Gerard De Villiers – 73 Saygon Operasyonu

Richard Zansky’nin bürosundaki havalandırma cihazı sımsıkı kapalı pencerelerden içeri sızan nemli muson sıcağına karşı koyabilmek için korkunç bir gürültüyle çalışıyordu. CIA’nın Saygon’daki bir numaralı adamı duvardaki dereceye bakmak için yerinden kalktı. Temmuz ayının sıcağı Vietkonglu düşmanlar kadar amansızdı. Richard Zansky altıncı kattaki odasından aşağıya bir göz attı. Görüş alanı Amerikan elçiliğini çevreleyen duvarlarla sınırlıydı. Zemin katın girişindeki otomatik kapı bir insanın geçebileceği tek yerdi. Hiç kuşkusuz burası “Majino Hattı”nın kalın duvarlara sahip tek elçiliğiydi. Korkunç sıcak Thong-nut Caddesi’nin asfaltını eritecek gibiydi. Karşı kaldırımın biraz ilersinde, Union Jack’ın bayrağı havada tembel tembel dalgalanıyordu, ingilizler artık sadece bayrakları ile kendilerini koruyorlardı… Amerikalı dışardaki duvarın her noktasını gören gözetleme kulelerini zevkle seyretti. Nöbetteki “deniz piyadeleri” saç çatının altında pişiyor olmalıydılar. Her birinde 12,7’lik ağır mitralyözler vardı. Alarma bağlı bir kablo bütün duvar boyunca uzanıyordu. Aşağıda, holün ortasındaki bölmede ziyaretçileri kabul eden “deniz piyade eri” en ufak bir tehlike karşısında zırhlı kapıları kapayan düğmeye basma emrini almıştı. 5 Caddeye açılan küçük kapıdaki M 16’lı deniz piyadesiyse, ziyaretçileri içeri aiıyor, gerekirse şüpheli gördüklerinin üzerini arıyordu.


Kasıtlı çıkartılmış bazı söylentilere göre, çiçeklerle süslü çimenlerin altı mayınlarla kaplıydı. Ama bu dedikodu elçilik tarafından resmen yalanlanmıştı. Buna karşın, her kattaki telsizli ve silahlı iki nöbetçi ziyaretçileri asansöre binene kadar gözlüyordu. Zansky sinirli bir şekilde elini yüzünün ölü bir deriyle kaplı, davul kadar gergin sol tarafına götürdü. Doktorlar her türlü mucizeyi yaratmışlar, ama Japon bombalarının vermiş olduğu zararı ne tamamen ortadan kaldırmışlar, ne de sol gözünü verebilmişlerdi. Bu yarı ölü yüz kimi zaman kadınları çekiyor, kimi zaman da korkutuyordu. Gömleği diğer korkunç yara izlerini gizlemekteydi. Richard Zansky hiçbir zaman mayo ile dolaşmazdı. Ama her sabah 95 kiloluk vücudunu formda tutabilmek için 20 dakika kültürfizik yapıyordu. Elçilikteki Vietnamlılar ona “dev” adını takmışlardı. Kızıl kılları ve kollarındaki dövmeler kafeteryada konuşulan en önemli konulardan biriydi. Amerikalı masasına geri döndü, memnundu. Vietkonglular bir kez daha elçiliğe saldırmaya kalkıştıkları takdirde gülünç duruma düşeceklerdi. 1968’deki saldırı büyük bir utanç kaynağı olmuştu. Elçiliğin bulunduğu yer Vietkongluların her yönden saldırısına açık bir yerdeydi. Vietkonglular dış duvarı bazukayla havaya uçurarak içeri girmişlerdi.

Zırhlı kapılar henüz o zaman yoktu. Dövüşerek birinci kata kadar çıkmışlar, bu arada 7.kattaki büyükelçi telefona sarılarak yardım istemişti. Neyse ki 7.katın üstü bir helikopterin inebileceği bir düzlüktü. Holdeki bronz bir levhanın üstündeki beş isim, elçiliği kahramanca savunan koruma görevlilerinin anısına kazınmıştı. Richard Zansky böyle bir sürprizin artık imkânsız olduğunu düşünse de, pencereden her bakışında dikkatle Thong-nut Caddesi’ni inceliyordu. Herhangi bir saldırı tehlikesine imkân vermemek için, elçilik binası önünde arabaların park edilmesine izin verilmiyordu. Saygon’da esen bu düşmanca havanın ortasında, elçilik ılımlı ve güvenli bir sığınak olarak görünüyordu. Altıncı kat tamamen CIA’ya ve “özel görevlilere” yani Vietnam’daki siyasetin gerçek sorumlularına ayrılmıştı. Zansky burada günde on iki saat, hatta bazen daha da fazla çalışıyordu. Bu iş onun tek mutluluk kaynağıydı. Onun yaptığı işleri pek taktir etmeyen büyükelçi, bir keresinde, verilen bir kokteyl sırasında onun için zevklerin en büyüğünün bir şişe Pepsi-Cola ile bir kenara çekilip tek başına kalmak olduğunu söylemişti. Masasındaki telefon çaldı. Arayan holdeki nöbetçi çavuşuydu.

— Gelsin! dedi Zansky. Duvara gömülü küçük kasayı kapattı ve ellerini masanın üstüne koyup beklemeye başladı. Kızıl kıllarla kaplı kolları mavi dövmelerle süslüydü. Richard Zansky OSS’in en iyilerinden biriydi. Zaten bu dövmeler de OSS’den kalan bir hatıraydı. Kapı vuruldu ve Amerikalı “girin” diye bağırdı. içeri giren adamın üstünde koyu bir takım 1 elbise ve kravat vardı. Kravatlı olması Richard Zansky’nin çok hoşuna gitmişti. Yeni gelen adam siyah gözlüklerini çıkartarak elini uzattı. Zansky tek gözüyle adamı soğuk bir şekilde inceledi. Ve işte, karşısında duran oydu: Yardım için gönderilen, CIA’nın lüks. ajanı meşhur Prens Malko. Elinde olmadan Malko’nun parlak gözlerinden etkilendi. Bu da onu daha sert olmaya itiyordu. — Geç kaldınız.

Sizi saat ikide bekliyordum. Malko alnındaki terleri ipek mendiliyle sildi. Güneşin altında otuz metre yürümek onu tüketmişti. — Tayland Havayolları’nın DC-9’u zamanında geldi. Ama valizlerimi alabilmek için bir saat beklemek zorunda kaldım. — Yolculuğunuz iyi geçti mi? . —iskandinav Havayollarıyla Avrupa’dan hareket ederek Taşkent üzerinden dün sabah Bangkok’a geldim. Bu şekilde çok daha kısa sürüyor… — Ah, Avrupa! diye içini çekti Zansky. Malko, Tayland’ın güzel hosteslerini ve nefis mutfağını düşünüyordu. Taşkent’ten Bangkok’a kadar kendisiyle ilgilenen isveçli sarışın hostesleri de birazcık özlemişti. Richard Zansky yüzündeki yarayı Malko’ya göstermek için kafasını çevirdi. Bu görüntü genellikle görenleri şaşırtıyordu. Ama Malko hiç önemsemedi. Ama belli bir sorumluluk taşıyan kişilerin çalışma odalarının gerektiği gibi havalandırılmaması tuhafına gitmişti: Vietnam sorununun bir parçası da aşırı sıcaklardı. — Altı haftalık kursunuza katıldınız mı? 8 diye atıldı Zansky.

— Elbette. Çok etkileyiciydi. CIA ve DÎA*’nın Vietnam’a yollanacak bütün ajanları özel yöntemle hızlandırılmış bir kursa tabi tutuluyordu. Vietnam dili çok karışık telaffuz özelliklerine sahip bir dildi. Bazen çok şaşırtıcı sonuçlar elde ediliyordu. Birden, Zansky Vietnamca konuşmaya başladı. Ülkede geçirdiği üç yıldan sonra bu dili şöyle böyle konuşabiliyordu. Malko bekletmeden onu cevapladı. Çok kuvvetli olan hafızası altı haftalık kurs boyunca ona çok yardımcı olmuştu. Aniden, Zansky yine ingilizce konuşmaya başladı. — Bazı ilişkiler kurmak için güvenilir birine ihtiyacım var. Malko hiçbir şey sormadı. Fakat bu masum “ilişki” sözcüğünün altındaki gerçeği merak ediyordu. Katılmış olduğu tüm CIA operasyonları gizliliğe ve mücadeleye dayanırdı. Saygon’ un barikatlar ve siperlerle kaplı caddelerine bakılırsa, kuracağı “ilişkiler” pek tehlikesiz olacağa benzemiyordu.

— Hangi otelde kalıyorsunuz? diye sordu Zansky. — Continental’de. Otel Saygon’un tam merkezinde, Catinat Bulvarı’nın köşesinde, milletvekillerine toplantı salonu olarak tahsis edilmiş tiyatro binasının tam karşısındaydı. Meydanın karşı tarafındaki Caravelle Oteli çok daha moderndi, ama yalnız Amerikalıların kalması gibi kötü bir ünü vardı. Gizli savunma servisi 9 Birkaç ay önce beşinci kat’ta yüz elli kiloluk plastik patlayıcının patlama sebebi de buydu!. Bu tür tatsız şakalara Continental’de rastlanmıyordu. Yirmi beş yıldır süren savaş boyunca, fahişelerin bir an eksik olmadığı terasına bir tek el bombası bile düşmemişti. Söylentilere göre, Continental’in sahipleri Vietkonglulara düzenli olarak haraç veriyorlardı. Telefon çaldı. Zansky masanın üzerindeki üç telefondan birini kaldırdı. Birkaç saniye dinledikten sonra, hiçbir şey demeden kapattı, ayağa kalktı ve Malko’nun önünden geçerek pencereye yöneldi. Beton duvardan dolayı, otuz metre genişliği olan Thong-nut Caddesi’ni görebilmek için insanın boynunu uzatması gerekiyordu. — Gelin bakın! Malko kafasını uzattı. ilk bakışta anormal hiçbir şey yoktu. Birkaç araba hızla caddeden geçiyordu.

Kapıda duran M 16’sına dayanmış nöbetçi alev alev yanan asfaltı ve geçen taşıtları seyrediyordu. Elçiliğin karşısında bir inşaat şantiyesi vardı. Boşa benziyordu. Ama tahta yığınların önünde gri elbiseli üç adam yere konmuş ne olduğu pek seçilmeyen bir şeyin etrafını çevirmişti. — Budist rahipler, diye açıkladı Zansky. Ne yapıyorlar acaba? Provokasyon kokuyor. Bunların hepsi Vietkong hesabına çalışan provakatörlerdir. Zansky pencereden ayrıldı ve masasının üstündeki dahili telef ona atıldı. —Acele olarak Vietnam polisine haber verin. Budist rahipler elçiliğin kapısında bir gösteri ıo hazırlıyorlar. Malko gözlerini budistlerin üzerinden ayırmıyordu. Aniden yerde duran şeyden uzaklaştılar. O anda Malko yere oturmuş bir insan silueti farketti. Budistlerden biri tahta yığınlarına doğru eğildi ve metalik bir şey çıkardı. — Aman Tanrım! Malko gözlerine inanamıyordu.

Budist rahibinin elinde bir benzin bidonu vardı. Yerde oturan diğer budistin üzerine bidondaki renksiz sıvıyı döktü ve kenara çekildi. Ayaktaki budistlerden biri kibrit çakarak yerdeki adamın üzerine attı. Anında tutuşan budist rahibinden alevler yükseliyordu. Malko’nun bağırması üzerine Zansky de pencereye geldi. Durmadan küfrediyordu. Karşısındaki üç adam ise çoktan kaçmaya başlamışlardı. * ** Dehşetten donakalan Malko, yükselen alevlere bakıyordu. Adam yavaşça yanmaya devam ederek yana yıkıldı. Sanki karşılarında yavaşlatılmış bir film oynuyordu. Olayın başından beri adam hiç hareket etmemişti. Sanki bütün bu olanlar gerçek değildi. Elçiliğin kapısındaki nöbetçi adeta ayaklarmın üzerinde çakılmış gibi duruyordu. Korku ve şaşkınlıkla elindeki M 16’yı sımsıkı tutuyordu. Herhangi bir Vietkong saldırısı karşısında ne yapacakları öğretilmişti, fakat bu tür bir durum hiç düşünülmemişti.

Birden asker kaçmakta olan budistlere hiç düşünmeksizin ateş açmaya başladı. En arkadaki öne doğru yuvarlandı ve öylece u hareketsiz kaldı. Katedralin olduğu taraftan yaklaşan bir siren sesi duyuldu. Richard Zansky masasına koştu ve dahili telefona bağırdı: — Kapıları kapatın, bu bir provokasyon! Çok sayıda askeri polis savunma noktalarına doğru koşuyordu. Böyle bir gösterinin nasıl sonuçlanacağı hiçbir zaman bilinemezdi. Kapıdaki deniz piyadesi elindeki M 16’yı kararsız bir şekilde doğrultmuştu. Havalandırma tertibatına rağmen Malkogömleğinin terden vücuduna yapıştığını hissetti. Aşağıda zavallı budist rahibi yanmaya devam ediyordu. Bütün araçlar durmuştu. Büronun kapısı hızla açıldı. Sivil giyimli bir adam elinde dürbünle içeri girdi. Suratında kelimelerle anlatılamayacak korkunç bir ifade vardı. — Yanmakta olan Mitchell! dedi buz gibi bir sesle. Richard Zansky’nin suratının ölü tarafı bile bir an ürperdi. Hiçbir şey demeden dürbünü adamın elinden aldı ve pencereye koştu.

Ama artık yana devrilmiş adamın yüzü ayırt edilmiyordu. Alevler sönmüş, yerde simsiyah bir yığın kalmıştı. — Aklınızı mı kaybettiniz, o bir budist rahibi! diye söylendi CIA şefi. Görüş alanlarında iki jeep belirdi .Vietnamlılar ile Amerikalılardan oluşmuş bir devriyeydi gelenler. Komando kıyafetli adamlar araçlardan atladılar ve kömür haline gelmiş adamın etrafını çevirdiler, içlerinden ikisi Amerikalı askerin yaraladığı adamın yanına gitti. — Size onun Mitchell olduğunu söylüyorum, 12 diye haykırdı sivil giyimli adam. Ateşe vermelerinden evvel onu iyice gördüm. Zansky hızla odasından fırladı. Malko’yla diğer adam da onu izlediler. — Bizimle gelin, diye emretti Zansky koridordaki iki nöbetçiye. Nöbetçilerden birinde telsiz vardı. Gizli servisin bir adamıydı. — Şantiyenin içinden geçerek -Nouyen-Du Sokağı’na doğru kaçtılar. Çok geç geldik.

Bir sürü insanın kaynadığı katedral bölgesinde onları aramak, samanlıkta iğne aramak gibi bir şeydi. — Coleridge, diye seslendi Zansky sivil giyimli adamlardan birine, arabamı getir! Amerikalı koşarak uzaklaştı.Thong-nutCaddesi’nde her şey normale dönmeye başlamıştı. Caddeden geçmekte olan motosikletli biri çiğnediği tütünü tam Zansky’nin ayaklarının dibine tükürdü. Amerikalı farketmemiş gibi yaptı. Arkasında büyük bir telsiz anteni olan, koyu renk camlı siyah bir Ford elçilikten çıktı. Direksiyonda Coleridge vardı, Zansky öne, Malk o arkaya yerleşti. Araba dönerken kendileriyle alay eden Vietnamlı askerleri gördüler. Beyazların bu tür olaylar karşısındaki duygusallıklarını aptalca buluyorlardı. Alt tarafı bir kişi daha ölmüştü. Yirmi beş yıldan bu yana bir sürü ölüden sonra hele… Onların bu kayıtsızlıklarının bir sürü nedeni vardı. * ** 13 Ford, Honda motosikletlerle taksi olarak kullanılan Lambretta’ların kaynaştığı Pasteur Sokağı’nı geçiyordu. Malko şaşırmış, aptallaşmıştı. Birkaç saatten beri Saygon’da olduğunu söylemek çok zordu. Şimdiye kadar bu kadar pis, bu kadar gürültülü, anarşik bir şehir görmemişti.

Dikenli teller, kum torbalarıyla korunan bir yığın çirkin gökdelen, barikatların ortasında izole olmuş birkaç villa, eski ve yıkık dökük sürüyle bina… Bütün şehir sıcaktan ve nemden ağır ağır tükenip bitiyor gibiydi. Koca bir sıçan arabanın önünden geçerek caddeyi katetti. — Albay Mitchell niçin intihar etti? diye sordu. Richard Zansky’nin suratının ölü tarafı mermer gibiydi. Ölçülü bir tonda cevap verdi. — Albay Mitchell iki yıldan beri benim emrimde çalışıyordu, intihar etmesi için hiçbir sebep yoktu. Arabanın içinde boğucu bir sıcak vardı. Havalandırma arka tarafta pek etkili olmuyordu. Malko camı indirdi, benzin kokusuyla ağırlaşmış pis ve sıcak bir hava yüzüne çarptı. Onu New-York’tan Bangkok’a getiren İskandinav Havayolları’ nın konforunu özlemişti. Dünyanın öbür ucundan, bin iki yüz kilometrelik yoldan gelmişti. Uçaktaki diğer yolcular Bali’ye, Hong-Kong’a, Rangoon’a, rüya ülkelerine gidiyorlardı. Coleridge arabayı askeri hastanenin demir kapısı önünde durdurdu, iki beton tabya girişi bombalardan koruyordu. Saygon günün yirmi dört saatinde savaşıyordu. 14 * ** Third Field Hastanesi’nin diğerlerinden pek bir farkı yoktu.

Vietnamlı ufak tefek iki hemşire onlara doğru kayıtsız ve ukalaca yaklaştılar. Korku bir yana, yirmi beş yıldan beri sürmekte olan savaştan bıkmışlardı. Malko ve yanındakiler fazla beklemediler. Kafası traşlı, beyaz önlük giymiş Amerikalı bir doktor yanlarında belirli ve iri elini Richard Zansky’ye uzattı. — Binbaşı Tully! — Albay Mitchell nasıl? — öldü. Ambulansta getirilirken… Binbaşı bir sigara yaktı. Uç adamın suskunluğu karşısında sordu: — Arkadaşınız mıydı? Zansky soğukça cevap verdi: — Daha da yakın. Bir şey söyledi mi? Doktor kafasını salladı. — Hayır. Kendine bile gelemedi. Alevlerden boğulmuş. Vücudu üçüncü dereceden yanık. Pek fazla şansı yoktu zaten. Başına ne geldi? Bir kazamı? — Hayır, bir cinayete kurban gitti! dedi Zansky. Onu görebilir miyim? Cebinden elçilik kartını çıkardı.

Binbaşı sigarasını söndürdü. — Elbette. Beni izleyin. * ** Albay MitchelPin cesedi bomboş bir odada, üstünü örten bir çarşafın altında yatıyordu. Zansky çarşafı kaldırdı ve kenara koydu. 15 / / Vücudu çıplaktı, yanık yerlerin görünümü oldukça kötüydü. Onlara kapıyı açan Vietnamlı hemşire bir kenarda duran paçavraları Zansky’ye gösterdi: Elbise kalıntıları. / — Üzerinden çıkanlar bunlar. Malko ve Coleridge çarşafa iğrenerek bakıyorlardı. Antiseptik kokusu heyecanlarını bastırmıştı. — Bana dediklerinizden sonra, diye konuştu Tully, uyuşturulmuş olmalı. Onu öldürenler yakmadan evvel uyuşturucu hapları vermiş olmalılar. Hiç acı çekmediği gerçek. Zansky dudaklarının arasından bir küfür savurdu. Alnı ter içinde kalmıştı.

—Gidelim buradan,dedi birden. Hemşireyi iterek dışarı çıktı. Genç kadın acı bir gülümsemeyle onlara baktı. Bu yabancılar şanslı insanlardı. Yanık da olsa, arkadaşlarının cesedini tam bulmuşlardı. Oysa, kendi ailesinin birçok ferdi Amerikalıların napalm bombalarıyla buharlaşıp yok olmuşlardı. Holde Binbaşı Tully ile el sıkıştılar. Dışarda yağmur başlamıştı. Uç adam koşarak Ford’a atladılar. Richard Zansky tek kelime etmeden kendini koltuğa bıraktı. Malko sokaklardaki kalabalığı seyrediyordu. Can sıkıcı bir yerdi burası. — Bu cinayetin sorumlusu kim? diye sordu Malko. Richard Zansky yanağını kaşıyordu. — Durum ortada, dedi.

Mitchell “Sunrise” operasyonuna atanmıştı. Ama daha dün gördüm kendisini. Tehlikede olduğunu belirtecek hiçbir şey yoktu… Bu işe aklım ermedi… 16 — Sunrise mı? O da nedir? Richard Zansky gülümsedi. — Siz,de zaten bunun için Saygon dasınız, dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir