Douglas Niles – Haberci – Buzduvar Üçlemesi 1

Karanlık bir duvar azametle dikilmiş, ufuk boyunca yıldızları kapatmıştı ve yaklaştıkça daha da yükseliyordu. Korkunç bir şekilde kabaran bu şey tüm güney ufku boyunca uzanıyordu. Kuzeyden gelen hafif esintiyi şimdi anladı. Aynı olayla birkaç başka okyanus fırtınası sırasında da karşılaşmıştı. Fırtına kopmadan önce bir alçak basmç bölgesi oluşturuyor böylece havayı, suları ve tekneleri içine doğru çekiyordu. Bu gelen daha önce geçirdiği fırtınalardan hiçbirine benzemiyordu. “Bu ilginç gibi görünüyor,” deyiverdi kender, yaklaşmakta olan Gazapayazı duvarını fark edince. “Ne kadar uzakta?” “Bir zıpkını herhangi bir erkek kadar uzağa atabilir ve hedefi de iki kat fazla tutturabilirim!” Moreen sesinin yükseldiğini biliyordu ama artık umurunda değildi. Babası nasıl bu kadar inatçı olabiliyordu? Chislev tarafından lanetlenmiş olabilir miydi? “Bunun doğru olduğunu biliyorsun! Madem öyle niye bende diğer avcılar gibi bir kano çıkaramıyorum?” “Sen benim kızımsın ve köyde annenle birlikte kalacaksın!” diye hırıldadı Alyumruk Koydizdarı, yağız yüzü yoğun bir kızgınlığın galeyanıyla kararmış bir halde. Genç kadın konuşmak için ağzını açacak oldu ama şef, kızın itirazlarını duraksamadan ezdi geçti. “Sana zaten gereğinden fazla özgürlük tamdım! Senin zıpkın atmayı, ayı izi sürmeyi ve tundrada ateş yakmayı öğrenmene izin verdiğim için benim hakkımda kötü konuşanlar olduğunun farkında mısın? Diyorlar ki kendi çocuğumu zaptedemiyormuşum-Arktos işlerini yönetmem nasıl beklenebilirmiş?” Moreen kendi kızgınlığının kontrolden çıkrığım hissediyor, dilini tutması gerektiğini biliyordu ama kelimeler küçük kulübenin ayıbalığı derisi duvarlarının da ötesine yayılan bir sesle ağzından dökülüverdi. “Belki de insanlar kendi işleriyle daha çok meşgul olmalılar,” diye patladı. “Artık susacaksın!” diye kükredi şef, ayağa kalkmıştı ve öyle büyük bir öfkeyle titriyordu ki, kızı bir an için onun sıkılmış yumruğundan ürktü. Kız da ona öfkeyle bakıp, meydan okuyarak ayağa kalktı, vurması için kafa tutmak dışında her şeyi de- niyordu. Alyumruk döndü ve deri kapıyı iterek, ayaklarım yere vura vura puslu gündoğumuna çıktı.


Moreen babasının peşinden koşarak kapıyı kapanmadan önce yakaladı, sonra kendi de kızgınlıkla titreyerek ama kavgayı daha da ileri götürmeye isteksiz olarak durdu. Mavi beyaz gökyüzünü, koyun durgun sularını ve daha yakınında, tartışmayı duymamış gibi ortalıkta dolaşan köylüleri gördü. Sabahm erken saatleriydi ama gece yarısı güneşi mevsiminin sabahıydı. Gökyüzü hayal meyal bir gece yarısı sürecinden sonra artık tam anlamıyla aydınlanmıştı. “Onu küçük düşürmek istemediğini biliyorum, ama yaptığın şey bu.” Annesi soğuk ocağın arkasındaki gölgelerden ona sesleniyordu. İnga Koydizdan bağdaş kurmuş, kara gözlerinde yumuşak ve hüzünlü bir ifadeyle Moreen’e bakıyordu. Genç kadın, “Nasıl bu kadar insafsız olabiliyor?” diye sorgularken bile, içinden küçük bir ses asıl mantıksız olamn kendisi olduğunu ileri sürmeye başlamıştı. “Eğer kendi başına ava giderken seni de götürmesini istemiş olsaydın, ona eşlik etmeni memnuniyetle kabul edeceğini biliyorsun. Bunu kaç kez yaptı? Hatırlasana, daha dört yıl önce bile değildi, seni baharda ava götürdü ve ikiniz Uzun Servi Koyu’na kadar kürek çektiniz. Ama bugün. Uzun Yaz’m büyük avı var. Kabilenin bütün erkekleri gidiyorlar ve hoşuna gitse de gitmese de varlığın dikkatlerini büyük ölçüde dağıtacakta.” “Madem öyle, sonunda onun isteklerine boyun eğeceğim herkesçe biliniyorken, nasıl oluyor da bu onun için bu kadar küçük düşürücü olabiliyor?” 8 HABERCİ “Çünkü ona bağırıyorsun, tartışmalarda köşeye sıkıştırıyorsun. Çünkü köydeki herkesin senin nasıl hissettiğini bilmesini sağlıyorsun.

” Kapı görevini gören deriyi bırakıp, kulübenin karanlığını yalnızca balina yağı lambanın az da olsa kırdığı bir loşluğa hapsettikten sonra Moreen, gözlerinin önünden bir tutam siyah saçı itti ve kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. Annesi ayağa kalktı ve kızının yüzüne bakabilmek için küçük odanın içinde ilerledi. “Babanın gücüne sahipsin, Moreen Koydizdarı ve annenin—benim—yüreğine sahip olduğuna da inanmak istiyorum. Ancak sen kendinden başkası değilsin. On sekizinci yazma girerken Arktos arasında olağandışı bir saygı görüyorsun. Senin şu anda bu kadar öfkelenmene neden olan yaşlı avcılar arasında bile.” “‘Saygı’ ile ne demek istiyorsun? Benim uçarı bir baş belası olduğumu düşünüyorlar.” “Bazen gerçekten de uçarı bir baş belasısm,” diye sertçe karşılık verdi İnga. “Kalan zamanlarında da insanları hayran bırakmadan edemeyecek beceriler sergiliyorsun. Erkekler senin erkeksi beceriler kazanmandan şikayetçi olabilirler ama zıpkınla olan yeteneğin kesinlikle dikkatlerini çekiyor. Haklısın, hepsinden daha iyi zıpkın atabiliyorsun. Senin zekana ve sözlerinin gücüne saygı duyuyorlar. Büyük-büyükbabana yakışan bir torunsun.” Genç kadının kızgınlığı yumuşadı. Kulübenin iç duvarlarından birine boylu boyunca asılmış, yerde durmak için fazla değerli olan gür, siyah kürklü hayvan postuna baktı.

“Duvarkıran Koydizdarı’na layık olmak istiyorum. Gerçekten istiyorum,” dedi Moreen. “Biliyorum çocuğum,” diye yamtladı İnga. “Kara Ayı mirası, baban için olduğu gibi, senin için de tüm yaşamın boyunca taşıyacağın bir yük ve onur olacak. Duvarkıran Koydizdarı kehanetlerde öngörüldüğü gibi efsanevi ayırım peşinden gitti ve onu mızrağının tek bir atışıyla öldürdü, tıpkı Dağılma’dan bu yana anlatıldığı gibi. Gelecek için bu umut, bir gün halkımı9 DOUGUS NİLES zm yüceleceği ve Buzboyu’nun efendileri olacağı umudu seninle vücut buluyor. Bu senin mirasm ve geleceğin.” “Geleceğim mi?” diye tiksinerek yanıtladı Moreen. “Geleceğim bir yaşam boyu yemek pişirme ve erkeklerin eve getirdiği avın yüzülmesinden oluşacak gibi görünüyor.” Annesinin yüzünde onu şefkatle azarlayan bir ifade vardı ancak genç kadın bunu anlayacak havada değildi. Onun yerine kapıyı itti ve köy meydanından sert adımlarla geçti. Orada hazırlıklarıyla uğraşan Arktos avcıları kızla göz göze gelmeyecek kadar sağduyuluydular. ***** Arktos avcıları kanolarının donanımını tamamlayıp, aletlerini toparladıkları sıralarda Moreen ve en yakın arkadaşı Bruni, kıyının hemen arkasında yükselen kayalık tepeye çıkmışlardı. Koyun ağzının ötesinde Beyaz Ayı Denizi, yansıyan güneş ışığıyla aydınlık, göz kamaştırıcı gümüş bir şerit gibiydi. Tepelerindeki gökyüzü ufka yaklaştıkça beyaz bir parlaklık kazanan soluk mavi bir renkteydi.

Yaz güneşi, pusun içerisinde yanan bir ateş gibi kuzeydoğuda varlığını gösteren bir parıltıydı. Duvarkıran Koydizdan’nın bu noktayı kutsamış olan siyah ayıyı öldürmesinden bu yana, Koydizdarı köyünün kulübeleri, üç nesildir kabilenin yurdu olmuş korunaklı koy ile iki tepe arasında kalan düz alanda dip dibe konuşlanmışlardı. Her kış Gazapayazı’nın acımasız gelişini burada karşılıyor ve her bahar zenginleşmek için olmasa da yaşamak için tekrar ortaya çıkıyorlardı. Düz zeminli meydanın ve köyün ortasmdaki törensel ateş yerinin çevresindeki otuz yapı derli toplu ve rahat görünüyordu. Bu alanın karşısında birbirine bağlı sopalardan yapılmış Arktos’un avcı tanrıçası Yaban Chislev’in yarı balık, yarı kuş bir şekli vardı. Küçük kanolar kıyı boyunca dizilmişlerdi. İki kadın, bir süre, avcıların kanoları sığlığa iterek üzerine binmelerini ve hızla kürek çekmeye başlamalarını seyrettiler. “Bu seferki uzun mu sürecek dersin?” diye sordu Bruni, geniş, deri eteğini büyük, düz bir kayanın üzerine oturabilecek 10 HABERCİ kadar kaldırırken. Yün bir gömlek ve ayıbalığı derisi pantolon giymiş olan Moreen de başka bir çıkıntıya yaslandı ve başını salladı. “Umrumda değil,” diyerek burun kıvırdı, “topu birden Sonyaz Gününe kadar dönmeseler de umrumda değil.” Moreen kanoların kıyı yakınında dalgaların nazik kırılışlarının arasından çıkışlarını seyretti, kanolar kıyıdan biraz açıkta toplanana kadar her adam küçük teknesini dalga köpüklerinin arasından açığa götürüyordu. Kanosunun üzerindeki kırmızı şeritten ayırt edilebilen Alyumruk Koydizdarı önlerine geçmek için kürek çekti ve kanoları küçük, korunaklı koyun ağzına doğru yönlendirdi. Bruni güldü, kızm büyük bedeninden gürüldeyerek çıkan bu ses öyle içten bir neşeyle geliyordu ki, Moreen bunun kaçınılmaz olarak bulaşıcı olduğunu biliyordu. Moreen boyun eğerek iç geçirdi. “Eğer geçmişteki talihleri devam ederse, çok uzağa gitmeden ayıbalıklannı bulacaklardır.

Bir balinanın peşinden gitseler bile. “—bu heyecanı kaçırma düşüncesi şef kızını için için ürpertmişti—”. bir hafta ya da on gün içerisinde tekneleri buraya geri çekebilirler.” “O zaman, on gün boyunca huzur ve sessizlik olmasını umalım,” dedi Bruni, parlak güneşe doğru bakarken gözlerini eliyle koruyarak. Düz kayasınm üzerinde uzun ve yuvarlak omuzlu bir kütle olarak dimdik oturuyordu. Bruni’nin yüzü yassı ve İnga’nın söylemekten hoşlandığı şekliyle ‘ay kadar yuvarlaktı.’ Elmacık kemikleri çıkıktı ve gülümsediği zaman yüzü kendine özgü bir ışıltı kazanıyordu. Kalın kollar ve güçlü tombul parmaklarıyla uzun boylu ve genişti. Ayaklan kabilenin tüm erkeklerinkinden büyüktü ve çanklar yerine onları ağır deri çizmelerle koruyordu. Buna karşılık Moreen kendini yetim gibi hissediyordu. İnce yapılı ve sıkıydı, başının tepesi yerden bir buçuk metrenin biraz fazlası kadar bir yükseklikteydi. Moreen omuz hizasında tuttuğu siyah saçlannı genellikle kulaklarının arkasında toplarken, Bruni, Arktos kadınlannın özgün tarzı olan ve açıldığında neredeyse yere ulaşan siyah saçm oluşturduğu gür at kuyruğunu tercih ediyordu. 11 DOUSLAS NİLES Altlarındaki tepenin yamacından bir kız çocuğunun çığlığı yükseldi ve saçlarından su damlalarım silkeleyen bir çocuk koşarak ortaya çıktı. “Bunun acısını çıkarıcam, Küçük Fare!” diye bağırdı, yumruk iriliğinde bir taşı yerden almak için eğilerek. Taşı tepenin yamacma doğru fırlattı ve taş duyulur bir şekilde kayalara çarptı.

Yüzünde geniş bir sırıtışla, uzun boylu, siyah saçlı oğlan taşın yolundan kaçtı sonra da kız ardı ardına taş atarken, suratım şekilden şekle soktu. “Ah!” diye bağırdı oğlan birdenbire, sonunda taşlardan biri almndan sekince. “Tamam, Tüykuyruk, özür dilerim!” “Bu sana beni ıslatmamayı öğretir!” diye açıkladı kız ve öfkeyle uzaklaştı. Elindeki sepet yarıya kadar bahar çiçekleriyle doluydu. Tepenin yamacından yukarı tırmanırken delikanlının yüz ifadesi ekşidi. Birkaç adım attıktan sonra onu izleyen iki kadım fark etti ve omuz silkti. “Şanslı atış,” dedi alnını ovuşturarak. “Yeterince şanslı değil,” diye sertçe karşılık verdi Moreen ancak kelimelerindeki iğnelemeyi saklayabilecek kadar gülümsüyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir