Ölmeden önce ailesinin başının fena halde dertte olduğunu söyleyen yaşlı bir komşu kadın Sara’yı da vasiyetnamesine alınca genç kızın yaşamı birdenbire yepyeni bir boyut kazanmıştı. Vasiyetname gereği Sara’nın yaşlı kadının yeğeni John Englewood’un evinde altı ay kadar kalması gerekiyordu. Önceleri bu teklife pek yanaşmayan Sara, John’ın kısa bir süre önce annesini yitirmiş olan küçük oğluyla tanışır tanışmaz fikrini değiştirdi ve onlarla yaşamayı kabul etti. Ama küçük Jakie ile kurdukları içten ve güzel ilişkinin pek fazla uzun ömürlü olmaması için bir yığın neden vard. Bunların en önde gideni John’ın Sara’yı bir sokak kadını sanmasıydı. Sara’nın da onun bu yanlış kanısını değiştirmek için pe fazla çaba gösterdiği söylenemezdi aslında. Ama bir süre sonra böyle davrandığı için pişman olacaktı. Konu Başlığı: Ynt: Küçük Şeytan–Emma Goldrick Gönderen: goncoloz üzerinde Mayıs 14, 2007, 12:03:38 ÖS Soğuk doğu rüzgarı Buzzards Körfezinin üzerinden ıslıklar çalarak, köpüklü dalgaların çırpındığı Atlantik Okyanusu’na doğru esiyordu. Kumların üzerine göz alabildiğine uzanan kumsalda kendi ayak izlerinden başka hiçbir iz yoktu. Sağ yanına düşen kapısı açık kulübe genç kız için sığınılacak bir liman gibiydi. İki yüz metre kadar ilerde yıkılmış olan Burton iskelesi’nin kırık tahtaları göze çarpıyordu. Sara kumları dikkatle karıştırıyordu. Batmakta olan güneşle arasına bir gölge girince durdu ve başını yavaş yavaş sağa doğru çevirdi. Hemen yanında cilalı, siyah, kocaman bir çift ayakkabı duruyordu. Sara ağırlığını yavaşça arkaya doğru vererek dengesini korumak için kollarını dizlerine doladı. Ayaklarını hiç kımıldatmamıştı. Sonra başını kaldırdı. Güneş gözlerine giriyor, sol gözü ise zaten tam olarak seçemiyordu. Gri çizgili koyu renk giymiş bir erkeğin siluetini belli belirsiz fark etti. Kendine özgü genizden gelen boğuk sesiyle “Çok iri yarısın” dedi Sara usulca “Gölge ediyorsun” Adam gülerek Sara’nın yanına çömeldi. “Fazla iri yarı değilim. Boyum bir seksen var yok. Sen küçük olduğun için öyle görünüyor” Sara soğuk bir sesle “küçük değil, kısa…” diye karşılık verdi. “kısa…” “Hımm?” “Küçük değil kısa boyluyum.” “Ve bu konuda bir hayli de duyarlısın, değil mi? Yaşın kaç? On beş? Büyümen için önünde çok zaman var. Neyse… Sana sormak istediğim…” “Görünüşe aldanmayın. Gerektiği kadar büyüğüm. Yaşım da sandığınızdan daha fazladır.” “Eh pekala. Sylediğin gibi olsun. Sana sormak istediğim…” “Lütfen ayaklarınızı kımıldatmayın. Kontakt lenslerimden birisini yitirdim. Her nasılsa düştü. Üstelik…” “Kımıldama” dedi adam. Gür bir ses tonu vardı. Sara’ya biraz daha sokulunca genç kız, hafif kırışıklıkları olan kaya sertliğinde bir yüz gördü. ‘Sert ama çirkin olmayanbir yüz’ diye aklından geçirdi. Genç adamın kısa kesilmiş tarağa gelmeyen siyah saçları ve koyu kahverengi gözleri vardı. Siyaha yakın kahverengi, cesur, emreden gözler… Gür kaşlar, kemerli burnunun üzerinde birleşiyordu. Dişleri bembeyazdı. O sırada, “Kabalık etmek istemem canım” diye devam ediyordu genç adam. “Ama aradığım birini bulmak için bugün uzun bir yolculuk yaptım. Hayli de yoruldum. Ah… işte… Sol ayağının hemen yanında birşey parlıyor. Ona bir bak.” Sara dikkatle kumları yeniden karıştırmaya başladı. Az sonra parmak uçları sert ve kaygan yüzeye değmişti. Lensi alarak sağ gözüne yaklaştırıp inceledi. “Tamam bu.” Doğruldu. O sırada genç adam da kalkmıştı. “Belki de gözlük kullanman daha doğru olur.” Derken sesinde ciddiyet ve ilgisizlik vardı. Bu ses tonunu Sara daha önceleri de işitmişti. ‘Şu küçüğe iyi davranmalı’ diyen tonu “Kulübede gözlüklerimde var” diyerek güldü genç kız. “Ama iş için onlar iyi değil. Bir an önce lenslere alışmaya çalışıyordum.” “İş mi? Senin yaşındaki bir çocuk çalışıyormu? Nasıl oluyorda okula gitmiyorsun?” “Siz kimsiniz? Okul kaçkını öğrencilerin peşine düşen görevlilerden birisi mi?” “Hayır canım ne ilgisi var? Sadece bir kadın arıyorum.” “Bunun için kente gitmeniz gerek. Buralarda amacınıza uygun birini bulamazsınız.” “Benimle dalga geçmeye kalkma yavrucuğum. Bu bölgede yaşaması gereken belli bir kadınla ilgiliyim. Ayrıca senin biraz daha dikkatli olman gerekmez mi? Deniz kenarında yalnız başına bir kız… Herşey olabilir, biliyorsun. Hem sen neden okula gitmiyorsun bakalım?” “Okuldan ayrılalı hayli zaman oldu. Aslında tahmininizden daha büyüğüm. Hem yalnız da sayılmam. Mary her zaman benimledir.” “Okuldan çıkmış yada çıkartılmış olabilirsin ama bahse girerim yaşın on altıdan fazla değildir. Ayrıca Mary de kim? Çevrede herhangi birini göremiyorum.” “Eh ama o sizi görüyor. Yukarıda sundurmada…” Genç adam onu omuzlarından kavrayarak güneşe doğru çevirdi. “Dur sana iyice bakayım” Sara aceleyle yerinizde olsam böyle davranmazdım” dedi. “Mary bundan hoşlanmayacaktır. Siz en iyisi ellerinizi omzumdan… Oh tanrım… Çok geç. Koşmayın… Sakın koşmayın, lütfen… Hareket etmeden durun .” Sonra hızla genç adamın ellerinden kurtularak yere çöküp tepeye doğru sürünürcesine ilerledi. Bir yandan da “Bir şey yok Mary!” diye bağırıyordu. “Dur Mary dur.” Aynı anda tahtaların üzerinde pençe sesleri duyan adam hızla döndü. Ama daha kımıldayamadan neredençıktığı belirsiz siyah, kocaman bir köpeğin üstüne doğru geldiğini gördü. Ve hayvan adamla arlarında yaklaşık üç metre kala bir gülle gibi fırlayarak dizlerinin hemen yukarısına çarptı. Genç adam kumların üzerine devrildi. Köpekse bacaklarını gererek olduğu yerde kaldı. Parçalamaya hazır dişleri, adamın gırtlağından sadece birkaç santim uzaktaydı. “Lütfen Mr?…” diye haykırdı Sara. “Adım Englewood…” diye inledi adam. “John Englewood. Şu kurdu hemen buradan uzaklaştır.” Köpek hırlayarak biraz daha sokuldu. “Lütfen Mr Englewood….” diye yalvardı Sara. “Ne olursunuz hareket etmeyin. Hem o tavırla da konuşmayın. Mary bu tür konuşmalara karşı çok duyarlıdır. Ayrıca o bir kurt değil. Ama lütfen hareket etmeyin. Parmağınızı bile kıpırdatmayın.” Genç adam sıkılı dişlerinin arasından, “John….” diye mırıldandı. “Bana John de.” “Oh susun. Konuşmayın.” Sonra köpeğin yanına diz çöküp onun sırtını okşamaya başladı. “Sara Mary’i seviyor. Mary Sara’yı seviyor” Yavaşça uzanıp kollarını hayvanın boynuna doladı. “Sara, Mary’i seviyor. Mary Sara’yı seviyor…” Sonunda köpeğin gergin ön bacakları gevşedi. Hayvan sakinleşmeye başlamıştı. Bunun üzerine genç kız ağırlığını hayvanın üzerine vererek onu sımsıkı kucakladı. Sonra daha güçlü ve otoriter bir sesle “Mary…otur” diye emretti. Koca hayvan önce duraladı. Sonra o iri başını, kumların üzerinde bir heykel gibi yatan adamdan başka yöne çevirip homurdanarak ön ayakları üzerine çöktü. Zorlukla nefes alıp vermeye başlayan John Englewood “Tanrıya şükürler olsun” diye söylendi. Ama köpek hemen ona doğru dönerek doğruldu. Hayvanı okşamayı sürdüren Sara “şimdi çok dikkatli olun” diye mırıldandı. “Hareket etmeyin. Gerçekten arkadaş olduğumuza Mary’i inandırmalıyım.” Sonra kollarını köpeğin boynundan çözüp kumların üzerinde emekleyerek genç adamın yanına geldi ve dudaklarını yavaşça onun yanağına değdirdi. Hayvan hafifçe sızlandı. Bunun üzerine Sara dudaklarını yavaşça genç adamın dudaklarına dokundurdu. Bir yandan da göz ucuyla köpeği gözlüyordu. Sonunda Mary’nin iyice sakinleşerek yere uzandığını görünce doğrularak güldü. “Tamam. Gördünüz mü?” Ama John Englewood gülmedi nedense. Uzanan güçlü kollar genç kızı kavrayarak onu kendisine doğru çekti. Dudakları hafif bir meltem gibi Sara’nınkileri okşuyordu. Sonra kuvvetle genç kızın dudaklarını bastırdı. Sara çok hoşlanmıştı bundan. Çelik birer mengeneye benzeyen kollar sonunda kendisini bırakınca sırtüstü yığıldı. Nefes nefese kalmış ve yanakları kıpkırmızı kesilmişti. Genç adam onun ufak tefek vücudunu sarsacak kadar kalın ve gür bir sesle güldü. “Gördün mü? Bunu yeniden tekrarlayalım mı yoksa artık ayağa kalkabilirmiyim?” O sırada Sara hala düzenli nefes alabilmek için çabalıyordu. “Mary… diye seslendi. Ama artık herhangi bir endişesi kalmamış olan köpek kuru ve sıcak sundurmaya doğru yollanmıştı bile. Genç kız sanki en sevdiği dostu tarafından terk edilmiş gibi bir duyguya kapıldı. Ellerini beline dayayarak “Demek şükran borcunu böyle ödüyorsun sen” diye homurdandı. Sonra John Englewood’a dönüp sol gözünü kapatarak onu görmeye çalıştı. Genç adam yattığı yerden o siyah gözleriyle Sara’yı dikkatle incelemekteydi. Genç kız soluk blucinini silkelerken “Gerçekten çok üzgünüm” dedi. Sonra kalkması genç adama elini uzattı. “Biz… yani köpek her zaman böyle değildir. Sadece eğitilmiş bir bekçi köpeği olduğu için… anlıyorsunuz herhalde. Süs hayvanı sayılmaz. Berbat bir gün geçirdik. Akşam yemeği için yeterince tarak toplayamadım. Mary saldırıya uğrayacağımı sanarak endişelendi. Üstelik pantolonunuzun yırtılmasına ve o güzelim elbisenizin mahvolmasına yol açtık. Bağışlayın. Çok üzgünüm. Mary hiçbir zaman özür dileyemez ama…” Genç adam üzerindeki kumları silkelemeye çalışırken güldü. “Mary’nin özür dilemesine gerek yok. Beni ısırmasın yeter.” “Oh hayır” dedi Sara. Bir yandan da John Englewood’un temizlenmesine yardım ediyordu. “Beni öpen bir dosta asla saldırmaz. Ayrıca öldürme içgüdüsü yoktur. Ama ellerinizi omzuma koymamalıydınız, anlıyorsunuz değil mi?” O sırada genç adam ceketini silkeliyordu. Parmakları birbirine dokununca birdenbire sesi boğuklaşıverdi sonra da sustu. Yeniden kızarmıştı. Arkasını döndü. Heyecanını kontrol altına almayı başarınca dönüp genç adama baktı yeniden. Sonra ellerini arkasında kenetleyerek, “Neden kulübeye kadar gelmiyorsunuz Mr Englewood?” diye sordu. “Belki de elbiselerinizi onarma olanağı…” Genç adam “John…”die sözünü kesti genç kızın. “Adım John Mr Englwood babamdır. On altı yaşındasın ve daha nce hiç öpüşmedin öyle mi Sara? “Evet… Yani hayır. Aslında hem hayır hem evet” “Hangisi hangi sorumun cevabı?” “Hayır onaltı yaşında değilim. Hayır daha önce öpüştüm. Evet adım Sara. Tatmin oldunuz mu? “Sorun senin tatmin olup olmadığın Sara.” “Ben… şey… ne demek istediğinizi anlayamadım.” “Anladın Sara hem de çok iyi anladın.” İnsanı büyüleyen o anın etkisinden kurtulmak için omuzlarını silkerek konuyu değiştirdi genç kız. “Şu küçük sepet… Bulduğum tüm taraklar onun içinde. Getirirmisiniz lütfen?” Genç adam sepeti parmağına takıp kıyıdan dönerken Sara duraklar gibi oldu. Gri deniz, parlayan güneş, bembeyaz martılar… Neden şimdi bu kadar farklı görünüyordu acaba? Farklı ve huzur verici… Genç kızın sözünü ettiğibasit bir kulübeydi aslında. Yazın oturulmak için yapılmış ma sonra sürekli yaşanabilecek bir hale getirilmişti. Sundurmaya çıkan dört basamaklı merdiveni tırmanıp açık kapıdan içeri girdiler. Birinci katın yaklaşık tamamı oturma ve yemek odası olarak düzenlenmişti. Mobilyalar eski ama cilalıydı. Yerde kocaman el dokuması bir kilim vardı. Küçük yemek masası odanın dibindeki arka pencerenin önüne yerleştirilmişti. Sağ duvarda ise üç kapı görünüyordu. Tümü de açık duruyordu bunların. Birincisi yatak odasına öbürü küçük banyoya sonuncusu da mutfağa aitti. Daracık bir merdiven üst kata doğru yükseliyordu. Sara ceketini çıkarmasına yardım ederken genç adam “Ailen burda mı yaşıyor?” diye sordu. “Hay aksi! her tarafıma kum dolmuş.” Gülmemek için dudaklarını ısıran Sara “Hayır” dedi. “Burada sadece Mary’yle ikimiz oturuyoruz. Ara sıra Harry amcam da gelir. Neden üzerinizdekileri çıkartıp bir duş almıyorsunuz? Harry amcamın bornozunu giyersiniz. Ben de elbiselerinizi fırçalarım. Akşam yemeğine kalırmısınız?” John Englewood güldü. Gülerken ağzının çevresinde oluşan kırışıklıklar yüzünün hatlarını yumuşatmıştı. “Bunu gerçekten isterdim ama zamanım çok sınırlı.” Dedi. “Tez konuları daha hala onaylanmadığı için beni bekleyen tam altı öğrencim var. Ayrıca elma ve tütün gibi ürünlerle de başımız dertte. Bunlar yetişmiyormuş gibi kardeşim Robert bu sabah şirketimizdeki işçilerimizin gree gideceklerini haber verdi. Tüm bu sorunlarla boğuşken Lucinda teyzemin vasytnamesşndeki o garip istek çıktı karşıma. Bu nedenle de her nasılsa teyzemin gözüne girmeyi başarmış o budala kadını aramak zorunda kaldım.” Sara güldü “Benimkilerden daha fazla sorunuz varmış. Peki siz ne iş apıyorsunuz? Mr…. şey… John? Hem tarımla hem de sanayi ile uğraşan bir iş adamımısın? “Önem sırasına göre sıralarsak önce Massachusetts Üniversitesi’nde yardımcı profesörüm. Ayrıca bir de çiftliğim var. Bunun dışında aileme ait elektronik parçalar üreten küçük bir kuruluşun ortağıyım. Ama şu anda dedektiflik oynuyorum. Teyzem Lucinda kulübenin arkasındaki büyük köşkün sahibiydi. Belki onunla tanışmışsınızdır” Sara hayretini gizlemek için başını önüne eğdi. Genç adam konuşmaya başladığı anda kumlarını temizlemek için saç örgülerini açmıştı. Şimdi ise önüne dökülen saçlarını yüz ifadesini gizlemekte kullanıyordu. “Evet… Lucinda teyze bir ay kadar önce öldü” diye sözlerine devam etti John Englewood. “Ama vasiyetnamesi küçük de olsa bir takım sorunlar yaratıyor. Bu çevrede Susan Antonio Rebecca Anderson isimli bir kadınla tanışmış. Bu kadını nerde bulabileceğim hakkında bir fikir verebilirmisin?” Sara genç adamın ceketiyle kravatını ve ayakkabılarını toplarken “Sanırım bu adı duydum” dedi usulca. “Neden gidip bir duş almıyorsun? Sonra da bu konuyu yemek yerken yeniden konuşuruz” “Havalı biri olmalı Sara. Senden de daha büyük herhalde. Ve bu çevrede yaşadığı da kesin.” John Englewood’u banyoya doğru iten genç kız “Öncebir duş al” dedi. Onu içeriye sokup bir hamlede yukarı kata fırladı. Harry amcanın giyecekleri arasında bir bornozla bir de koşu pantolonu seçtikten sonra yavaşça merdivenlerden indi. Gözündeki lensi çıkartıp diğerleriyle birlikte temizleme suyuna attıktan sonra gözlüklerini taktı. Ardından bir iskemle çekip, Boston maratonunu bitirmişcesine soluyan köpeğini dalgın dalgın okşarken “Sen bütün bunlara bir anlam verebiliyor musun Mary?” diye fısıldadı. “İlk ismim dışındaki kimliğimi tümüyle biliyor. Demek Cindy teyze bir vasiyetname bırakmış. Dünyada aklımın köşesinden… Evet… Ne kadar da iri yarı bir erkek değil mi Mary? Çocuklar taşınıp babam da öldükten sonra böyl iri yarı bir erkek görmedim. Ama ne garip adam. Kolej pofesörü, çiftçi… Ayrıca çizgili elbise giyiyor. Biraz kendini mi beğenmiş ne? Acaba benden ne isteyebilir? Bak dinle Mary…. Şarkı söylüyor. David de böyle yapardı. Ama senden istediğim kesin olarak herşeyi öğreninceye kadar gözünü dört açman, tamam mı?” Köpek ‘Olur’ anlamına gelebilecek bir şekilde havladı. Sara güldü. “Tamam” Sonra gidip banyonun kapısını tıklatarak suyun gürültüsüne karışan şarkı sesini bastırabilmek için avazı çıktığı kadar bağırdı. “Buraya bir bornozla pantolon bırakıyorum!” Kapıyı aralayıp John Englewood’un kenarda duran pantolonunu aldı ve pervaza yaslandı. Genç adamın sıcak su altındaki heybetli gövdesini hayalinde canlandırmaya çalışıyordu. Sırtındaki kazağı çıkartarak ilerdeki kanepeye doğru fırlattı. Şimdi üzerindeki beyaz tişört bol kazağın yaptığı gibi vücudunun olgun hatlarını gizleyemiyordu artık. Ellerini göğüslerinden başlayarak baldırlarına doğru kaydırdı. Bir yandan da bu ellerin John Englewood’a ait olduğunu hayal ediyordu. Ama birdenbire banyodaki ses kesildi. Ve bu ani sessizlikle birlikte ne düşündüğünün tam anlamıyla farkına varan Sara adeta şok geçirir gibi oldu. Boynundan başlayan kızarma tüm yüzüne yayıldı. Şimdi kulak uçlarına kadar kıpkırmızı kesilmişti. Basamakları ikişer ikişer tırmanarak üst kata çıktı ve ağabeysi Ralph’ın odasına dalıp onun eski yünlü gömleklerinden birini sırtına geçirdi. Genç adam az sonra banyodan çıkmıştı. Harry amcanın bornozu da hiç garip durmuyordu üzerinde. Sara oturmasını işaret ederek dışarı çıkıp John Englewood’un elbiselerini kulübenin arkasındaki ipe astı. Ama pantolonun dizindeki yırtığı görünce kaşlarını çatarak bunu alıp yeniden içeri girdi. “İçkiler soğutucuda. Ama buraya sert içecekler getirmediğim için birkaç kutu bira bulabilirsin herhalde. Ben pantolonundaki şu yırtığı dikeceğim.” Genç adam elinde iki kutu birayla mutfaktan döndüğü zaman Sara kanepenin üzerine bağdaş kurmuş işe girişmişti bile. Englewood’un ikramını geri çevirdi. “Alkollü şeyleri kesinlikle ağzıma sürmem.” Genç adam Sara’nın yanındaki iskemleye oturup birkaç yudum bira içtikten sonra “Burada tam anlamıyla bir yuva ortamı var” dedi. “Yemek pişiriyor, dikiş dikiyor, evi çekip çeviriyor ve de çalışıyorsun. Evli değilsin değil mi?” “Ben mi? Ne ilgisi var? Ben çalışan bekar bir kızım.” “Yaşlı bir kız…” Zokayı yutmaya niyetli olmayan Sara hiç cevap vermedi bunun üzerine John Englewood “Ailen nerede? Bu yakınlarda mı? Diye sordu. “Hayır. Annemle babam öldüler. Oğlanlar da dört bir yana dağıldı. Ya sen?…” “Ben de evli değilim. Yani, şimdilik… Karımı üç yıl önce yitirdim. Yedi yaşındaki oğlum ve erkek kardeşimle Massachusetts’ın batı bölgesinde yaşıyorum. South Deerfield’e yakın. Oraları biliyor musun?” “Hayır” Pantolonunu genç adama uzattı. “Korkarım elimden daha iyisi gelmiyor. Dikiş dikmek ustalıkla yapabildiğim işlerden sayılmaz. Gerçi annem beni bu konularda çok iyi yetiştirmek istemişti ama… Her neyse… Umarım eve gidinceye kadar idare eder.” “Bana kalırsa çok iyi oldu. Şimdi…. Bana Susan Antonio Rebecca Anderson hakkında neler anlatabilirsin? “Aslında tam olarak bilmiyorum. Ama teyzemin yazdıklarına göre kadının bir hayli olgun olması gerek.” “Teyzen vasiyetnamesinde… Şey… Susan’dan mı söz ediyor? “Evet. Garip koşul ama vasiyetnamenin tümünü etkiliyor. Teyzemi tanırmıydın?” “Tanırdım. Ona Cindy Teyze derdik. Ben… Onun öldüğünü işittik. Aslında cenaze törenine gelmem gerekirdi, ama ne yazık ki aynı hafta içerisinde ben de annemi yitirdim. Ve…” Sözünü tamamlamadan kanepeden fırlayıp mutfağa doğru seğirtti. Gözlerini dolu dolu olduğu görülmesin diye başını da öte yana çevirmişti. Genç adam “Nereye gidiyorsun?” diye bağırdı arkasından “Yemeği hazırlamam gerek. Gerçi bugün yeteri kadar tarak bulamadım ama önceki gece yemiş olduğumuz tarak haşlamasının suyunu saklamıştım. Tarak türlüsü severmisin?” “Evet ama New England usulü pişirilmişini. New York usülünden hoşlanmam” “Oldu. Patataes soyabilirmisin? Bıçak şu çekmecede duruyor.” Bir yandan da içinde tarak suyu olan tavayı ateşe koymuş soğanla diğer sebzeleri araştırmaya başlamıştı. “Bu kadar kolay mı?” diye sordu genç adam. “Tabii. Tarak haşlamasından artan su zaten aynı lezzeti koruyor. Biz sadece soğan, patates ve biraz da baharat koyacağız. Sonra da bugün topladığım tarakalrı ayıklayıp bunlara ekleyeceğiz. Biraz da süt… Oldu, bitti işte.” “Çok kolay öyle mi?” Sonra genç kızı omuzlarından kavrayarak kendisine doğru döndürdü. “Söylesene Sara… Tam doğru düzgün konuşmaya başladığımızda neden her seferinde konu değişiyor? Şu Susan Anderson… Tanıyormusun onu?” “Sen patatesleri soymayıp onları doğruyorsun” “Tanrı aşkına patatesleri bırak şimdi Sara. Sadece soruma cevap ver. Susan Anderson… Onun kim olduğunu biliyormusun?” “Eğer benden büyükse halam olabilir. Susan hala…” Genç kız keskin bir bıçak alıp tarakları ayıklamaya başladığında John onu dikkatle süzüyordu. Sara ayıklamayı bitirip kumlarını çalkalamak için tarakları su dolu bir tasa attığında çok meşgulmüş havasındaydı. Daha fazla dayanamayan genç adam onu omuzlarından kavradığı gibi kendisine döndürüp güçlü parmaklarıyla çenesinden tuttu. “Susan Anderson… Belki de bana Susan halanla nasıl ilişki kurabileceğimi anlatırsın” Birden yumuşayan sesinde gizli bir tehdit havası vardı. Genç kız “Bunun bir yolu olduğunu sanmıyorum” diye mırıldandı. Saç diplerine kadar kıpkırmızı kesilmişti. “Çünkü altı yıl kadar önce öldü.” “Peki Sara konudan uzaklaşma.” Bir an duraksadı genç adam. Ardından da “Susan Antonio Rebecca Anderson! Yoksa Sara bunun kısaltılmışı mı?” diye adeta bağırdı. “Tanrım nasıl oldu da daha önce akıl edemedim bunu.” Genç kız içini çekerek gidip az ötedeki bir iskemleye oturdu. “Evet. Sana tüm öykümü anlatmam gerek. Yoksa hiçbir şey anlayamazsın.” “Bekliyorum.” “Pekala. Babam çok uzun boylu bir adamdı. Bir seksen beş falan… Ağabeylerim de öyle. Sadece David bir doksan beş dolaylarındaydı. O…” “Basketbolcumuydu?” “Kim, David mi? Hayır Texas’ta yaşıyor. Neyse annem de bir kadın için hayli uzun boyluydu. Ama ben…” “Sadece bir altmış gibisin. Kısa sayılırsın.”
Emma Goldrick – Kucuk Seytan
PDF Kitap İndir |