Kemal Tahir – Halk Pilajı

Türkiye’nin yayıncılık hayatında, gazeteler, yayınevleri ve yazarlar arasındaki edebi ve ekonomik ilişkilerin belki biraz daha amatörce yürütüldüğü yıllarda, Kemal Tahir gerek kendi ismiyle, gerek müstear isimle, son derece zor koşullar altında, inanılması güç bir eforla büyük küçük sayısız esere imza atmıştı. Bu yoğun mesainin izleriyle dolu olan mektuplarından herhangi birine bakmak, “yazarlık mesleği” hakkında bir fikir vermeye yetecektir: “İki seneden beri şu kitapları yazdım: On Küçük Zenci, Bir Kirpiğin Yarısı, Bir Acaip Aile, Ödeşmek, Maceraya Tutku, Muhallebi Çocuğu, Bir Gecenin Beyliği, Gönül Denen Hayvan, Yedek Sevgili. Bu dokuz roman 1850 sayfa tutuyor… Hem hepsi bu kadar değil, Sevgilim İmdat, Sağır Dere, Bir Haşarı Delikanlının Macerası, Kelleci Mehmet, Küçük Balık isimli beş tane roman daha var. Bunlar şunun bunun elinde basılacak yer arıyorlar. Bir tercüme polis romanı, bir komik roman, Claude Farrere’den diğer bir tercüme de bende duruyor. Şimdi, bu gece sana bu mektubu yazdıktan sonra yeni bir romanın planını yapmaya mecburum. Ona da derhal başlayacağım. Bir ayda bitirmeliyim. Hasılı her ay bir roman yazıp satamazsam, geçinmek imkansız gibi bir şey…” Dolayısıyla, bir başka mektubunda şu satırlarla karşılaştığımızda herhangi bir şaşkınlık yaşamayacağımızdan emin olabiliriz: “Jack London’ın Martin Eden isminde bir roman kahramanı vardır. Bilmem okudun mu? Ömrü hikâyeler yazmakla ve bunları gazete ve mecmualara yollamakla geçen bir biçare. Ben işte, son günlerde ona benzedim.” Halk Plajı da Kemal Tahir’in müstear isimle imza attığı, 1954 yılında Çağlayan Yayınevi tarafından yayımlanan bir roman. Söz konusu döneme yayınevleri cephesinden baktığımızda, onları da en az yazarlar kadar renkli bir faaliyet içerisinde görüyoruz. Çağlayan, son sayfalardaki ilanlarda “her ay en az iki gününüzün zevkli geçeceğini” garanti eden, okurlarına kitapların yanı sıra portatif kitap rafları hatta elbiselik kumaş dağıtan bir yayınevi. Kemal Tahir’in yukarıda nakledilen satırları, okurların bu en az iki günlük zevkinin nelere mal olduğunu görüp buruk bir şekilde gülümsememize neden olabilir.


Ama sonuç olarak o yıllarda Çağlayan’ın dışında Plastik Yayınlar, Ekincigil Yayınevi ve daha başka birçokları, bir yarış havası içerisinde en fazla sayıda okura ulaşmaya çabalıyor, yazarlar da ister istemez kabul ettikleri bu güç koşulların esiri olarak yollarına devam etmeye çalışıyorlardı. Özellikle müstear isimlerin kullanıldığı kitapların yazımı sırasında çok fazla müsveddenin çöpe gitmediğini tahmin edebiliriz elbette. Halk Plajı, Kemal Tahir’in tanıdık üslubuyla kaleme alınmış bir “yerli roman”. Yazarının alamet-i farikası olmuş diyaloglarla bir oturuşta okunabilecek küçük bir kitap olmakla birlikte, insanın ağzında acı bir tat bıraktığını da eklemek gerek. Neredeyse bütün bir kişiler kadrosunun yanında, doğal unsurların da karanlık, sevimsiz bir yüzle karşımıza çıktığı, “insanlık durumu”na dair hayli karamsar bir tablonun çizildiği ve “Samim Aşkın”ın adeta kahramanlarını birbirlerinin insafına terk ettiği bir roman. Ama renkli diyalogların okurları eğlendireceğine de kuşku yok. Bugün Halk Plajı’nı yeniden okurlarla buluşturmak, hem Kemal Tahir’in romancılığını, hem de dönemin yayıncılık dünyasını hatırlamak üzere zevkli bir girişim niteliğinde. Orijinal kapağıyla birlikte sunduğumuz kitabın, bir zamanlar ilk yayımcının garanti ettiği zevkli saatleri bugün de yaşatabilmesi beklentisiyle… 1 Selçuk Aylar 1 Çağlayan baskısında net olarak anlaşılamayan ifadelerden birkaçı, metni tamamlama vs. yoluna gidilmediğinden dolayı bu baskıda da korunmuş, bazıları ise düzeltilmiştir. Birinci Kısım LÜKS KABİNELER I Sırtı yeşil ışıltılarla parlayan kocaman bir sinek, 14 numaralı lüks kabinenin kapısından vınlayarak girdi, çıplak beton duvarları, çıplak tavanı bir hamlede dolaştı. Döşemedeki yarı kurumuş balgamları ve hamamböceği ölüsünü hortumunun sert ve sinirli hareketleriyle didikledi. Dibinde bir miktar boyalı ispirto bulunan kiloluk rakı şişesinin mantarından, iskemlenin arkalığına asılı eski atlet fanilasına uçtu ve nihayet, ıslak nefeslerle uyuyan Davut Bey’in ayaklarından birine kondu. Derisi kahverengine dönmüş bu pis ayak, siyah tırnakları, çatlak tabanı ve yamru yumru nasırlarıyla acayip bir hayvan ölüsüne benziyor, karyolanın çarşafsız şiltesi üzerinde, bir daha kullanılmayacakmış gibi, yana devrili duruyordu. Koca sinek diz kapaklarına doğru yürüdü, kısa keten pantolonun yamalarıyla lekelerinde gezindi, sık soluklarla kalkıp inen midenin üstünde bir müddet dinlendi. Davut Bey’in güneşten yanmış vücudu da pas rengindeydi.

Vaktiyle tıkız, tombulken sonradan zayıflamış olduğu için derisi porsuyup sarkmıştı. Bu sarkış, yüzünün hatlarındaki hazin ve hilekâr sivrilikleri büsbütün meydana çıkarıyordu. Koca sinek on günlük kırçıl sakallarla kaplı sivri çenede biraz tepindi, sivri burnu, fırlak elmacıkları ve şakağa iyice yapışmış ince kulağı yokladıktan sonra ağzın kenarına geldi. Davut Bey bu temasla dudaklarını araladı: “Resmen orospu mu? Resmen orospu ne demek?” diye sayıkladı. Fazla içtiği gecelerin sabahında, uyanmak üzereyken, hep aynı rüyayı – pembe kombinezonunun askılarından biri omuzuna kaymış, etekleri diz kapaklarından yukarıya sıyrılmış Naciye’yi – görür ve aynı sözleri sayıklayıp kendi sesiyle uyanırdı. Uzun kırçıl kaşlarının gölgesindeki kırmızı damarlı bulanık gözlerini bir müddet kırpıştırdı, eski bir hıncı ve tatlı bir hatırayı aynı zamanda ifade eden iştahlı bir hareketle dilini dudaklarında dolaştırdı. Koca sinek havalandı, kabineye sırtının yeşil renginden iğrenç bir şeyler bırakarak çıkıp gitti. Davut Bey’in artık işlemeye başlayan beyni, ham demirden yapılmış büyük bir bilya gibi, başının içinde yuvarlanıp zıplıyor, ensesine yakın bir yeri fena halde ağrıtıyordu. Bu ağrıyı bir müddet tanıdık bir ses gibi dinledi; damarlarından geçerek sağ koluna doğru yürümesini âdeta gözleriyle takip etti. Sapsarı derisinden mor damarları fırlamış bu yorgun kol, karyoladan dışarı sarkmıştı. Yumruğuyla, kiraz ağacından yapılmış bir eski ağızlığı sımsıkı tutuyordu. Davut Bey, boyalı ispirtoyu fazla içip üstüne de afyon yuttuğu geceler ateşi bastırmadan sızacağını bildiğinden, sağ kolunu sigarayla beraber dışarı uzatır, kendisini tamamiyle kaybettiği halde bunu asla yatağa yaklaştırmazdı. Yüksek sesle, “Demkeşliğin nizamını daha bozmamışsın Davut!” dedi. “Akıl uyumuyor da ondan. Akıl zaten uyanık!” Bu nizamı öğrenip tatbik edinceye kadar kaç yatak, yorgan, kaç yastık, kaç kat iç çamaşırı yaktığını hatırlayarak kendisini akıllılardan saymasına şaştı.

Sigara sonuna kadar yanmış, ağızlığı külle tıkamıştı. Üfleyip açtı, ucuyla karnını kaşıdı. Başının altında yastık olmadığı için kafasını biraz kaldırarak kapıdan dışarı, gökyüzüne ve ağaçlara baktı, kendisine mahsus bazı işaretlerden saatin dörde yaklaştığını anladı. Ancak üç saat uyuduğu halde, “Vay canına leş gibi yatmışız,” dedi. Kiloluk şişe gözüne ilişti. Dibindeki boyalı ispirto, beton döşemenin rutubetli kurşunîliği üzerinde daha koyu görünüyordu. Tırnaklarının kiri ile bu renk arasında bir münasebet kurdu. “İkisi de birbirinden farksız, ikisi de bok!” diyerek suratını buruşturdu ve Maliye Tahsil Şubesi Müdürü iken beraber çalıştığı bir muhasip arkadaşı, mütemadiyen tırnaklarını kemiren Adnan Efendi’yi hatırlayarak; “Herifteki mide değil, işkembe imiş,” diye söylendi. Dirseğine dayanıp doğrularak iskemleye baktı. Canı sigara istiyordu. “Can doymaz. Akıl uyumaz. Gönül kocamaz. Bunlar ne bela?” diyerek ümitsiz ümitsiz başını salladı. Pakette bir tek sigara kalmıştı.

Sabahleyin üst üste üç sigara içmedikçe öksürüğün arkasını kesemediği için telaşlandı. Tek sigarayı evirip çeviriyor, şu saatte iki tane daha bulmanın zorluğunu bildiğinden yakıp yakmamakta tereddüt ediyordu. Halbuki böyle direnmelerin hiçbir zaman fayda vermediğini de bilmez değildi. Nitekim düşüncesinin bir yerinde her şey birbirine karıştı. Nemli kibriti zorla çakarak sigarayı yaktı ve ilk nefeste öksürmeye başladı. Bacaklarını karyoladan sarkıtmış, kollarını karnına sıkıca bastırarak iki büklüm olmuştu. Midesinden kopan ekşi, bulanık, sert bir şey boğazına doğru çıkıyor, geçtiği yerler tamamiyle yara imiş de kabuklarını sıyırıyormuş gibi göğsünü sızlatıyordu. Rutubetli beton ve kirli insan vücudu kokusunu – hakikatte boyalı ispirto ve afyon kokusunu – şiddetle duyarak bir müddet öğürdü, nihayet öfkeli deniz hışırtılarıyla döşemeye tükürdü. Bu esnada kalın ve kabadayı bir ses: “Hay Allah belanı versin moruk!” dedi. “Ulan bu ne biçim balgam? Yumruk kadar balgam mı olurmuş, namussuz?” Yaz mevsiminde nalın giymeyi dahi israf sayarak daima çıplak gezen, bu sebeple ayak sesleri asla duyulmayan Süleyman Efe, kocaman vücuduyla pervaza dayanmıştı. Her zamanki gibi kasketi başındaydı. Pos bıyıklarını güzelce kıvırmış, karaya boyadığı saçlarının kasketinden dışarıda kalan kısmını “güvercin kanadı” denilen şekilde taramıştı. Sırtında filtikostan siyah ten fanilası, bej renkli yakasız frenk gömleği vardı. Kocaman göbeğinin altında, pantolonunu bir asker palaskası tutuyordu. Semtin yeni yetişen delikanlıları, bunlardan bilhassa zengin evlatları, hatırını sayarlar, Efe’ye “eskilerden” diyerek hürmet ederlerdi.

Süleyman Efe, boş zamanlarında kahveye gider, gençleri etrafına toplayıp, onlara külhanbeyliğinden, tulumbacılığından anlatır, kendisini de araya karıştırarak “on ikiler”in maceralarını hikâye eder, kabadayılığın, kerhanelerde dost tutmanın raconlarını sayıp döker, namlı kavgaların yadigârı bıçak ve kurşun yaralarını gösterir, bıçağın ucunu tutup ölçülü yara açmanın, fesi ele alarak iki yüzlü Dağıstan kamasına karşı çıkmanın usullerini gösterirdi. Hasılı vurmuş, vurulmuş, nam verip nam almış, fakat – kendi tabiriyle hiçbir zaman edepten ayrılmamış – “alnı açık” delikanlılardandı. Halk Plajı’nın kurulma sıralarında, canları başlarına sıçrayan yobazların arkasına düşmüş, yakıp yıkmaktan dem vurarak epeyce hünerbazlık etmişti ama sonunda “Şeriatın kestiği parmak acımaz; mademki hükûmetimiz müsaade vermiş, bize halt etmek düşer,” diyerek eski dostu Şükran’la beraber buraya kapılanmıştı. Kışın bekçilik, yazın şezlong ve mayo kiracılığı ediyor, ayrıca lüks kabinelerin temizliğine ve idaresine bakıyordu. Süleyman Efe, tekrar öksürmeye başlayan Davut Bey’e çıkıştı: “Gebereceksin deyyus, at şunu!” Davut Bey, yaş dolu gözlerle baktı. Suratı morarmış, kirli kırçıl saçları dikilmişti. Bir taraftan elini hem ‘Defol’ hem de ‘Boş ver’ manasında sallarken, diğer taraftan Efe ile inada girmiş gibi, sigara dumanını, esrarkeşlere mahsus derin ve kindar bir nefesle ciğerinin en uzak damarlarına kadar göndermeye çalıştı. İki öksürük arasında: “Şuradan bana iki cıgara bul,” dedi, “dükkânlar açılınca beş tane veririm. Namussuzum ki…” “Elbette namussuzsun! Dün geceden beri bir paketi hakladın mı? Çüş oğlum, kesene de yazık, canına da.” “Haydi Efe, iki cıgara ver, üç cıgara faizi var…” “Laf mı şu? Sanki bizim cıgarayı bıraktığımızı bilmez gibi… Allaha şükür biz bu cenabetten kurtulduk. Boşla gitsin birader, işte sana baba öğüdü. Hiçbiriniz benim kadar tiryakisi olmayın. Sen sabah sabah üç tane mi içersin? Ben beş tane içmeden kendimi toplamazdım. Tam kırk sene içtim. Hem de sizin gibi inhisar gübresi değil, halis Bafra kaçağı.

Barut gibi. Türkçesi, zehir. Bir sabah bu biçim bir öksürük yaptı. Ölüyoruz, ötesi yok. ‘Canımdan iyi mi?’ dedim, boşladım gitti.” “Lafı uzatma. Şart olsun beş tane veririm. Şükran Abla’da vardır. Kap, gel.” “Nereden kapıp geliyoruz, düdük? Karı kaçıncı uykusunda! Uyandırayım da başıma iş mi açayım? Bu sabah iki eksik ziftlen. Ben içseydim, baş üstüneydi.” “Aman Efe, ayaklarını öpeyim, üç cıgara içmeyince ben yerimden kalkamam. Sende vardır. Otladıklarını tekrar paketlere doldurup…” “Ne demek?” “Gece vakti tütünsüz kalanlara on kuruş fazlasına satıyorsun. Yalan mı, pezevenk?” “Ulan size iyilik yaramaz ki! Bir tek cıgara için sırasında adama kul köle olursunuz, nefesiniz genişledi mi… Tövbe yarabbi! Sen şimdi cıgara düşüneceğine bizim karıyı düşün.

Bak, Şükran Abla gelir de bu balgamları görürse, karışmam, işini bitirir.” “Şükran’ın iş bitirmesi yirmi beş sene evvelki mesele değil miydi? Tadına baktığımdan bilirim. Hâlâ o ince zanaatı bırakmadınız mı?” “Ağır ceza reisi seni benden sormamalı ki, domuz niyetine yatırıp kesmeliyim. Bu ne biçim söz?” “Namusuna mı dokundu? Kaç kere üstümüze gelmedin mi? ‘Keyfinize bakın,’ demedin mi?” “Sus yahu!” – Süleyman Efe etrafına bakındı. – “Biri duyar da sahi zanneder. Ben şakalaşıyorum. İki cıgaranın ne kıymeti var? Beş vereyim. Elin ne zaman ferahlarsa ödersin. Lâkin sen de Lâzoğlu işini yoluna koy.” “Hangi iş?” “Ulan, biz dün gece ispirtoyu bedavadan mı içirdik, afyonu anafordan mı bulduk? Aklına tükürdüğümün bunağı! Kahve ocağı meselesi. Doğrusunu istersen ben ocak heveslisi değilim, asıl sana yüreğim acıyor. Belli başlı bir işin olmasın mı? Ömrün yazın deniz hamamında, kışın Tophane’nin bitirim hamamında mı geçecek? Dün gece ‘olur’ diyen sen değil misin?” “Şimdi aklıma geldi. Elbette! Ben sözümün eriyim. Bende kalleşlik aramayacaksın. Lâzoğlu’nu bana bırak.

” “Bıraktım gitti! Kulağını büküver. ‘Trabzon’daki eşşeklik burada sökmez,’ dersin. Herif sipsivri bir erkeklik davası tutturmuş. ‘Babam mezardan çıksa bende yalan kâfir!’ diyor. Korkarmış. Neden korkar, anlamam ki.” “Aldırma, böyle diyenler daha çabuk yola gelir. Oğlanlar hazır mı?” “Hepsi dünden hazır. Daha geçenlerde bir iş olmuş. Bizim aslan kahveci, ‘Ben kimseye haraç yedirmem,’ demiş. Sarı Oğlan’a bir kahve yapmamış.” “Öyleyse günah bizden gitti Efe.” “Değil mi ya! Herif bindiği dalı kestiyse, Süleyman Efe ne halt etsin?” “Şükran kalkar da buranın pisliğinin görürse…” “Boş ver. Sen bugüne bugün bizim babamız sayılırsın. Cevahir taşı çamura düşmekle kıymetini kaybetmez.

Dünyadır bu, ucu uzundur. Ben şimdi iki kürek kum getirir şıpınişi temizlerim.” “Sağ ol Efe! İyi adamsın, tam arkadaşsın.” Davut bey, bunları kederli bir minnetle söylemişti. Süleyman Efe’nin yüzüne aç bir köpek gibi yalvararak bakıyor, sigaraları bekliyordu. Efe yarım döndü, arka cebinden bir teneke kutu çıkardı; bunun içinde her cinsten toplama sigaralar vardı. Dört tane Birinci, bir tane de Bafra ayırdı: “Buyur baba,” dedi, “işte bir tane de Bafra. Önce bunu yak, benzine kan gelsin.” İçini çekti. “Biz de senin vaktiyle çok cıgaralarını, rakılarını içtik. Senin evveliyatını düşünürüm de Davut Beybaba, ‘Hey gidi kavanoz dipli dünya hey!’ derim. Bir vakitler hovardalıkta padişah gibi hüküm yürütürdün, Fehim Paşa gibi. Evlerin en körpe piliçleri zatına mahsustu. Seni Naciye kahpesi yere vurdu. Hem de nasıl vurdu? Allah beterinden saklasın!” Davut Bey Bafra’yı yakmıştı, öksürmemek için kendini sıkarken inliyordu.

Süleyman Efe, karşısındakinin pek hoşlandığı bir meseleden bahsettiğini sanarak: “Geçmiş gün baba, ben o karının marifetine akıl erdiremedim,” dedi. “Senin gibi uçarı, gün görmüş zamparayı nasıl yere vurdu? Bizim Şükran’a bakarsan böylelerinin yatak hali yaman olurmuş. Bir kere tadını alan bir daha ayrılamazmış. Ha, ne dersin?” Davut Bey hırıl hırıl hırlayan göğsünü eliyle örtmüş, tokattan çekinir gibi gözlerini kısmıştı. İki sene gece gündüz aynı evde yaşadıkları halde Naciye’nin sırrına vâkıf olamamış, Efe’nin sorduğu sualin cevabını hâlâ bulamamıştı. Bu meseleyi düşünürken her zaman o vaktin Davut Bey’i gözünün önüne geliyordu. Kalıplı, kıyafetli, alımlı, çalımlı bir erkek. Saat, kordon, kol düğmeleri 24 ayar altın, yüzükler, elmas, kravat iğnesi halis inci. Elbiseler İngiliz kuponu, gömlekler safi ipek. Cüzdan dolu. Hovardalıkta tecrübeler hudutsuz. Böyle bir adam, günün birinde, maiyetindeki memurlardan birinin genç karısına şakacıktan takılıyor. Kime anlatsan inanmaz. Hem de gösterişsiz bir kadın. Gözleri yeşil, derisi buğday.

Etine dolgun ama ufak tefek. Tam altı ay, elini eline sürmeden, gülerek ‘olmaz’ demiş, fakat her defasında bu ‘olmaz’ı, yanaklarını çukurlaştırarak ‘biraz daha gayret, görmüyor musun razıyım,’ der gibi söylemişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir