Ergun Aydinogu – Sol Hakkinda Her Sey Mi

Sol derlemesine, yazıların içeriğine hiç girmeden bütünsel olarak bakıldığında, bu çalışma üzerine ilk olarak iki düzeyde eleştiri yapılabilir. Birincisi, derlemenin planı ya da kapsamına, ikincisi ise yazarlar seçimine ilişkin. İlk bakışta “içindekiler” listesi, derlemenin bütünsel bir planı olmadığını hemen ele veriyor. Ancak tabii bu izlenim yanılgılar da içerebilir. Çalışmanın planına net bir şekilde yansıma-sa da, derlemeyi hazırlayanların kafasında belli bir perspektif ve öncelikler dizisi bulunabilir. Başka bir deyişle, çalışmanın kendine özgü bir iç mantığı olabilir. Ne var ki bunu da dikkate alarak içindekiler listesini ve yazarları tekrar gözden geçirdiğimde, editör ya da editörlerin yaptıkları işe dair derli toplu bir fikirlerinin olmadığı sonucunu çıkardım. Kuşkusuz derlemenin “içindekiler” listesine bakıldığında, onda “sola dair” çok, hem de pek çok şey görülebiliyor. Ama neden bunların yer aldığı ya da neden bazılarının son derece sınırlı, diğerlerinin ayrıntılı işlendiği ya da neden sola dair başka pek çok konunun yer almadığı konusunda bir fikir edinemiyoruz. Örneğin derlemede, MDD hareketi üzerine bağımsız bir yazı yoktur. TKP’nin AKEl’.den sonra bölgedeki en güçlü komünist partisi haline geldiği 1974-1980 dönemi sadece üç-beş sayfa ile geçiştirilmiştir. Oysa aynı yılların iki küçük partisi olan TSIP ve ikinci TIP hakkında hiç de kısa olmayan birer yazı vardır. Hikmet Kıvılcımlı’ya ayrılan yer son derece sınırlıdır. Kadro hakkında, bu hareketin solla -eğer varsa- bağlantısını kanıtlamaya bile çalışmayan ve sadece sıradan bir ansiklopedide yer alabilecek “renksiz-ruhsuz” bir yazı yer almaktadır. Yine ne 1960-1971 ne de 1974-1980 dönemlerine özgü sol politik kültür özel olarak değerlendirme konusu edilmiştir. Solun 1980 sonrası evriminde önemli bir evreyi temsil eden Yeni Gündem dergisinin sözü bile edilmemiş, ama öte yanda onun editörü olan Murat Belge’nin 27 yıl önce yazdığı naftalinli yazısı derlemede yer alabilmiştir. Sonuç olarak editör, derlemenin içindekiler listesine bakan bir okuyucunun, orada Türkiye solunun bir genel manzarasını görmek isteyeceğini, o nedenle de konu seçimleri konusunda olağanüstü hassas olunması gerektiğini pek düşünmemiş gibi görünüyor. Bu ve benzeri eksikliklerin nasıl açıklandığını öğrenmek amacıyla editör Murat Gültekingil’in “sunuş”unu okuduğumuzda ise, bu konuda hiçbir açıklama olmadığı görülüyor. Altı sayfalık bu yazının neredeyse tamamında editör -editörlüğünü yaptığı çalışmanın gerçek bir sunuşunu yapacağına- kendi ifadesiyle “bu ciltte yer alacak kimi eleştirel noktalara temas” etmekle yetiniyor. Derlemeye katkıda bulunan yazar sayısının yetmiş küsur, yazı sayısının seksen küsur olduğu düşünüldüğünde, bir editörün sunuş yazısının neredeyse tamamını bu yazıların bazılarında değinilen bazı noktalara ayırması ve yine bu konudaki seçiminin mantığı üzerine okuyucuyu bilgilendirmemesi gerçekten şaşırtıcı. Editör, sunuşun en son birkaç paragrafında bizlere, çalışmanın amacı konusunda -nihayetbir şeyler söylüyor. Buna göre derlemenin amacı, “sol düşünce dünyamızın aksayan, kapsam dışına çıkan, anomali gösteren yanlarını, nedenleri ve semptomları analiz etmek bu cildin önemli amaçlarından biridir. Ama tabii daha da önemli olan 100 yıllık sol düşünce dünyamızın birikimini ve envanterini ortaya koymaktır.” Ne var ki editör bu sözleri, sunuşunun başında değil sonunda söylüyor. Oysa yapması gereken, yazısına bu türden sözlerle başlamak ve ardından konu ve yazar seçimlerinin, gerekçelerini, bu alandaki eksiklikleri ve nedenlerini vb. aktarmak olmalıydı. Böyle yaparak okuyucuyu bu 1300 sayfalık yolculuğu öncesinde aydınlatmak yerine, editör, ciltte yer alan bazı “eleştirel noktalara temas”la yetinmiş. Bu satırları okuyan dikkatli bir okuyucu, şu kuşkuyu duymakta herhalde haklı olmalı: “Yüz yıllık sol düşünce dünyamızın birikimini ve envanterini ortaya koyacak” bu kadar geniş çaplı bir derlemeyi, içinde yer alan eleştirel noktaların bazılarına temas ederek sunan bir editör yaptığı işin ne olduğunu gerçekten biliyor mudur? Aslında derlemede yer alan yazıların pek çoğunda kendisini hissettiren ve ilerleyen sayfalarda açıklamaya çalışacağım eksiklikler, bu derlemenin kelimenin gerçek anlamında bir editörünün olmadığını ortaya koymakta. Çalışmam ilerledikçe, eleştirilerimin, sadece kimi katkıcı yazarların yanılgı ya da yanlışlarım değil, pek çok durumda editörlük çalışmasının yetersizliğini (ya da yokluğunu) ortaya koyduğunu gördüm. Eleştiri noktalarımın önemli bir kısmı, bizzat editör tarafından bu çalışmanın hazırlık döneminde fark edilerek yazarlara hatırlatılabilir ve ortaya çok daha az sorunlu metinlerin çıkması sağlanabilirdi. Ancak görülüyor ki dizinin editörü, yayın sekreterliği işiyle gerçek bir editörün işini karıştırmış. Bu durumda da, tipik bir yayın sekreterinin çalışma tarzına uygun olarak, baskı öncesinde muhtemelen aceleyle kaleme aldığı satırları bizlere bu dev çalışmanın “sunuş”u olarak iletmesinde şaşılacak bir şey olmamalı. Bu “giriş”te ikinci olarak, derleme yazarlarının seçimi konusunda pekâlâ “metodolojik” olarak da nitelenebilecek bir soruna işaret etmek istiyorum. Derleme, yetmiş bir akademisyen, araştırmacı ve solcu militanın katkılarıyla ortaya çıkmış. Bu haliyle, gerçekten de Türkiye Solu üzerine yapılmış en büyük kolektif çalışma olduğu söylenebilir. Ne var ki yazar seçimi konusundaki özensizlik (ya da metotsuzluk), daha ilk adımda çalışmanın değerini düşüren bir diğer sorun olarak kendisini gösteriyor. Bu sorunu ikiye ayırmak mümkün. Birinci olarak böylesi bir derleme için son derece gerekli olan, “yazarın konusuna mesafeli durabilmesi” ilkesinin pek çok yazıda göz ardı edilmesi; ikinci olarak ise, konu üzerinde yeterli birikimi olmayan kişilerden -muhtemelen birçoğunun adlarının çok duyulmuşluğu (“meşhurlukları”) ya da yakınlardan bir “ahbap” olmaları nedeniyleyazı istenmiş olması. Her ikisi de aynı derecede vahim olmakla birlikte, bu yanlışlardan birincisinin, derleme için çok daha büyük bir sorun oluşturduğu kanısındayım. Çünkü bunlar hem sayıca fazla, hem de solun en çok tartışılan ya da tartışılması gereken konularına ilişkin yazılarla ilgili. Şöyle ki, bazı konulan geçmişin siyasal aktörlerinden dinlemek zorunda kalmak, Türkiye solu hakkında eleştirel bir bakışı açısı bulmaya çalışan okuyucu için gerçek bir hayal kırıklığı anlamına gelebiliyor. Derlemede Ant dergisini ( 1967-1971) editöründen (Doğan Özgüden), 1970-71 silahlı mücadelesini bir eski silahlı hareket militanından (Ertuğrul Kürkçü), “Sosyal Demokrasi Arayışları”nı eski bir CHP’li bakandan (Ercan Karakaş), TSlP’i iki kurucusundan (Yalçın Yusufoğlu ve Çağatay Anadol), “İkinci” TlP’i yine bir kurucusundan (Orhan Silier), TKP günlük yayın organını o gazetenin bir yazanndan (Aydın Engin), TDKP’yi bu hareketin önde gelen bir şahsiyetinden (Aydın Çubukçu), Dev-Yol’u önemli bir önderinden (Melih Pekdemir), “Sol ve Aleviler”i Nefes dergisi yazı işleri müdüründen (Murat Küçük), Birikim dergisini bir yazarından (Şükrü Argın), Kurtuluş’u bir militanından (Seyfi Öngider) ve nihayet ÖDP’yi (“bu kadarı da olmaz” denebilir ama olmuş!) on bir yıllık genel başkanından (Ufuk Uras) okuyoruz. Bütün bunlara, Mahir Çayan’ı da bir hayranından (Süreyya T. Kozaklı) okumak zorunda kalmamız eklenebilir. Böylelikle derlemenin en can alıcı konusu olan sol düşüncenin pratik deneylerinin önemli bir kısmı, konularına mesafeli olabilmesi hayli güç olan ya da bugüne kadar yazdıklarıyla bu konulara mesafeli yaklaşamayacaklarını göstermiş bulunan yazarlara bırakılmış. Öte yanda yazar seçimindeki bu sorunun bir adaletsizlik içerdiğini de eklemek gerekebilir. Gerçekten de bütün bu tuhaf örneklerin ardından, neden MDD’yi bir MDD’ci anlatmıyor? Niçin Mihri Belli’nin hikâyesini bir hayranından dinlemiyoruz? Niçin l. TİP’in, Aydınlık hareketinin ya da 1974-1980 TKP’sinin hikâyesini bu hareketlerin önder ya da militanlarından birinin kaleminden okumuyoruz? Veya niçin Hikmet Kıvılcımlı’yı bir “doktorcu” anlatmıyor? Derleme editörünün bu kuşkusuz saçma ama o derece de kaçınılmaz sorulara herhalde bir cevabı yoktur. Yazarlar seçimindeki ikinci sorun ise, yazarların konularına hâkimiyetleri konusunda fazla sorgulama yapılmamış olmasından kaynaklanmakta. Editör, şu yazarlar ve konuları arasında nasıl bir bağlantı kurmuş ve kendilerinden yazı istemiş (ve tabii ardından da iletilen yazıları ne kadar dikkatle okumuş) anlaması gerçekten zor : Akif Kurtuluş’un “Nâzım Hikmet’in Bütünlüğü” başlıklı yazısı, olsa olsa bir “Nâzım Hikmet’i Sevenler Derneği” yayınında ya da bir Nâzım Hikmet sergisi broşüründe yer alabilecek bir yazı. Arif Ulaş Bilgiç’in “Doktor Hikmet Kıvılcımlı”sı ise, internetten elde edilebilecek bilgiler temelinde yazılmış izlenimini vermekte. A. Bağış Erten’in “Türkiye’de 68”, Sezai Sanoğlu’nun “Solda Birlik ve Yeniden Yapılanma Süreci” ve Kerem Ünüvar’m bazı yazılan (“Üçüncü Dünyacılık, Maoculuk, Aydınlıkçılık”, “Doğu Pe-rinçek”, “Öğrenci Hareketleri ve Sol”, “Fikir Kulüpleri Federasyonu” ve “Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu”) yine bilgi yetersizliği ve önemli olgusal yanlışlarla malul. Diğer taraftan Orhan Koçak, Fikret Başkaya, Metin Çulha-oğlu, Murat Belge, Engin Erkiner, ve Bülent Somay gibi yazarların çala kalem yazıldıkları ilk bakışta belli olan ve bu konularda bir şeyler öğrenmek isteyen okuyucuyu hayal kırıklığına uğratan yazılarının – muhtemelen hiçbir editörlük müdahalesi olmaksızın- yayınlanması da derlemenin diğer önemli eksikliklerinden. Bitirirken, bu türlü çalışmalarda olması kaçınılmaz tüm eksikliklerine rağmen konularına hâkimiyetleri ve yer yer özgün yorumlarıyla öne çıkan şu yazarlara dikkat çekmeyi de bir görev biliyorum: Emel Akal (“Mustafa Suphi” ve “Rusya’da 1917 Şubat ve Ekim Devrimlerinin Türkiye’ye Etkileri/Yansımaları”), Cemal Güzel (“Türkiye’de Maddecilik ile Maddecilik Karşın Görüşler”), Erkal Ünal (“Sol Düşüncenin Ortasında ve Kıyısında: Çeviri Kitaplar”), Yaprak Zihnioğlu (“Türkiye’de Solun Feminizme Yaklaşımı”), Mesut Yeğen (“Türkiye Solu ve Kürt Sorunu”) ve Hamit Bozarslan (“Türkiye’de Kürt Sol Hareketi”). Bölüm 1 1960 Öncesi Sol Bu bölümün konusunu, Sol derlemesinde 1960 öncesi TKP’yi ele- alan iki yazı oluşturmakta. Bunlardan birisi, TKP’nin önde gelen tarihçisi Mete Tunçay’ın, bu partinin tarihsel başarısızlığı üzerine gözlemlerinin yer aldığı “Türkiye’de Komünist Akımın Geçmişi Üstüne” başlıklı yazısı; 2 diğeri ise, aynı partinin Komintern ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile ilişkilerini ele alan Bülent Gökay’a ait bir yazı. 3 Tunçay’ın yazısı, Komintern’in diğer üye partilerinin deneylerini adeta yok sayarak, T^P’nin tüm belli başlı sorun ya da eksikliklerinin neredeyse sadece bu partiye özgü olduğu izlenimini vermekte. Aşağıdaki sayfalarda, Tunçay’ın özellikle “TKP’nin siyasal savaşımının başarısızlık nedenleri arasında” gördüğü noktaların değerlendirilmesi yapılıyor. Gökay’ın yazısı ise, Komünist Enternasyonalin ^^tarihsl evrimi ve T^P-SB^P ilişkilerinin karakteris^^ üzerine söyledikleri nedeniyle konusu edilmekte. 1960 Öncesi TKP Bir tarihsel olgu olarak ele alındığında Türkiye’de solun tarihi yüzyılın başlarına kadar götürülebilir. Ne var ki solu, bir toplumsal kesimin ya da sosyal hareketlerin siyasal ifadesi olarak ya da ülkenin siyasal gündemini veya ideolojik iklimini etkileyen bir siyasal aktör olarak ele aldığımızda, bu anlamda solun, Türkiye’de sadece 1960 ile 1980 arasında var olduğu söylenebilir. 1960 öncesinin Türkiye solu, ne toplumsal bir kesimin ya da sosyal hareketlerin bir siyasal ifadesi ne de ülke siyasal gündemini ya da ideolojik iklimini etkileyen bir siyasal aktördür. Var olan sadece, on yıllar süren uğraşı boyunca birkaç yüz bir militan ve sempatizan kadrosundan öteye hitap edem^emiş TKP adlı bir küçük örgütlenmedir. Aslında TKP’yi, bir siyasal örgütten çok bir “siyasal sekt” olarak nitelemek çok daha doğru olabilir. On yıllar boyunca partinin üye ve . sempatizanları, kelimenin gerçek anlamında siyasal faaliyetten uzak kalacaklardır. Btı kadroların tüm ö^rgüsel-si-yasal çalışmaları, büyük çoğunluğu amacına ulaşa^yan yasadışı propaganda girişimlerinden ibarettir. Kimi parti üye ve sempatizanları, partinin ve uluslararası komünist hareketin temel metinlerinden bile habersizdir. En nihayet her önemli tutuklama ve yargılama dalgası, parti militanları arasında sık sık kişisel çatışmaların belirlediği geri dönülmez bölünmelerle sonuçlanır. 4 Ancak tüm bu olumsuzları bir yana, TKP yine de Cumhuriyet Türkiye’sinde sol kadroların önemli bir kısmı için çekim unsuru olabilmiş ve bir anlamda solun 1960 öncesinde örgütsel sürekliliğini sağlayabilmiştir. Bu durumda doğal olarak TKP, tarihsel incelemelerin önemli bir araştırma nesnesi olarak öne çıkar. 1920 Eylül’ünde kurulmuş olan bu parti üzerine yapılan değerlendirmeler, esas olarak bu partinin örgütsel devamlılığının anlamı, teorik ve örgütsel zaafları ve 1960 sonrasındaki yükselişe yaptığı etki üzerinedir. “Sol” derlemesinde yer alan çalışmaların da genel olarak bu konularda yoğunlaştıkları söylenebilir. Türkiye solunun yepyeni bir “başlangıç” yaşadığı 1960’lara gelindiğinde, TKP ne örgütsel bir yapıya ne de bir önder kadroya sahiptir. Örgütsel yapı olarak sadece, ülke dışında yaşayan bir avuç göçmen komünistin 1962 yılında oluşturdukları TKP Yurtdışı Bürosu vardır. Partinin önder kadrolarına gelince, onlar da aktif siyaset yapmayan ve çoğu birbiriyle ilişkisiz bireyler konumundadır. Ama bu gerçekliğe rağmen, bu partiden gelen kadroların Türkiye’de solun 1960 sonrası evrimi üzerinde büyük etkisi olacaktır. Bu gerçeklik dikkate alındığında; doğal olarak TKP’nin siyasal-örgütsel bilançosu sadece solun değil, konuyla ilgili araştırmacıların da dikkatini çekmiş ve analiz konusu olarak gündeme alınmıştır. 1920 ve 3O’lar TKP’sinin Bilançosunda Keyfi Parametreler Bu entelektüel merak ve analiz çabası, “Türkiye’nin en önde gelen TKP tarihçisi” olarak kabul edilmesi gereken Mete Tunçay’ın “Sol” derlemesindeki yazısında da kendisini hisset- ■ tirmekte. Ancak bu yazıda Tunçay’m adeta anlaşılması zor bir özensizlikle yaptığı değerlendirmeler hemen dikkat çekmekte. Tunçay yazısının sonlarında, TKP’nin l 936’da fiilen ortadan kalmasının yolunu açan “separat (ya da desantralizasyon) kararı”na kadar süren 16 yıllık ilk dönemindeki “başarısızlık nedenleri arasında gördüğü birkaç nokta”ya değinerek bir tür bilanço çıkarmaktadır. Tunçay ayrıca yazısının sonunda, “aynı konular, TKP’nin ikinci Dünya Savaşı’nın bitmesine doğru yeniden örgütlendikten sonra günümüze değin etkili olmaya devam etmiştir” dediği için, bu nedenleri, TKP’nin kuruluşundan l 990’ların başlarında ortadan kalkmasına kadar geçen yetmiş küsur yıllık tarihini anlamamıza yardımcı olacak olgular olarak görmek herhalde yanlış olmaz. Tunçay’m “TKP’nin siyasal savaşımının başarısızlık nedenleri” olarak gördüğü birkaç nokta yazıda şöyle formüle edilmekte: – Türkiye’de komünistler; 19. yüzyıl başlanndan beri yürütülen Batıcı çağdaşlaşma projesinin hedeflerinin çoğunu paylaşıyor, siyaset bilimi yazınına ‘savunmacı modernleşme’ diye geçmiş olan, özünde tutucu anlayışın niteliklerini de taşıyorlardı. – Bu akıma girenler, kendilerini halk kitlelerini ..^adam etmek”‘ misyonunu taşıyan bir seçkin grubun üyeleri olarak görüyorlardı. Demokrat değillerdi. Halka yaklaşmalan güçtü. İşçi sınıfının partisi olmak istiyor, ama işçilere kendilerini kabul ettiremiyorlardı. – Komünizmin bir parçası olduğu hümanist felsefeyle ilgilenmemişler; ^daha çok milli^timeler gibi birtakım araçsal yöntemler kullanmak istemişlerdi. Bu ibakv^mdan CHP yönetiminin gerek laikliği zorlama gerekse devlet işletmeleri kurma yolundaki başanlannı desteklemişlerdi. – Dış ülkedeki yoldaştan gibi onlar da “mülkiyet” konusunu bir fetiş haline getirmişler; “özel mülkiyet” kalkınca “iyi toplum”un kuruluvereceğini sanmışlardı. Belki konusal denetimin ^daha. yararlı olabileceğini ve ^daha. kolay sağl^anabilece-ğini kavray^^rnışlardı. – Hep birlikten söz etmekle birlikte, du^^^rn kişisel çekişmelere girmişler; sen kavgasıyla her zaman birbirlerinden ayn düşmüşlerdi (…). – Komintem’e, dolayısıyla SBKP’ye maAdrten bağımlı olduklan için, onto^m özerk bir ^^toce ve siyaset geliştirememişlerdi. – CHP dış politikasının Sovyetlerle karşı karşıya gelmeme ilkesi, onlan güç bırakmış, Sovyet politikasının çıkarlan ağır basınca, kolaylıkla gözden çıkanlmışlardır. 1 Bu “çalakalem” yapılmış sıralamadan önce Tunçay, “TKP’nin yürüttüğü siy^asa savaşım”daki “^başansızlık”la neyi kastetti- 2- Tunçay, a.g.m., Sol, s. 355 ğini okuyucusuna net bir şekilde açıklamıyor. Ancak anlaşıla-bildiği kadarıyla, l920’ler ve 30’lar TKP’sinin, işçi kitleleriyle köklü ilişkiler kurmuş, sosyal hareketlere öncülük edebilen ve ülke siyasal gündemini etkileyen bir parti olamayışından söz ediyor olmalı. Bir başka ifadeyle herhalde Tunçay’ın sorusu, “TKP niçin Türkiye siyasetinin bir aktörü olamamıştır?” olarak formüle edilebilir. Peki sorun bu şekilde koyulduğunda, Tunçay’ın sözünü ettiği nedenler, gerçekten de TKP’nin bu alandaki başarısızlığını açıklayabilir mi? Bu konuda ilk söylenmesi gereken, Tunçay’ın bu iddialarım hem TKP gerçekliğini hem de diğer komünist partilerin aynı dönemlerdeki deneylerini tamamen yok sayarak ileri sürdüğü olmalı. Gerçi Tunçay yazısının sonunda, “bu sorunların bazılarının bütün dünyadaki komünist hareketleri için geçerli olmakla birlikte, bazılarının da yalnız Türkiye’ye özgü olduğunu sanıyorum” demekte. Ancak bunları muhtemelen okuyucusunu aydınlatmak üzere yazdığını düşünen Tunçay, aslında TKP’nin siyasal başarısızlığı olarak sunduğu bu nedenleri daha da anlaşılmaz hale getirmekte. Çünkü TKP’yi uluslararası komünist hareketin bir unsuru olarak gören her okuyucu, konuyu daha iyi anlamak için bu partinin başarısızlığının “özel” ve “genel” nedenleri arasında doğal olarak aynm yapmak isteyecektir. Yine diğer komünist partiler hakkında biraz bilgi sahibi olan her okuyucunun da, o partilerin deneyleri açısından bu “nedenler”i yaıgılamak istemesi kadar doğal bir şey olabilir mi? Kolaylıkla fark edilebileceği üzere Tunçay’m “bazıları onlar için bazıları bunlar için geçeriidir” yollu açıklaması ise, sorunu anlamak isteyen okuyucuya pek yardımı olmayan bir belirleme olarak dikkat çekmekte. Yazısının son cümlesinde Tunçay, “^bana öyle geliyor ki aynı konular; İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesine doğru yeniden örgütlendikten sonra da günümüze değin etkili olmaya etmiştir” diyerek bu nedenlerin TKP l 990’ların başlarında ortadan kalkana kadar “etkili” olduğunu iddia etmekte. Hatırlatmak gerekir ki bu “aynı konular”, “TKP’nin siyasal başarısızlığı” nedenleri olarak sunulmaktadır. Oysa aynı partinin 1974’ten sonra yaşadığı şaşırtıcı büyüme, aynı konuların pekâlâ bir büyüme faktörü olarak da ele alınabileceğini gösterir. Tunçay’m bu analizinin değerlendirilmesine geçmeden önce, dağınık bir şekilde sunulan bu “nedenler”in (ya da faktörlerin) üç başlık altında sınıflandırılmasında yarar var. Böylelikle hem tekrarlardan kaçınmak hem de bir komünist örgütlenmenin siyasal mücadele bilançosunun daha metotlu yapılması mümkün olabilir. Bu üç başlık, programatik perspektif, politik kültür ve örgütsel/siyasal bağımsızlı k (veya otonomi) olarak özetlenebilir. Bu anlamda Tunçay’ın, Türkiyeli komünistlerin Batıcı çağdaşlaşma projesinin hedeflerinin çoğunu paylaştıkları, CHP yönetiminin uygulamalarını destekledikleri ve “mülkiyet” konusunu fetişleştirdikleri üzerine söylediklerini, bu partinin programatik perspektifindeki temel zaafları olarak görmek mümkün. Yine TKP’lilerin seç-kincilikleri, demokrat olmayışları ve “sen-ben kavgaları”na girişleri de, onlara egemen olan politik kültür’ün sorunlu yanları olarak alınabilir. En nihayet Komintern ve SBKP’ye bağımlılıkları ve CHP dış politikası karşısındaki açmazları ise, TKP’nin bağımsız bir siyasal güç olmayışının ifadesi olarak görülebilir. TKP’nin Programı Ne Kadar Özgündü ya da Özgün Olabilirdi? Türkiye komünistlerinin 1920 ve 30’lardaki egemen prog-ramatik perspektifleri konusunda ilk söylenmesi gereken, TKP’nin de üyesi olduğu uluslararası komünist hareket içinde bu perspektifin sadece ‘TKP’ye özgü’ olmadığıdır. Bir başka ifadeyle, belirtilen türde bir çağdaşlaşma perspektifi, TKP’lilere özgü bir teorik tahlil ya da programatik seçenek değildir. Kuşkusuz yirminci yüzyılın dünyasında, geri kalmış ülke komünistlerinin çoğuna egemen olan -Tunçay’ın deyimiyle “tutucu”- çağdaşlaşma projesinden farklı bir perspektifi savunmuş ve bu temelde ülke siyasal yaşamının önemli bir aktörü olmayı başarmış pek çok sol parti vardır. Yüzyılın başında Avrupa sosyal demokrasisi, ondan türeyen komünist partiler, yine geri bir ülkenin sokulan olmalarına rağmen yüzyıl başlarında tüm kanatlarıyla Rus sosyal demokrasisi bu konuda örnek olarak verilebilir. Ama öte yanda, “Batıcı çağdaşlaşma projesinin hedeflerinin çoğunu paylaşan” pek çok komünist partisi de vardır; ve bunlara sadece geri kalmış ülkelerde değil, ileri derecede endüstrileşmiş Batı ülkelerinde de rastlanır. Ancak öte yanda da, hemen yakında gerçekleşecek bir “dünya devrimi”ni beklemeyen geri kalmış ülke komünistleri için Tunçay’ın sözünü ettiği programatik perspektifin özel bir tarihi vardır. Yirminci yüzyıl uluslararası komünist hareketinde Stalinizmin yükselişi ile, güçlü bir işçi sınıfına sahip olmayan ülkeler için özü itibariyle “burjuva” karakterde bir devrimci yöneliş öngörülür. 5 Bir başka ifadeyle Türkiye gibi ülkeler için geçerli kılman “aşamalı devrim” perspektifi, doğal olarak bu 22 “sol her ıey” mi?

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir