Kemal Tahir – Aşk Çetesi

Açtı, ama nasıl? Domuzuna. Açlık, geveze bir arkadaştır. Aç adam dehşetli düşünür. Dehşetli karar verir. Fakat canına tak demeyince, bir şeyler beceremez. İşte Zeki Çizer, Beyazıt’tan türbeye doğru yürüyorken, hem düşünüyor, hem de içinden söyleniyordu: “Şimdi bir güzel bayana rastlasam, otomobilinde giderken beni görse. Olur ya kadındır, birdenbire sevse… Ateş-i aşkımdan yansa, tutuşsa, divane olsa. Ama öyle cebi deliklerden olmasa, mal, mülk, han, hamam, apartman sahibi cinsinden bir güzel bayan. Düşse peşime. Yalvardıkça yüz vermesem, üstüme düştükçe naz etsem. Nihayet kesenin ağzını açsa, giyinip kuşansam… Bir Avrupa seyahati… Luvr Müzesi…” Tahayyülâtın burasında karnı guruldadı. Açlık, egoisttir. Dostlarının kendisinden başkasıyla meşgul olmasına tahammül edemez. İşte Zeki Çizer’in midesine midesine vuruyor, dirseği boş böğrüne boş böğrüne yallah ediyor muştayı. Üstadın içi ezim ezim ezilirken kulağına haykırıyor: “Hülyayı geç bir kalem dostum! Madem ki bir susamlı simit uyduramıyoruz, terkos çeşmesine bakalım.


Realiteye inelim. Unutma. İki su, bir ekmek yerini tutar. Hele kemeri de sıkıştırdın mı, biraz ferahlarız. Zaten benim zorum sen geberinceye kadardır, ondan sonra sen sağ (!) ben selâmet.” Zeki, midesinden gelen bu sese hak verdi. Etrafına bakındı. Çemberlitaş’ın dibindeki terkos çeşmesini gördü. Yanaştı, bir elini üstündeki topuza kinle bastı. Diğer elini çukurlaştırarak gürül gürül akan suyun altına tuttu, kana kana içti. Ve lastik kemerini bir parça daha sıkıştırırken: “Doğru,” diye mırıldandı, “iki su, bir ekmek yerini tutuyor. Kemeri sıkıştırmak da çerezi olacak. Aç gezmek aptallık doğrusu.” Kendini Divanyolu’ndan aşağı koyverdi. Niyeti, Gülhane Parkı’na kadar uzanmak.

Allah’a şükür hava iyi. Denize karşı bir kanapeye oturacak, bol hava, ılık güneş ve tabiatın güzelliklerini tadarak gününü gün edecek. İki Dâhi ve Aşk Sultanahmet’ten geçerken karşı taraftan doğru ismini çağırdıklarını duydu. İçi cız etti. Ses, Şair Keramet Eşkin’in sesi. Adımlarını sıklaştırırken homurdandı: “Eyvah, oğlan yine muhakkak bir halt karıştırmıştır. El âlemin dükkânına on parasız dalıp tıka basa karnını mı doyurdu acaba? Şüphesiz öyledir. Bir ahbap geçsin diye beklemiştir. Aman savuş. Senin derdin sana yetiyor, görmemezlikten, duymamazlıktan gel.” Fakat her zaman tedbir takdire uyar mı? İşte o adımlarını sıklaştırdıkça şairin feryadı artıyor. Aman bre! Sakın arkasından koşmaya başlamasın. Öyle ya, Zeki korktuğuna uğruyor. İşte üstadın küt küt ayak sesleri. İşte: “Dur Zekiciğim, vallahi benim, yabancı yok.

Kaçma!” diye teminat verişleri. Çarnaçar döndü. “Vay sevgili kardeşim sen misin? Hayrola,” diye söze girişti. “Bu ne dalgınlık monşer. Paröl donör gırtlağım paralandı.” “Bir acele işim var da…” “Yo! Dünyada olmaz. İmkânı yok salıvermem.” Ve kolunu koluna geçirerek devam etti: “Gel şurada birkaç tek atalım. Bugün bendensin. İçmek sanatkârlar için zarurettir be birader.” Zeki Çizer’in yüreğine su serpilmeye başlamıştı. Fakat ihtiyatı elden bırakmadan sordu: “Demek para tutuyorsun?” Şair, ressamı basık bir köfteci dükkânına doğru sürüklerken gururla izahat verdi: “Eh, oldukça! Son kitabımdan yedi tane satılmış. Bugün otuz beş kuruştan parasını aldım.” “Gözün aydın.” Adeta karanlık ve adeta pis dükkânda karşılıklı oturdular.

Keramet kumandayı bastırdı: “Üstada çatal ihsan et Zeynel Ağa. Bir de bardak yetişir, su istemez, su istemez, susuz içer o. Hani köfteler? Hani çırak buz alacaktı?” Mavimtırak, yapışkan bir dumanla dolu ocağın önünden Zeynel Ağa başını çevirmeden cevap verdi: “Şimdi bayım, şimdi!” Şair, fasulye piyazı ile marul salatasını, soğumuş üç köfteyi misafirine doğru sürdü. Sonra oturduğu peykenin altına eğilerek yarım kiloluk bir şişe çıkardı. Ressamın önüne getirilen su bardağını silme doldurdu. “Haydi başla,” dedi, “şerefine.” “Şerefine şairim!” Yudumlar sıklaştıkça açılmaya başladılar. Keramet Eşkin sordu: “Böyle dalgın dalgın nereden gelip nereye gidiyordun?” “Sorma, Keramet, hiç sorma! İşlerim berbat.” “Etme yahu.” “Etmesi bu. Bilmiyor gibi söylüyorsun! Resim metelik etmiyor.” “Orası öyle. Sanki resim metelik etmiyor da, şiir ediyor mu?” “Geri memleket.” “Cahil millet.” “Anlamıyorlar.

” “Kırk sene çalışsalar anlayamazlar.” “Vallahi deli olacağım Kerametçiğim. Ben bu memlekette, bu insanlar içinde doğup büyümemiş olsam, dünyada Kübik resime tapmayan bir ferdin mevcut olabileceğini tasavvur edemezdim.” “Kübik resmi bir kalem geç üstat, haydi onu anlamak büyük bir kültür işidir. Ya bizim şiirler?” Keramet, teyzesinden kopardığı paralarla her sene bir kitap çıkarıyordu. Darülfünun’un Edebiyat Fakültesi’ni bitirdikten sonra edebiyat hocalığını büyük şair ruhuna yakıştıramamış, ‘Kalemimle yaşayacağım!’ diyerek matbuat âlemine atılmıştı. O gün bu gündür, dört sene geçtiği halde kalemi hâlâ yerinde sayıyor, büyük şaire zırnık kazandırmıyordu. Dört kitaptan aldığı para bir kitaba harcadığı paranın onda birini tutmamıştı. Bir aralık, yine teyzesini kandırarak kapağı Paris’e atmış, teyze hanım paranın arkasını kesince ters yüzüne geri dönmüştü. Laf arasında sarf ettiği Fransızca kelimeler, işte bu Paris seyahatinden kalma yadigârlardı. Zaten Türkçesi de pek kuvvetli sayılmazdı üstadın. İptidaiyi bir Alman mektebinde, ortayı bir Amerikan kolejinde, liseyi derseniz kapılarını çoktan kapatmış bir hususî mektepte okumuştu. İki yıllık Darülfünun tahsili ise büsbütün içler acısı. İmtihan günleri müstesna, fakülteye uğramamış, geriye kalan zamanın yarısını kahvede, yarısını kızların peşinde geçirmişti. Biz edebiyatçıyız diye, okumak, tetkik etmek külfetini de bir yana bırakmıştı.

“Madem ki böyle hissediyorum. Hakikat budur!” deyip gidiyordu. Fakat yazdığı şiirler yamandı ha! Garazkârlar diledikleri kadar manasız, saçma, hezeyan desinler, her biri erbabına cevahir mi cevahirdi. Dört ciltlik âsârında, sade dört mefhum vardı: Karanlık, ölmek arzusu, ıstırap ve kavga. Lakin bu dört mefhuma bakarak, üstadı, kendini kapıp koyuvermiş, dünyadan elini eteğini çekmiş dervişandan sanmayın. Hazretin bütün ömrü ışıklı pastahanelerde, dans salonlarında, barlarda geçiyordu. Gardırop parasını bir ahbaptan koparınca, bedava elde ettiği çaylı dans biletlerini dünyada boş geçirmez, iki eli kanda olsa balolara damlardı. Hele aklına sabahlamak esmeye görsün. Üşenmeden eve koşar, gece yarısından sonra jiletle mükemmel tıraş olup perdahlanır, pastahaneye yan gelerek sarhoş bar kızlarına şairane laf atar, âşıkane göz süzerdi. Âşık olmadığı zaman hemen hemen yok gibi idi. Aşkı akrostişle başlar, ihanet görmekle nihayetlenirdi. Kadınlar hakkındaki felsefesi emsalsizdi: “Bu mahluklar,” derdi, “akrostişe biterler ve ihanet etmeden yaşayamazlar.” Halbuki Zeki Çizer’in hayatı Keramet’in hayatından biraz farklıca idi. O da şair gibi eserinden on para kazanamamıştı. Fakat ressamın ihtiyar zengin teyzesi olmadığı için ister istemez bir iş tutmuş, Beyoğlu’nda dans mekteplerinden birinde dans hocalığı etmeye başlamıştı.

İlk zamanlarda yeni dans öğrenmek isteyenler bugünkü gibi yırtılmamışlardı. Dansı iyice öğrenmeden kadınları ayağa kaldıramıyorlardı. Fakat gel zaman, git zaman, dünya değişmiş, herkes dans hocasına vereceği para ile bir sevgili idare etmek ve dansı ondan öğrenmek usulünü keşfetmişti. Bundan dolayı önce iyi giden işleri bozulmuş, üstat sekiz aydır pansiyon kirasını veremez, hatta karnını doyuramaz hale gelmişti. Uzun boylu anlatmaya ne hacet. İkisi de yeni neslin her adımda rastladığımız büyük, fakat meteliksiz, dâhi fakat serseri üstatlarındandır. Bardakları arka arkaya tokuşturuyorlar, kıyasıya içiyorlardı. Bir taraftan sığır köfteleri getiriliyor, diğer taraftan yarımşar porsiyon fasulye piyazları taşınıyordu. Sarhoşluk yaklaşıyordu. Keramet çırağa yüz dirhemlik bir şişe daha ısmarladıktan sonra birdenbire telaşlandı. Ceplerini masanın üstüne boşaltırken söze başladı: “Ölüyorum, çıldırıyorum, kahroluyorum. 20 günden beri uyku haram.” Karıştırdığı kâğıtların arasından bir zımbalı defter ayırarak devam etti: “Gönlüme hâkim olan müstebit kraliçenin adı Semiha, dün gece tam 27’nci akrostişi yazdım. Dinle: Siyah bir öpüştür ağzımda adın Ellerin, kolların, nurdan kanadın. Mavera seninle dolu bir kucak! İnlerken karanlık, inlerken hüzün, Hülyamın seni ilk tanıdığı gün, Aşkımı kargalar anladı ancak.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir