Clive Cussler – Krallik

Seçilmiş yüz kırk Muhafız’dan sonuncusu ben olabilir miyim? Bu karanlık düşünce Dhakal’ın aklını kemirip duruyordu. Sekiz hafta önce doğudan gelen işgalcilerin ana kuvvetleri müthiş bir hız ve gaddarlıkla bütün ülkesini ele geçirmişti. Tepelerden vadilere doğru akan süvarileri ve piyadeleri köyleri yakıp yıkmış, önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçirmişti. Bu ordunun yanında gelen seçkin askerler grubunun tek bir misyonu vardı: kutsal Theurang’ı ele geçirip krallarına götürmek. Görevleri bu kutsal emaneti korumak olan Muhafızlar bunu öngördükleri için özel mahfazasından alıp başka bir yere götürmüşlerdi. Dhakal atını yavaşlattı ve tırıs hızıyla ağaçların arasındaki patikadan çıkıp küçük bir gölgeliğin altına girdi. Atından inip, hayvanın su içmek için yakındaki ırmağa gitmesine izin verdi. Atın arkasına geçerek küp şeklindeki sandığı sağrısına bağlayan deri kayışları kontrol etti. Her zaman olduğu gibi yükü sıkıca bağlıydı. Bu harika sandık yüksek bir yerden kayaların üstüne düşse veya sürekli darbeler alsa bile en küçük bir çatlama olmayacak kadar sağlam yapılmıştı. Gizli ve dâhice tasarlanmış birçok kilidi vardı ve onu açmak neredeyse imkânsızdı. Theurang’ı koruyan on kişiden hiçbiri bu benzersiz sandığı açabilecek bilgiye sahip değildi ve yine hiçbiri içindeki şeyin gerçek mi, sahte mi olduğunu bilmiyordu. Bu şeref ya da lanet demek daha doğru olur, sadece Dhakal’a aitti. Sadece o, bu sandıktaki nesnenin kutsal Theurang olduğunu biliyordu. Şansı da yaver giderse yakında onu saklayacak güvenli bir yer bulacaktı.


Neredeyse dokuz haftadan beri yoldaydı; diğer Muhafızlarla birlikte işgalcilerden sadece birkaç saat önde olmayı başarmışlardı. Yakılan evlerinden çıkan dumanları geride bırakmış, iki gün boyunca at sırtında dörtnala güneye doğru kaçmışlardı. Üçüncü gün ayrıldılar; her Muhafız daha önceden kararlaştırılmış olan yöne doğru gitti. Çoğu, işgalcilerin geliş istikametinden uzaklaşırken birkaç tanesi o yöne doğru ilerledi. Bu cesur adamlar ya çoktan ölmüş ya da taşıdıkları sahte yükü bulup gerçek sandığın yerini öğrenmek isteyen düşmanın elinde işkence görmekteydi. Ne var ki, daha önce planlandığı gibi hiçbiri bu sorunun cevabını bilmiyordu. Dhakal aldığı emirlere uyarak son altmış bir gündür doğu yönünde yol almaktaydı. Şu anda bulunduğu bölge kendisinin doğup büyüdüğü kurak, dağlık araziden çok farklıydı. Burada da dağlar vardı, ama üstleri sık ağaçlı bir ormanla kaplıydı ve aralarında küçük göllerin olduğu vadiler vardı. Ormanlar gizlenmeyi kolaylaştırıyor, ama bir yandan da yavaşlamasına neden oluyordu. Bu arazi iki ucu keskin bir kılıç gibiydi: pusu kurmakta usta olan düşmanları ona kaçma fırsatı tanımadan tepesine binebilirlerdi. O ana kadar birkaç kez yakalanacak gibi olmuşsa da, aldığı eğitim sayesinde her defasında kurtulmayı başarmıştı. Beş kere, takipçileri ondan sadece birkaç metre ötedeyken gizlenip onları izlemiş, iki kere de düşman süvarileriyle ölümüne kapışmıştı. Yorgunluğuna ve sayıca ondan üstün olmalarına rağmen o adamları öldürüp, silahlarıyla birlikte gömmüş, atlarını da oradan uzaklaştırmıştı. Son üç gündür takipçilerinden hiçbir iz yoktu, seslerini de duymamıştı.

Yörenin insanlarını seyrek olarak görüyordu, görenlerin de ona aldırdığı yoktu. Yüzü ve görünüşüyle onlardan farklı değildi. İçgüdüsü ona düşmanlarıyla arasında yeterince mesafe olmadığını ve yola devam etmesini söylerken… Irmağın karşı tarafından, belki elli metre kadar uzağından bir ağaç dalının kırıldığını işitti. Başkası olsa üstünde durmazdı, ama Dhakal sık çalılıklar arasından geçen bir atın çıkardığı sesi tanıyordu. Kendi atı da su içmeyi bırakmış, başını kaldırıp kulaklarım dikmişti. Patikadan başka bir ses daha geldi; bir atın çakıl kaplı yolda çıkardığı nal sesi. Dhakal sırtındaki yayını aldı, kılıfından bir ok çıkardıktan sonra otların arasına çömeldi. Herhangi bir kıpırtı var mı, diye atın bacaklarının arasından baktı. Görünürde bir şey yoktu. Ağaçların arasından patikayı az çok görebiliyordu. Sessizce beklemeye devam etti. Derken, bir nal sesi daha duydu. Dhakal oku yerleştirip yayını hafifçe gerdi. Birkaç dakika sonra patikada bir at belirdi, yavaşça ilerliyordu. Dhakal sadece binicisinin bacaklarını ve dizginleri gevşekçe tutan siyah eldivenli ellerini görebiliyordu.

El hareket edip dizgini hafifçe çekti. Altındaki at kişneyip ayağını yere vurdu. Dhakal bu hareketin kasıtlı olduğunu anladı; dikkat dağıtmak için. Saldırganlar orman tarafından geleceklerdi. Dhakal yayını gerdi, nişan aldı ve oku bıraktı. Ok binicinin basenlerine saplanmıştı. Adam haykırarak bacağını tuttu ve atın üstünden düştü. Dhakal’ın hisleri yanıltmamıştı, doğru yere isabet ettiğini anladı. Ok adamın bacağındaki atardamarı delmişti; artık dövüşemeyeceği gibi, birkaç dakika içinde ölecekti. Hâlâ çömelmiş durumdaki Dhakal kılıfından üç ok daha çıkardı; ikisini yere bırakıp üçüncüsünü yayına yerleştirdi. On metre ötesinde kılıçları ellerinde üç saldırgan sürünerek ona doğru gelmekteydi. Dhakal nişan alıp birine oku fırlattı ve adamı öldürdü. Art arda yaptığı iki atışla adamlardan birini göğsünden, diğerini de boğazından vurdu. Dördüncü saldırgan bir savaş narası atarak ağaçların arasından fırladı. Irmağın kenarına varamadan Dhakal’ın okuyla yere devrildi.

Orman yine sessizliğe büründü. Dört kişi mi, diye düşündü Dhakal. Oysa daha önce bir düzineden az adam göndermemişlerdi. Sanki aklından geçen bu soruyu cevaplar gibi, arkasındaki patikada atların ayak seslerini duydu. Dhakal o yana döndüğünde patikadan dörtnala gelen bir grup asker gördü. Üç atlı, dört… yedi… On atlı olmuş, sayıları gittikçe artıyordu. Zor durumdaydı. Dhakal yayına bir ok yerleştirip eğeri üstünde döndü ve ağaçların arasındaki açıklıktan dörtnala gelmekte olan askeri tam zamanında gördü. Atışını yaptı. Ok, adamın sağ gözüne saplandı. Adam geriye doğru savrulup arkasından gelen atlının üstüne devrilirken onu da gerilemek zorunda bıraktı. Atlar birbirlerine çarpmaya başladı. Saldırı durmuştu. Dhakal atının sağrısını topukladı. Hayvan suyun içine daldı ve nehir boyunca ilerlemeye başladılar.

Dhakal bu pusunun tesadüf olmadığı sonucuna vardı. Takipçileri bir süredir onu gizlice izliyorlardı ve etrafını çevirmeyi başarmışlardı. Sığ suda atının çıkardığı şıpırtıya rağmen onların sesini duyabiliyordu. Sağ tarafındaki ormanın içinden ve solundaki çakıl kaplı patikadan nal sesleri geliyordu. İleride nehir sağa doğru kıvrılıyordu. Burada ağaçlar ve çalılar daha yoğundu ve gün ışığım tamamen örtüp onu alacakaranlıkta bırakmaktaydı. Dhakal bir bağırma sesi duyunca omzunun üzerinden geriye doğru baktı. Dört atlı peşinden geliyordu. Sağına bakınca da ağaçların arasından onunla paralel yönde giden atlıları gördü. Onu bir yere doğru sürüyorlardı, ama nereye? Çok geçmeden bu sorunun cevabı belli oldu. Ağaçlar aniden ayrılmış ve ortaya bir mera çıkmıştı. Nehrin genişliği birden dört katına çıktı; suyun renginden derinliğinin arttığı anlaşılıyordu. Dhakal ani bir kararla atını sola, nehrin kumsal yanına çevirdi. Tam karşısındaki ağaçların arasından çizgi halinde pozisyon almış beş atlı belirdi. İki tanesi iyice eğilmiş, kargıları yatay haldeyken diğer üçü at sırtında dimdik durmuş, yaylarını germişlerdi.

Dhakal atın boynu üstüne eğilip dizginleri sağa çevirdi ve tekrar suya girdi. Irmağın karşı yakasında ağaçların arasından başka bir atlı grubu çıktı; bunlar da kargılar ve oklarla hazır bekliyorlardı. Bu kadarı yetmezmiş gibi, ırmağın içinden ona doğru koşturan başka bir süvari grubu daha vardı. Birden, sanki bir sinyal almışlar gibi, üç grup da yavaşladı. Kargılar hazır, oklar yaylarda onu seyrediyorlardı. Neden peşimden gelmiyorlar, diye merak etti Dhakal. Sonra kulağına suyun sağır edici sesi geldi. Şelale. Yakalandım. Kapana kısıldım. Dizginleri geri çekip atını nehirdeki bir kıvrıma gelene kadar yürüttü. Sonra durdu. Burada nehir daha derindi ve hızlı akıyordu. Elli metre ilerisinde baca dumanı gibi yüzeye çıkan buğuyu, çağlayanın ağzındaki kayaların üstünde fokurdayan suyu görebiliyordu. Eğerin üstünde döndü.

Bir atlı dışında takipçileri kımıldamamışlardı. Adamın zırhına bakınca Dhakal onun grup lideri olduğunu anladı. Atlı ona yedi metre yaklaştıktan sonra silahsız olduğunu belirtmek için ellerini yukarı kaldırdı. Bağırarak bir şeyler söyledi. Dhakal o dili anlamıyordu, ama ses tonundan ne demek istediği belliydi. Adam herhalde, bitti artık, diyordu, iyi savaştın, görevini yaptın. Teslim ol, sana adil davranılacak. Yalandı, tabii. İşkence edildikten sonra öldürülecekti. Theurang düşmanlarının eline geçmeden önce ölene kadar savaşacaktı. Dhakal atını takipçilerine doğru çevirdi. Abartılı bir yavaşlıkla sırtından yayını çıkarıp ırmağa attı. Ok kılıfı da aynı akıbete uğradı; ardından önce uzun, sonra kısa kılıcını suya attı. Son olarak da hançerini… Düşman lideri saygılı bir ifadeyle başını salladı, sonra adamlarına dönüp bir şeyler söyledi. Atlılar yavaşça kargılarını havaya kaldırdılar ve oklarını kılıflarına soktular.

Lider tekrar Dhakal’a döndü ve elini kaldırıp yanına gelmesini işaret etti. Dhakal ona gülümseyip başını iki yana salladı. Dizginlerini sertçe sağa çekip atını ters çevirdi ve sağrısını topukladı. At şahlandıktan sonra hızla şelaleye doğru koştu. Çi-Çang Vilayeti Sınır Bölgesi, Çing İmparatorluğu, Çin 1677 Giuseppe ufuk çizgisi üstündeki toz bulutunu ağabeyinden önce fark etti. Dar bir vadinin duvarları arasına hapsolmuş, toz ve kumdan oluşan bir kilometre genişliğindeki türbülanslı kahverengi duvar onlara doğru gelmekteydi. Gözleri bu manzaraya kilitlenmiş olan Giuseppe ağabeyinin omzuna dokundu. İtalyan, Lombardy, Brescia’lı Francesco Lana de Terzi dizleri üstünde incelemekte olduğu planlardan başını kaldırıp kardeşinin işaret ettiği yöne baktı. “Bu bir fırtına mı?” diye sordu Giuseppe gergin bir sesle. “Bir çeşit,” dedi Francesco. “Ama senin düşündüğün cinsten değil.” O toz bulutunun ardındaki şey son altı aydan beri artık görmeye alıştıkları bir kum fırtınası değil, yüzlerce atın yeri döven ayaklarıydı. Ve o atların üstündeki yüzlerce seçkin, ölüm saçan asker. Francesco, kardeşini rahatlatmak amacıyla omzuna vurdu. “Endişe etme kardeşim; onları bekliyordum zaten – ama doğrusu bu kadar erken geleceklerini tahmin etmemiştim.

” “Gelen o mu?” diye sordu Giuseppe çatlak sesiyle. “O mu geliyor? Bana bunu söylememiştin.” “Seni korkutmak istemedim. Merak etme. Hâlâ zamanımız var.” Francesco elini güneşe karşı siper ederek yaklaşan toz bulutunu inceledi. Burada mesafelerin aldatıcı olabileceğini öğrenmişti. Çing İmparatorluğu’nun büyüklüğü ufuk çizgisini çok aşıyordu. Bu ülkede geçirdikleri iki yıl boyunca Francesco ve kardeşi birbirinden farklı yer şekilleri görmüşlerdi -sık ormanlardan çöllere kadar- fakat şu anda bulundukları ve bir düzine farklı yazılışı, okunuşu olan bu yer en ıssızıydı. Çoğunlukla kimi alçak kimi sivri uçlu tepelerden oluşan arazi muazzam bir tuval üstüne sadece iki renkle boyanmış gibiydi: Kahverengi ve gri. Vadilerin arasından akan ırmakların rengi bile donuk bir griydi. Tanrı güçlü elinin tersiyle bu yeri lanetlemişe benziyordu. Bulutların aralandığı günlerde insanı şaşırtacak kadar mavi olan gök sadece arazinin kül rengini vurgulamaya yarıyordu. Tabii, bir de rüzgâr var, diye düşündü Francesco ürpererek. Kayaların arasından ıslıklar çıkararak ve toz bulutları kaldırarak ardı arkası kesilmeden esen rüzgâr öylesine canlı bir varlık gibiydi ki, bölge halkı bunu ruhlarını çalmaya gelen hayaletler gibi görmeye başlamıştı.

Altı ay öncesine kadar hem aldığı eğitimle hem doğuştan gelen bir yetenekle bir bilim insanı olan Francesco bu batıl inanışa gülüp geçmişti, ama artık o kadar emin değildi. O da geceleri çok tuhaf sesler duymaktaydı. Birkaç gün daha dayanırız, sonra ihtiyacımız olan kaynaklar elimize geçer, diye avutmaya çalıştı kendini. Ne var ki, iş sadece zaman sorunu değildi. Şeytanla pazarlığa oturmuştu. Umarım kıyamet gününde Tanrı bu işi insanlığın yararına yaptığımı hatırlar, diye düşündü. Yaklaşan toz bulutunu birkaç saniye daha inceledikten sonra elini indirip Giuseppe’ye döndü. “Hâlâ otuz kilometre uzaktalar,” diye tahmin yürüttü. “En az bir saatimiz daha var. Gel hadi, bitirelim.” Francesco dönüp adamlardan birine seslendi. Tıknaz, yapılı, siyah bir gömlek ve pantolon giyen bu adamın adı Hao’ydu; Francesco’nun tercümanı ve yardımcısıydı. Koşarak yanına geldi. “Evet, efendim,” dedi aksanlı, fakat anlaşılır İtalyancasıyla. Francesco iç geçirdi.

Uzun zamandan beri Hao’ya ona adıyla hitap etmesini söylemekten sıkılmıştı: hiç değilse bu resmiyeti bıraksaydı. “Adamlara ellerini çabuk tutmalarını söyle. Konuklarımız birazdan burada olurlar.” Hao az önce Giuseppe’nin işaret etmiş olduğu yöne doğru baktı ve gözleri büyüdü. Başım sallayıp, “Tamamdır efendim!” dedi. Tepede oyalanmakta olan işçilere dönüp emirler yağdırarak yanlarına koştu. Elli metrekarelik bir büyüklüğü olan bu açık alan aslında bir gompanın iç avlusunun çatışıydı. Alanın her yerinde yanlardan tepeden vadiye kadar inen kuleli duvarlar vardı ve görünüşüyle bir kertenkelenin dikenlerini andırıyordu. Francesco’ya gompanın “bir eğitim merkezi” demek olduğu söylenmişti. Bu eğitim merkezindeyse sadece tek bir meslek öğretilmekteydi; askerlik. Francesco böyle olduğu için şükrediyordu. Aşağıdaki düzlükte süregelen baskınlar ve çatışmalardan da anlaşıldığı gibi o ve adamları bu âlemin sınırında yaşamaktaydılar. Velinimetlerinin Büyük Ejder adını verdiği makine üstündeki çalışmayı tamamlamak için buraya gönderilmeleri tesadüf değildi. Hao’nun adamları kayalık zemine son kazıkları da çakarken açık alanda artık çekiç sesleri yankılanıyordu. Ortalığı kahverengi bir toz bulutu kaplamıştı.

On dakika sonra çekiç sesleri kesildi. Hao, Francesco ve Giuseppe’nin bulunduğu yere geldi. “İşimiz bitti efendim.” Francesco birkaç adım gerileyip yapıya hayranlıkla baktı. Kâğıt üstünde tasarlamak bir şeydi, hayata geçirilmiş halini görmek başka bir şeydi. Alanın dörtte üçünü kaplayan, otuz metre yüksekliğinde, kan kırmızısına boyanmış payandalarıyla kar beyazı ipekten yapılmış bu çadır, bulutlardan inşa edilen bir şatoya benziyordu. “Çok iyi çalıştınız, ne dersin, Giuseppe?” dedi Francesco. “Harika oldu,” dedi kardeşi. Francesco başını sallayıp, “Şimdi dua edelim de, bunun içindeki daha da güzel olsun,” dedi. On dakika sonra Francesco aşağıdaki çakıl kaplı patikayı çiğneyen çizmelerin sesini duydu. Kalkan toz açık alanı çevreleyen kayalık sınırı aşıyordu. Derken bir sessizlik oldu. Her ne kadar hazırlıklıysa da, bunu izleyen olay yine de Francesco’yu irkiltti. Görünmeyen bir ağızdan havlar gibi çıkan bir emir üzerine iki düzine muhafız koşar adımlarla açık alana girdi. Asık suratları, gözleri ufuk çizgisinde sabitlenmiş, yatay durumda tuttukları kargılarıyla dehşet içinde bakan işçileri çadırın arkasına, görünmeyecekleri bir alana sürdüler.

Bu iş bittikten sonra belirli aralıklarla dizilerek açık alanın etrafını çevirdiler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir