Mathias Enard – Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara

Gece güne bağlanmıyor. Gece günde yanıp tutuşuyor. Geceyi şafakta bir odun ateşine taşıyorlar. Geceyle birlikte gecenin insanları içkicileri, şairleri, âşıkları da. Bizler sürülmüş, ölmeye mahkûm edilmiş bir halkız. Seni tanımıyorum. Senin Türk arkadaşını tanıyorum; o da bizden biri. Onu yutan karanlık ve gördüğü hayaller yüzünden dünyadan yavaş yavaş siliniyor; bizler kardeşiz. Onu bizim buraya, yıldız tozlarına hangi keder ya da zevkin sürüklediğini bilmiyorum; belki afyon, belki Şarap, belki de aşk; belki de belleğin kıvrımlarına saklanmış birkaç bilinmez ruh yarası. Bize katılmak istiyorsun. Korkun ve şaşkınlığın seni bizim kollarımıza atıyor, oraya sokulup kıvrılmak istiyorsun ama kasılan vücudun doğru bildiği şeylerden hiç şaşmıyor, arzuyu uzaklaştırıyor, kendini bırakmayı reddediyor. Seni kınamıyorum. Sen başka bir hapishanede, şan ve şerefe ulaşabileceğini düşündüğün bir kudret ve cesaret dünyasında yaşıyorsun; güç sahibi insanların yardım ve desteğini kazandığını sanıyorsun, şanlı bir başarı ve servet arıyorsun. Ama, gece bastırınca titriyorsun. İçki içmiyorsun, çünkü korkuyorsun; alkolün yakıcılığının seni zaafa, yeniden dayanılmaz bir biçimde okşamalara, yitip gitmiş bir sevgiye, çocukluğun kayıp dünyasına, tatmine, karanlığın ışıldayıp sönen belirsizliği karşısında sükûnete kavuşma ihtiyacına sürükleyeceğini biliyorsun.


Güzelliğimi, tenimin yumuşaklığını, gülümseyişimdeki ışıltıyı, hareketlerimdeki zarafeti, dudaklarımın al kırmızısını arzuladığını sanıyorsun; ama aslında senin bilmeden arzuladığın şey, korkularının dağılması, şifa bulmak, birleşme, geri dönüş, unutma, içindeki bu enerji, yalnızlığında seni yiyip bitiriyor. O zaman da bir ayağın günde, bir ayağın gecede, sonsuz bir alacakaranlıkta kaybolmuş bir halde acı çekiyorsun. Üç balya samur ve zerdeva kürkü, yüz on iki balya panno, yani çuha yün, dokuz top Bergamo sateni, bir o kadar simli Floransa kadifesi, beş varil güherçile; iki sandık ayna ve küçük bir mücevher sandığı: 13 Mayıs 1506′ da Michelangelo Buonarroti’nin arkasından İstanbul Li-manı’na boşaltılan yükler işte bunlar. Firkateyn iskeleye bağlanır bağlanmaz, heykeltıraş karaya atladı. Zorlu geçen altı günlük bir deniz yolculuğundan sonra biraz sallanıyor. Kendisini bekleyen Rum tercümanın adını bilmiyoruz, Manuel diyelim ona; Buna karşılık, tercümanla beraber gelen tüccarın adı biliniyor, İstanbul’a yerleşeli beş yıl olan Floransalı Giovanni di Francesco Maringhi. Mallar ona ait. Nazik bir adam, Daim d heykelinin yaratıcısı ve Floransa Cumhuriyetinin kahramanıyla buluşacağı için mutlu. Elbette İstanbul o zamanlar çok farklıydı; daha çok Konstantinopolis olarak biliniyordu; Sultanahmet Ca-mii’nin yokluğunda Ayasofya tek başına hüküm sürüyordu; Boğaz’ın doğu yakası ıssızdı; Kapalıçarşı dünyanın dört bir köşesinden gelen turistlerin içinde kaybolup yutulacağı o muazzam örümcek ağına dönüşmemişti henüz. İmparatorluk, artık Roma İmparatorluğu değildi ama henüz imparatorluk da değildi; şehir Osmanlılar, Rumlar, Yahudiler ve Frenkler arasında paylaşılıyordu; padişahın adı Bayezid’di, İkinci Bayezid, lakabı Veli, mahlası Adli. Floransalılar ve Venedikliler ona Bajazeto, Fransız-lar Bajazet diyordu. Otuz bir yıl hüküm süren, sağduyu sahibi ve içine kapanık bir adamdı; şarabı, şiiri ve müziği denemeyi seviyordu; genç erkeklere de, genç kadınlara da burun kıvırmıyordu; bilim ve sanatı, astronomiyi, mimariyi, savaşın verdiği zevkleri, hızlı atları ve keskin silahları seviyordu. Floransak heykeltıraş her ne kadar İtalya’da uzun yıllardır büyük bir üne sahip olsa da, Ba- ■ yezid i Mıchelangelo Buonarroti dei Buonarroti’yi İstanbul’a davet etmeye ne itti bilinmiyor Bazıları, otuz bir yaşındaki heykeltıraşı zamanın en büyük sanatçısı olarak görüyordu. Sık sık kendisinden yirmi yaş büyük olan o eşsiz Leonardo da Vinci’yle mukayese edilirdi. O yıl 17 Nisan Cumartesi günü Michelangelo’nun kafası attı, yeni San Pietro Bazilikası nın ilk taşının konulmasının arifesinde Roma’yı terk etti.

Arka arkaya beş de ta Papaya gitmiş, taze para vaadini tutması için ricada bulunmuştu. Onu dışarı attılar. Bahar pek hissedilmiyordu, yağmurluydu; Miche-îangelo yün mantosunun içinde titredi. Michelangelo Ruonarrotfnin gecenin ikisinde floransa Cumhuriyeti’ nin sınırlarına vardığını biyografisini yazan Ascanio Con-divi’den öğreniyoruz: Şehirden otuz fersah uzakta bir handa mola veriyor. Michelangelo, kendisine çok kötü davranan savaş düşkünü ve otoriter Papa II. Juİius’a veryansın ediyor. Michelangelo, gururlu biri. Michelangelo, değerli bir sanatçı olduğunun bilincinde. Floransa topraklarında güvende olduğunu bildiği için, Papa nın kendisini gerekirse zorla Roma’ya geri getirmeleri için peşinden yolladığı adamları kapı dışarı ediyor. Ertesi gün, akşam yemeği zamanı Floransa ya varıyor. Hizmetçisi ona çok hatii bir sebze çorbası hazırlıyor. Michelangelo, kendisini kıskanıp Papa’yı ona karşı doldurduklarını düşündüğü mimar Bramante ile ressam RaHaello’ya içinden hakaretler yağdırıyor. Papa Giuliano della Rovere 1 de kibirli biri. Kibirli, dediğim dedik ve eli sıkı. Sanatçı yeni bazilikanın tam ortasında yer alması gereken muazzam bir anıt olacak Papa’nın kabrinin yapımı için Carrera’ya gidip seçtiği mermerlerin parasını cebinden ödemek zorunda kaldı.

Michelangelo, içini çekiyor. Papa nın imzaladığı sözleşme üzerinden verilen avans, malzeme alımına, yolculuklara, mermer bloklarını kesip ayıracak çıraklara gitti. Yol yorgunu ve kafasına takılan şeylerden bitap düşen heykeltıraşın içi çorbayla biraz ısınınca Rönesans insanının daracık yatağına kapanıyor ve uzanıp yatmanın akla getirdiği ölüm imgesinden korktuğu için sırtını bir yastığa dayayıp oturarak uykuya dalıyor. l.Julio della Rovere,ll.Julius’un papa olmadan Önceki adı.(Ç.N.) Ertesi gün Papa’dan bir mesaj bekliyor. Yola çıkmadan önce Papa nın onu kabul etmeye tenezzül bile etmediğini düşündükçe öfkesinden titriyor. Mimar Rra-mante salağın teki, ressam Ratfaello ise kendini beğenmiş. Kırmızı cüppelinin dünyayı ben yarattım tavırlarına dalkavukluk eden iki cüce. Sonra pazar günü geliyor; Michelangelo aylardan beri ilk defa yağlı yemek yiyor, fırıncı komşusunun pişirdiği nefis bir kuzu. Bütün gün desen çiziyor; göz açıp kapayıncaya kadar üç sangin’ ile iki kurşun uç harcıyor. Günler geçiyor; Michelangelo, kendi kendine acaba hata mı ettim diye sormaya başlıyor.

Papa Hazretleri’ne bir mektup yazıp yazmamakta kararsız. Bağışlanmak ve Roma ya geri dönmek. Asla. Floransa‘d aki Davud heykeli onu şehrin kahramanı haline getirdi. Döndüğünü öğrendiklerinde gelmekte gecikmeyecek siparişleri kabul edebilirdi, ama o zaman da sözleşmeyle bağlı olduğu Julius u iyice delirtmiş olurdu. Papa’nın karşısında bir kez daha eğilip aşağılanmak zorunda kalma düşüncesiyle fena halde öfkeleniyor. İki vazoyla majolika bir tabak kırıyor. Sonra sakinleşip tekrar desen çizmeye koyuluyor, en çok da anatomi alıştırmaları. Ascanio Condivi, onun üç gün sonra, akşam duasının ardından, şiddetli yağmurla ıslanmış olarak gelen iki Fransisken keşişinin ziyaretini kabul ettiğini yazıyor. Arno Nehri son günlerde çok kabarmış, bir taşkın olmasından korkuluyor. Hizmetçi kadın keşişlerin üstlerini kurutmalarına yardım ediyor; Michelangelo iki adamı, etekleri çamurlanmış kıyafetlerini, çıplak ayak bileklerini, sıska baldırlarını inceliyor. 11 Usta, size çok Önemli bir mesaj iletmeye geldik.” “Reni nasıl buldunuz? ‘ Michelangelo, II. Julius’un pek de sıradan, gösterişsiz ulaklar gönderdiğini düşünerek eğleniyor. “Kardeşinizin yol göstermesiyle, Usta.

” “îşte sizin için bir mektup, Maestro. Çok yüksek bir şahsiyetten gelen tuhaf bir istek söz konusu/’ Mektup damgalanmamıştı ama anlaşılmaz harflerle mühürlenmişti. Michelangelo mektubun Papa tarafından gönderilmediğini görünce hayal kırıklığına uğramaktan kendini alamıyor. Mektubu masanın üzerine bırakıyor. “Mesele nedir?” “İstanbul Suİtanindan bir davet, Usta.” Sanatçının nasıl şaşırdığını, küçücük gözlerinin nasıl fal taşı gibi açıldığını gözünüzün önüne getirebilirsiniz. İstanbul Sultanı. Osmanlı Padişahı Büyük Türk. Mektubu parmaklarının arasında döndürüp duruyor. Mumlu kâğıt olabilecek en yumuşak malzemeden. m Adriyatik’te bir gemide, Adriyatik’in rüzgârlarına karşı oturan Michelangelo pişman. Midesi bulanıyor, kulakları uğulduyor, korkuyor. Bu fırtına Tanrinın bir gazabı. Ragusa’ açıklarında, sonra Mora önlerinde kafasında Aziz Paulus’un “Dua etmeyi öğrenmek için deniz yolculuğu yapmak gerek” cümlesi var ve bunu anlıyor. Deniz düzlüğünün sonsuzluğu onu dehşete düşürüyor.

Miçolar ancak yarısını anlayabildiği korkunç bir şiveyle burunlarından konuşuyorlar. Altı günlük tereddütten sonra 1 Mayıs’ta Fİ oransaldan ayrılıp Ancona’dan gemiye bindi. Fransiskenler üç kez daha geldiler; biraz daha beklemelerini söyleyerek onları üç defa geri gönderdi. Papa’dan gelecek bir işaretin kararsızlıklarına bir son vermesini umut ederek Sultan’ın mektubunu tekrar tekrar okudu. IL Julius, bazilikası ve yeni bir savaşın hazırlıkları yüzünden çok meşgul olmalıydı. Sonuçta İstanbul Sultanına hizmet etmek, onu bir dilenci gibi dışarı attıran savaşse-ver Papa’dan tatlı bir intikam almak olurdu. Hem Qs-manlı Padişahı tararından teklif edilen meblağ muazzamdı. Elli bin dükaya eşit, yani Papa’nın iki yıllık çalışma karşılığında ödediği miktarın beş katı. Bir ay. Baye-zid’in bütün istediği bu kadardı. İstanbul ile kuzeydeki Pera semti arasında bir köprü inşaatı projesi hazırlamak, çizmek ve başlatmak için bir ay. Altın Boynuz denilen yerin, Bizanslıların Hriso Keras’ınm iki yakasını birbirine bağlayacak bir köprü. İstanbul Limaninın ortasında bir köprü. Uzunluğu dokuz yüz ayağı geçecek bir eser. Michelangelo, biraz nazlanarak Fransiskenleri bu işte pek usta olmadığına inandırmaya çalıştı.

Onlar da, eğer Sultan sizi seçmişse, siz bu işe layık olduğunuz içindir Usta, diyerek cevap verdiler. Eğer çizdiğiniz plan Padişah’a uymazsa, daha önce Leonardo da Vinci’ninkini reddettiği gibi sizinkini de reddedecektir. Leonardo mu? Leonardo da Vinci’den sonra mı geliyordu o? Heykeli küçümseyen o hödükten sonra mı? Keşiş pek de farkında olmaksızın Michelangelo’nun karar vermesini sağlayacak sözleri çabucak bulmuştu: Kabul edecek olursanız, şan ve şerefte onu geçeceksiniz, çünkü onun başaramadığını siz başaracaksınız ve dünyaya tıpkı Davud’unuz gibi eşsiz bir anıt armağan edeceksiniz. Benzersiz heykeltıraş, geleceğin dâhi ressamı ve muazzam mimarı şimdilik ıslak tahta küpeşteye sırtını vermiş, korku ve mide bulantısından kıvranan bir vücuttan ibaret. Bütün o kürkler, bütün o panno çuha yünler, o top top Bergamo satenleri ve Floransa kadifeleri, o varil ve o sandıklar 13 Mayıs 1 506’da Michelangelo’nun arkasından hmana indirildi. Sanatçı, gemi bir saat önce Sarayburnu’nun önünden geçerken, o geniş omuzlu devi, kubbesini bilinen dünyanın doruklarında taşıyan Atlas’ı, Ayasofya Bazilikasinı fark etti. Yanaşma manevraları sırasında limandaki faaliyeti gözlemledi; Midilli zeytinyağlarının, Trablus sabunlarının, Mısır pirincinin, İzmir’in kuruincirinin, tuz ve kurşunun, gümüşün, inşaat tuğlalarının ve tahtalarının limana boşaltıldığını gördü; gözlerini şehrin yamaçlarında dolaştırdı, eski sarayı, tepenin üstünde yükselen büyük bir caminin minarelerini şöyle bir gördü; en çok da karşı kıyıya baktı, Altın Boynuz’un, Tiber’in ağzına pek benzemeyen o halicin karşı yakasındaki Galata Kalesinin surlarına. Demek köprünün inşa edilmesi düşünülen yer az ileride, halicin iç kesimine doğruydu. Aşılacak mesafe muazzamdı. Kaç kemer gerekecekti? Bu halicin derinliği ne kadar olabilirdi? Michelangelo ve eşyası Floransalı tüccar Maringhi’ nin hanının birinci katındaki küçük bir odaya yerleşti. Kendisinin, yurttaşlarının yanında kalmayı tercih edeceğini düşünmüşlerdi. Rum tercümanı bitişik bir binadaki küçük odada kalıyor, Michelangelo’nun bavulunu açtığı oda taş kemerli güzel bir revaka bakıyor; çok yüksek, neredeyse tavana bitişik iki sıra pencereden tahta kafeslerle kırılan, nereden geldiği belirsiz bir ışık yayılıyor. Bir yatak ve kestane ağacından bir masa, ceviz ağacından oymalı bir sandık, iki yağ kandili ve tavanda halka şeklinde ağır bir şamdan, odadakilerin hepsi bu. Küçük bir kapının arkasında gizlenen, rengârenk çinilerle kaplı bir yıkanma yeri, ama Michelangelo’nun hiçbir işine yaramayacak, çünkü o hiç yıkanmaz. Michelangelonun bir defteri var, kendi yaptığı basit bir defter: ikiye katlanıp bir sicimle tutturulmuş şayialar ve kalın karton bir kapak.

Taslak defteri değil bu; bu deftere çizim yapmıyor, zaman zaman aklına takılan dizeleri de, mektup müsveddelerini de, basit konular hakkın da ki izlenimierini de yazmıyor buraya. Leke içindeki bu deftere kıymetli şeyleri not ediyor Sonu gelmeyen sıralamalar halinde her çeşit nesne, hesaplar, harcamalar, malzemeler; çamaşır, yemek listeleri, sadece kelimeler. Defteri, onun sandığı. İsimleri nesnelere hayat veriyor. 11 Mayıs, Latin yelkeni, gabya, halat, kandilisa, yelken söndürme. 12 Mayıs, saka kamçısı, bocurgat, gemi gövdesi, yan açıklık, yolcu bölümü. 13 Mayıs, kalafat, kav, ateş, balmumu. yağ. 14 Mayıs, on küçük, beş büyük sayfa ağır kâğıt, üç güze! tüy kalem, bir mürekkep hokkası, bir şişe siyah mürekkep, bir şişe kırmızı boya, kurşun uçlar, kalem ucu taşıyıcı, üç sangin. Maringhi’ye iki düka, ladre\ hırsız, cani. Neyse ki somun ve kömür bedava. İlk üç gün Michelangelo bekliyor Dışarı pek az çıkıyor; daha çok sabahları, evinde kaldığı Floransalımn dükkânlarının civarından uzaklaşmaya cesaret edemiyor. Tercümanı Manueî ona eşlik ediyor, şehri görmeyi, Ayasofya Bazilikasinı ya da Sultan Baye-zid in bir tepe üzerine inşa ettirdiği muhteşem camiyi ziyaret etmeyi teklif ediyor. Michelangelo reddediyor. Alıştığı gezintiyi tercih ediyor: hanın etrafında dolaşmak, limana inmek, surları takip edip Frenklerin deyişiyle Farina Kapısina, yani Unkapanina kadar uzanmak, uzun uzun Haliç’in karşı kıyısını seyretmek ve kaldığı yere dönmek.

Rehberi sessizce onu takip ediyor. Neredeyse hiç konuşmuyorlar. Zaten Michelangelo kimseyle konuşmaz. Sanatçı, yemeklerini çoğu zaman odasında yiyor. Çizim yapıyor. Michelangelo köprü çizimleri yapmıyor. Atlar, insanlar ve astragal denilen silmeler çiziyor. Veziriazam kendisini çağırtana kadar tam üç gün atlar, insanlar ve astragaller çiziyor Osmanlı Alayı, Falachi ismindeki Cenevizli bir içoğlanı ve kırmızı börkleriyle bir bölük yeniçeriden oluşuyor. Heykeltıraşı yerinde duramayan çevik atların çektiği gri ve altın rengi bir arabaya oturtuyorlar; atlı iki sipahi alayın önünden giderek yolu açıyor; palaları atların böğrüne vuruyor. Arabada Falachi konuşuyor; heykeltıraşın yanında bulunmaktan ne kadar büyük bir onur duyduğunu, onunla karşılaşmaktan ne kadar mutlu olduğunu açıklıyor ve son derece asil bir görevi gerçekleştirecek olan büyük sanatçıyla sonunda tanışacakları için sarayın ne kadar sabırsızlandığını anlatıyor. Michelangelo, bir Cenevizlinin Osmanlı Padişahı’na bu kadar yakın olmasına çok şaşırıyor; Falachi gülümsüyor ve kendisinin çocuk yaşta korsanlar tarafından esir alındığını, şimdi Sultan’ın kölesi olduğunu ve gıpta edilecek bir durumda olduğunu açıklıyor. Güçlü, saygı görüyor, bir önemi varsa, zengin de. Rum Manuel başıyla onaylıyor; Michelangelo arabanın penceresini kapatan perdeyi çekiyor ve İstanbul sokaklarının hamallar ya da kümelenmiş satıcılar yüzünden sık sık yavaşlamak zorunda kalan alayın ritmine göre akıp gitmesini seyrediyor. Mallarla dolup taşan hangarlar, ahşap evler, ana kapıların gerisinde üstü açık avlularıyla Müslüman mabetleri kentin dokusunda ışık gözleri açıyorlar. Ziyaret kısa ve teşrifattan uzak olacak, diyor Falachi.

Veziriazam daha çok çalışmasında ona yardım edecek kişileri takdim etmek ve elbette idari ama önemli bazı ayrıntıları bir düzene sokmak istiyor. Kendisi daha sonra, sanatını icra etmek için gereken her şeyi, çizim ustalarını, maketçi ve mühendisleri bulacağı bir atölyeye yerleştirilecek. Saraya geldiğinde her yerde silahlı insanlar görmek, ona savaşçı Papa II. Julius’a yaptığı ziyaretleri hatırlatıyor. Arabadan indiği muazzam iç avlu hem gölgeli hem pırıl pırıl güneş içinde. Kalabalık bir yeniçeri ve görevli topluluğu gelenleri kontrol ediyor. Binalar alçak, yeni, göz kamaştırıcı; sanatçı orada ahırların, meskenlerin, muhafız birliklerinin bulunduğunu fark ediyor; onu geçirdikleri geçitlerin, koridorların, ne kendisinin ne de RaffaelIo snun henüz fırçalarını değdirmedikleri Roma Papalık Sarayinın karanlık ve insanı ezen tonozlarıyla hiçbir benzerliği yok.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir