhime çok tel çekmişler. Yaa hanım!» Hanım: «Uuy,» diye inledi. «Uuuy! Ocağımıza incir diktiler, ocakları sönesiceler, uuy! Kız da işi öğrendi. Oralı bile olmadı. Anası boyuna döğünüyordu: «Uuuy ocakları sönesiceler, uuuy! Ne yaptık sizlere? Elden geldikçe iyilik ettik. Uuuy!,, Resul Efendinin başı duvarda, yüzü mermer gibi, mermer gibi soğuk, hareketsiz, Resul Efendiyi bilenler, şimdi görseler, bu adamın Resul Efendi olduğuna tövbeler olsun inanmazlar. O çocuksu, şakacı, babacan yüz bu mu? Tövbeler olsun kimseler inanmaz.

«Uuuy! Körolasıcalar. Biz ne yaptık size? Uuuy!» Gün batmıştı ki Resul Efendi derin bir uykudan. uyanırcasına başını duvardan ayırdı: «Hiç bir şeye yanmıyorum da Hanım, evimde doğru dürüst bir yılcık oturamadım ona yanıyorum. İşte ona yanıyorum. Sus hanım sus! Allah kerim.» Hanım: «Uuuy.» diyor. Uuuy! Böyle de iş olur mu?» İki gözü iki çeşme. Ertesi gün, daha ertesi gün evden çıkmadı Resul Efendi. On beş gündür, her Allahın günü böyle kara haberle geliyordu Resul Efendi. Evi birbirine katıyordu. Günden güne kara haberlerin şiddeti daha da artıyordu. Günden güne Hanımın «Uuu uy»ları bir çığlık halini alıyordu. «Uuuy uy gâvurlar, yezidler, dinsizler, kan emiciler uuuy!» Her gün, hanım kapıda bir eli yüreğinde, bir eli sürgüde, titriye titriye kocasını bekliyor dışarda ayak sesi duydukça yeni bir felaket haberi alacak diye ürperiyordu. Bu arsayı on yıl önce almıştı.

Yıllar yılı o ev senin bu ev benim, kırık dökük evler, tahtakurulu, tozlu evler canlarına tak demişti. İkinci yıl taşını getirtti. Yığdırdı arsanın ortasına… Üçüncü yıl keresteyi aldı, dördüncü yıl çinkoyu… Beşinci yıl duvarının örülmesine başlanıldı, altıncı yıl üstü örtüldü. Tam onuncu yıl, pembe badana vuruldu. Resul Efendi yeni evine taşındı… Mesuttular. Aylarca karı koca evlerinden başka hiçbir şey konuşmadılar. Bir pencere üzerinde günlerce konuşuyorlardı. Bir saksının nereye konacağı büyük mesele oluyordu… İşte böyle devam edip giderken hayat, olanlar oldu. Resul Efendi kaymakam vekili oldu. İlk günlerde sevinçlerinden başları göğe değdi. Vakta ki çeltik zıkkımı çıktı. O gün bugündür, güzelim evin içinde bir yas havası… İşler sıkıştı, işler sarpa sardı. Şimdiye kadar, Resul Efendiyi ciddiye almayan çeltikçi Ağalar, ondan ciddi ciddi, başlarına çökmüş, kurtulunmaz bir belaymış gibi söz açmaya başladılar. Telgraflar bir semere vermeyince açıktan açığa tehdit etmeğe başladılar. Bir öğle üstü Resul Efendi daireden dönerken önüne Murtaza Ağa çıktı.

Bir hışım gibi, gözleri dönmüş karşısına dikildi: «İrasul Efendi, İrasul Efendi, benim toprağa döktüğüm servetim senin gibi yüz itin kanına değer. Bu bok imzanı at gayrı kağıtların altına… Olmaz mı? Senin yüzünden ben servetimi batıramam. Şunu iyi bil ki, İrasul Efendi, bir kurşunun bedeli elli kuruştur.» Elli kuruştur’u duyunca Resul Efendi olduğu yerde birkaç kere döndü. Gülümsemek istedi, gülümsiyemedi. Sendeledi. Bu sırada Murtaza Ağa onu kolundan tuttu: «Elli kuruştur!» Baş dönmesi azıcık geçen Resul Efendi: «Sahiden mi söylüyorsun Ağa hazretleri? Sahiden mi? Ama ben sana ne yaptım?» Ağa kızdı: «Daha ne yapacaksın yezid? Evimi başıma yıktın.» Az kendine gelen Resul Efendi, her zamanki halini gülümsemesini takındı, hürmetle şapkasını çıkardı, Ağayı selâmladı. «Baş üstüne Ağa hazretleri… Sayenizde her şey… Ağa hazretleri…» Murtaza Ağayı iyi bilirdi. Bir sürü adam öldürtmüş, nasıl yatmış bu kadar cinayetin üstüne, bilirdi. Candarma zabiti Şükrü Beyi tuzağa nasıl düşürtüp öldürtmüştü, bilirdi. Başında, bir kurşun hızıyla «Elli kuruş…» lafı dönüyordu. Eve ölü gibi girdi. Ondan sonradır ki geceleri kapıya kilit üstüne kilit vurdu. Pencerelere kum torbası doldurdu.

Bacaya bile kum torbası koydurdu. Bacadan bomba atarlar diye korkuyordu. Gözlerine uyku girmiyordu sabahlara dek… Ha şimdi geldiler, ha gelecekler diye. Bir deri bir kemik kaldı. Kaldı ama, bir iyi haber de yüreğini hoplattı. Zarfı açtığı zaman gözünün önünde bir güneş çağıltısı içinde harfler uçuştu. Bir okudu, bir daha okudu. Bir daha, bir daha okudu… Evirdi, çevirdi okudu. Sonra nüfus memuruna gitti. Ona da okuttu… Kağıdı güzelce dürdü büktü cebine koydu, mesai saati dolmadan, hızla koşarcasına eve gitti. Otuz yılda ilk defa böyle oluyordu belki. Mesai saatinde Resul Efendi dışarda ha! Vay anasını! Olacak iş değil. Kasabalılar bu saatte Resul Efendinin böyle koşarcasına yürüdüğünü görseydiler, yahut dikkat etseydiler mutlak küçük dillerini yutarlardı. Bunca yıl aynı ölçülü adımlarla, aynı kaldırımdan gidip gelmiş, aynı şekilde selam vermişti. Belki de otuz yılda, her gün aşağı yukarı aynı izlere basmıştı.

Bu sefer, belki de otuz yılda ilk defa, elini tokmağa değdirmeden kapı açılmadı. Tokmağı üç defa vurdu. ferden huzursuz bir ses: «Kim o?» diye sordu. Resul Efendi: «Benim,» dedi ürpererek. Hanım, ayakları ayaklarına dolaşarak koşa koşa geldi: «Aman Allahım, aman Allahım…” Kapıyı açıp da kocasını görünce şaşırdı. Resul Efendi gene o eski çocuksu gülümsemesiyle pırıl, pırıl duruyordu. Aman Allahım, aman Allahım… Hanım gene kapının yan tarafına durdu. Resul efendi gene eskisi gibi gülümseyerek önünden geçti. Taşlığa gelince ayakkabılarını çıkardı, leğene uzattı. Karısı geldi, ova ova yıkamağa başladı. Günlerdir zevcinin ayaklarını ovamıyordu. Sonra: «Hanım,» dedi, «bak ne oldu.” Hanım meraktaydı. Cebinden kağıdı çıkardı ağır ağır, yumuşak yumuşak gülümseyerek açtı. Okudu.

Hanım: «Çok şükür Allahıma… Bu gününü de görecek miydim Allahım? Çok şükür.» Sonra Resul Efendi bir türkü gibi tutturdu, boyuna kaymakamın adını tekrar ediyordu: «Fikret Irmaklı, Fikret Irmaklı… Yeni çıkmış daha mektepten. İlk memuriyeti bu. Fikret Irmaklı… Fikret Bey… Daha genç… Fikret Irmaklı… Fikret Bey…” II Ev işiyle bizzat Murtaza Ağa uğraşıyordu. Kasabanın en güzel evi çeltikçi Uzun Rahmetindir. Uzun Rahmet evi geçen yıl yaptırdı. Yapılırken ev dillere destan oldu. Bittiği zaman sırf bu evi görmek için köylerden insanlar geldi. Bu evden başkası yakışmazdı genç kaymakama. Bu bir hayat memat meselesidir. Evin döşeme işini Kemal Taşan üzerine aldı. Kemal Taşan Ziraat Okulu mezunu, birkaç yıl memuriyet yapmış sonra istifa etmiş. İki yıldır da çeltikten çok kazanan, kasabada en şık giyinen, konuşmasını bilen, sözlerinin arasına ağır lügatlar karıştıran bir gençtir. Bu işi bilir. Kaymakam bekarmış.

Nasıl olsa evlenecek. Karyola iki kişilik, yatak som kuş tüyü… Halılar İsparta olmaz, Eğin olacak… Yani evi öyle döşediler dayadılar ki, sorma! Duvarlarda tablolar bile eksik değildi. Duvarda on, on beş tablo vardı. Görenin ağzının suyu akar. Hele bir tane vardı bir sazlık… Sazlığın kamışlarının üstünden gün batıyordu. Suları kırmızıya boyanmıştı. Kamışlar rüzgarda sallanır gibi… Tut kopar, öyle canlı… Bölük bölük turnalar dönüyordu göğünde. «Ev bitti mi? Her şey tamam mı?» «Tamam Ağam» Murtaza Ağa, Mustafa Patır Patır, beş altı tane çeltikçi ağası daha evi gezmeğe gittiler. Ev gerçekten güzeldi, güzel döşenmişti. Murtaza Ağa kalın dudaklarını yalayarak: «Kaymakamıma da yakışmış oğluma da lâyık,» dedi. Gelen genç olsun, bir kasabaya o kadar kötü ihtimalleri göze alarak gelsin, sonra da böyle güzel, Cennet parçası gibi bir eve girsin… Onun işi tamamdır. Murtaza Ağa bunun başka türlü olamıyacağını katiyetle bilir. Tecrübeyle sabittir. Böylesi genç, kim olursa olsun, al kullan, maşa yap. Dünyanın en güzel maşaları böylesi genç idare adamlarından yapılır.

Kaymakam Fikret Irmaklının kasabaya tayini haberi on gün önce kasabaya gelmesine rağmen, hakkındaki her şey biliniyordu. Nerde doğduğu, babasının anasının kimler olduğu, mali durumu, okulda nasıl bir talebe olduğu, kızlara, kadınlara düşkün olup olmadığı, içerse ne kadar içtiği, nelere düşkünlüğü her şeyi ama her şeyi biliniyordu. Bir fotoğrafı bile ele geçirilmişti. Elden ele dolaşıyordu. Kasabada on dört otomobil vardı. Yakın kasabalardan daha getirtildi. İki de otobüs vardı. Otomobiller, otobüsler, bayraklar, çiçeklerle süslendi. İki davul zurna getirtildi. Aleste… Kaymakam, Ceyhan istasyonunda bir heyet tarafından karşılanacak, alıp getirilecek. Günü, saati, dakkayı öğrendiler. Bir âlâyı vâlâ ile cuma günü saat beşte yola çıkıldı. Otomobillere en güzel elbiselerini giyinmiş çeltikçi ağaları, memurlar binmişlerdi. Otobüslere kasabanın delikanlıları çığırtkanları, «yaşa, varol,» diye durmadan bağıracakları bindirilmişti. Otobüslerin en üstüne binmiş davulcular boyuna durmadan çalıyorlardı.

Kasabadan bir hay-ü-huy içinde çıkıldı. Otomobiller Ceyhan istasyonunun önüne sırasıyla, güzelce dizildi. En öndeki çiçekler içinde kalmış otomobil. son model bir Kayzerdi. Derken, Kaymakamı getiren Ekspres istasyona girdi. Kemal Taşan tetikteydi. Hemen trene atladı. Arkasında iki kişi vardı. Kaymakamın fotoğrafı elindeydi. İkinci mevkide-saçları düz, uzun saçları daima alnına, gözlerine düşen bir genç gördü. Uzun yüzlü, solgun tenli, kara kaşlıydı. Gözleri kahverengi, elaydı. Dudakları incecik, bir çizgiydi. Delikanlı güçlükle yukardan, sepetler, heybeler arasına sıkışmış bavullarını indirmeğe çalışıyordu. Pantalonu kırışık içindeydi.

Yüzü, beyaz gömleği tren dumanından tüm kire kesmişti. Kemal Taşan, bir elindeki fotoğrafa, bir de delikanlıya baktı. Anladı. Başkası olamaz. Yaklaştı: «Müsaade buyurun beyefendi. Müsaade buyurun da adamlar alsınlar.» Delikanlı şaşaladı, çabuk çabuk: «Ben indiririm efendim. Ben, ben indiririm.» «Estağfurullah, estağfurullah, efendim. Adamlar alsınlar.» Elini uzattı: «Ben kasabadan Kemal Taşan, efendim. Sizin için geldik, efendim.» Delikanlıda şaşkınlık: «Sizin için efendim… Adamlar bavulları yüklendiler. «Müşerref olduk efendim. Bendeniz Fikret Irmaklı.

Teşekkür ederim. Ne zahmet! Teşekkür… Çok çok teşekkür ederim.» «Kemal Taşan. Eşraftan, Ziraatçi.» «Müşerref olduk efendim. Ne zahmet.»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir