Metin Karabaşoğlu – Risale Okumaları – Gölgeler ve Işıklar

ELİ KALEM TUTAN İNSANLARI bekleyen bir tehlike vardır: dünyasının yazdıklarıyla birebir örtüşüyor gibi görülmesi. Oysa, insan çoğunlukla dünyasına gelen güzellikleri yazar. Yine dünyasına gelen kötü haller ise, gizli kalır; öyle kalması da gerekir. Bu kez, insanın iç dünyasını, yazmaya devam etmesine mani olan bir halet-i ruhiye kuşatır. Olduğu hal ile yazılarında göründüğü hal arasındaki çelişkiler, insana, buna rağmen yazmaya devam etmekle bir ‘ikiyüzlülük’ mü sergilediğini düşündürür. Ehl-i hak içinde, belki de sırf bu sebeple yazmayı bırakan birçok insan olduğunu sanıyorum. Zira, hayatının yarıdan fazlasında yazmakla hemhal olmuş biri olarak, bu düşünce benim de yakamı bırakmıyor. Gerçi, yazdıklarımda bir hakikat görmüş ise bunu benim yanımda ifade edenlere yazmak ile yaşamanın ayrı şeyler olduğunu elimden geldiğince belirtmeye; insanın dünyasına gelen güzellikleri yazdığını, oysa iç dünyasının onlardan ibaret olmadığını ifade etmeye; hem o güzelliğin de insanın kendi malı değil, ilâhî bir ilhamın ve ikramın eseri olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Ama yine de, bu düşünce, beni yazmaktan alıkoyamasa bile, bir köşede durmayı sürdürüyor. Kendim dahil, eli kalem tutan insanları yazdıkları ile bir tutmama; güzel bir hakikatın ‘ayna’sı olan bir insanın kusurlarının da olduğunu bilerek kişileri olduğundan fazla görmeme uyarısını bir kez daha yaparken, beni de meşgul eden ve birçok kişiyi yazmaktan alıkoyan bu düşünceye karşı kendi dünyamda bulduğum cevabı paylaşmak isterim. Şahsen, yazmanın bir ‘söz verme’ eylemi olduğuna inanıyorum. Dilimize yerleşen hakikatlı bir ifadenin çok güzel özetlediği gibi, söz uçar, yazı kalır. İnsanın, verdiği sözü kağıda aktarmamışsa, “Hâfıza-i beşer nisyan ile mâluldür” sırrından medet umması pekâlâ mümkün oluyor. İnsan, gündelik hayatta sıklıkla rastladığımız üzere, “Galiba yanlış hatırlıyorsun,” “Öyle söylememiş olmam lâzım,” “Herhalde yanlış anlaşıldı. Ben onu kasdetmemiştim” gibi gerekçelerle, pekâlâ ağzından çıkmış sözü elinin tersiyle silebiliyor.


Ama, aynı söz yazılmış, hele hele matbaa lisanıyla ilan edilmiş ise, böyle bir kayma yaşamak o kadar kolay olmuyor. Rabbimizin Kur’ân-ı Hakîm’de “Kaleme andolsun” demesindeki sırlardan biri, belki de bu. Ki, Kur’ân’ın en uzun âyetini, Bakara sûresindeki, sözleşmelerin yazıyla tesbit edilmesine ilişkin 282. âyet oluşturuyor. İnsanı yaratan Fâtır-ı Hakîm, elbette hâfıza-i beşerin nisyan ile mâlul olduğunu, hele nefsin bir sözü rahatlıkla var veya yok sayabildiğini; işine geldiği şekilde oraya buraya çekebildiğini biliyor ki, bize ‘yazı’yı emrediyor: Borçlandığınızda, yazın. Borç verdiğinizde, yazın. Şahitler de tutun. Bir işle ilgili bir sözleşmeniz olduğunda, gene yazın. Yazının insanı bağlayan, belirsizliği ortadan kaldıran bir boyutu var çünkü. Asıl söz verme, yazıyla gerçekleşiyor. İşte bu sırdan, insanın en başta kendisi için, yazması gerekiyor. Geldiği yeri ve durduğu yeri tesbit etmesi; dünyasına gelen hakikatleri ne denli hayatına taşıdığını belirleyebilmesi; verdiği sözün daha ciddi biçimde farkında olup ona göre yaşayabilmesi için, yazması gerekiyor. Bilesiniz ki, ben çoğunlukla yaşadığım hakikatleri değil; yaşamak istediğim hakikatleri yazıyorum. Ve ister bir gazete sütununda, ister bir dergi sayfasında, ister kitap suretinde, ister kendi özel günlüğü içinde olsun; insanın dünyasına gelen hakikatleri yazmasının onlara yaşama noktasında bir dua ve bağlayıcı bir söz olduğuna inanıyorum. Rabbimizin bizi yazdığını yaşayanlardan kılması duasıyla… BİRİNCİ BÖLÜM Meleğin Gör Dediği “Bazıları O’nu kaybetmekten korkar, başka bazıları O’nu bulmaktan.

” —Blaise Pascal Yönelişin Adresi BİR HADİS-İ KUDSÎDE, RESUL-İ Ekrem’e hitaben, “Habibim! Ben bu âlemleri senin için yarattım” buyurulur. ‘Her cemal ve kemal sahibinin kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi’ hakikati temelinde izahı gereken, manidar bir kudsî hadistir bu. Gelin görün ki, ne burada hususan bu konuyu ele almayı düşünüyoruz; ne de bu konuya hakkını verecek bir kalbî ve fikrî olgunluğun sahibiyiz. Hadis-i kudsî ile bize haber verilen bu ilâhî hitaba karşı Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) verdiği cevap da manidardır. “Bu âlemleri senin için yarattım” diyen Zât-ı Zülcelâl’e Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) cevabı, “Ben de bu âlemleri Senin için terkettim” olmuştur. Gerçekten, billur gibi şeffaf ve parlak hayatının belgelediği üzere, o, bu dünyadan O’na giden ve O’nu tanıtan herşeyi almış; ama bu dünyanın posasına asla yatırım yapmamıştır. Onun ne şöhret olma derdi vardır, ne zengin olma sevdası, ne de iktidar hastalığı. Mekke müşrikleri kendisine “Ne istersen verelim; malsa mal, kadınsa kadın. İstediğin oysa, seni başımıza kral yapalım” teklifiyle geldiklerinde, o, “Ben de şu âlemleri Senin için terkettim” sözünü yüreğinin ta derinliklerinden kopup gelerek söyleyen biri olarak cevap vermiştir: “Bir elime güneşi, öbür elime ayı verseniz yine vazgeçmem.

” O Zât-ı Zülcelâl’in mutlak rububiyetine karşı küllî bir ubudiyet çizgisinde, değil küçük kazançlar uğruna küçük tavizler vermek; ‘iktidar’ gibi zahiren en büyük bir kazanç önüne sunulduğu halde zerre miskal taviz vermemiştir o. Rabbinin rızasına aykırı en küçük bir hareketin karşılığı ay ve güneşin sahibi olmak olsa dahi, yolundan zerre miskal şaşmayacağını bildirmiştir. Ama, o eşyanın posasını, dünyanın maddî yüzünü mülk ve melekûtun Mâlik-i Hakikîsi adına öylesine net bir biçimde terkettiği içindir ki, güneş de ona musahhar kılınmıştır, ay da. Ümmî nebî hayatında bir kez ‘elif’ yazmış; o tek elif hatırına koskoca ay iki parçaya ayrılmıştır! Mekke müşriklerine “Bir elime güneşi, bir elime ayı verseniz bile vazgeçmem” diyen insanın eline, ay da, güneş de verilmiştir—ama, onları vermeye gerçekten kâdir olan Zât-ı Zülcelâl tarafından. “Şu âlemleri Senin için terkettim” diyen insana, mazhar olduğu mucizelerin belgelediği üzere, tüm âlemler musahhar kılınmıştır. İktidara beş para değer vermeyen; “Melik nebi değil, kul nebi olmak isterim” diyen zâtın dâvâsına az zamanda Mekke’nin kapıları da açılmıştır; Mısır’ın, Bizans’ın ve İran’ın kapıları da. Şu dünyada yamalı hırkayla yaşamaktan yüksünmeyen zâtın yamalı bir hırkası dahi, tarih boyu, en büyük padişahın en ziyade mücevher işlemeli kaftanından daha fazla değer taşımış; kuşaktan kuşağa altın mahfazalar içinde aktarılmıştır. En büyük bir zenginin dünyanın en pahalı modaevinden alınmış elbisesi dahi o kişi öldüğünde atılacak çöplük ararken, zira ‘ölü elbisesi’ olarak kimse onu giymeye yanaşmazken; onun değil hırkası ya da şalı, mübarek sakalının her bir teli dahi eşsiz bir hazine olarak saklanmaktadır. Dünya, dünyayı isteyene değil, dünyayı Rabbi adına terkedene musahhar kılınmıştır. Elbise meraklılarının en pahalı elbiseleri beş para etmez, bedava bile rağbet görmez hale gelirken, onun en sade kumaştan en gösterişsiz elbisesi, halen dahi yeryüzünün en pahalı, daha doğrusu ‘paha biçilmez’ elbisesi hükmündedir. O Mekke’de hakarete, Taif’te taşlanmaya, Medine’de nifak ve ihanete şahsı adına üzülmeyip, şahsına gelen her kötülüğe Rabbinin dini adına tahammül ettiği; bir gün dahi ‘şöhretime halel gelecek türünden düşüncelere kapılıp gitmediği için de, bindörtyüz yıldır en ziyade bilinen, en ziyade anılan, en ziyade tanınan insan odur. Her gün yüz milyonlarca ehl-i salât mü’minin ettiği salât ve selâmlar, bu bilinme ve anılmanın ibretli ve hikmetli bir delilidir. Bu vâkıa karşısında, bizim alacağımız bir ders yok mudur? Hadisenin kendisi, hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmaksızın, neyin ne olduğunu ve bizim de nerede durmamız gerektiğini apaçık gösteriyor. Ayrıca, insan yine ondan rivayet olunup ayrı hadis külliyatlarında farklı versiyonlar ile zikredilen şu mealdeki hadis-i şerife kalbini açınca, olduğumuz yerin hakiki vaziyeti ile olmamız gereken yerin adresi, berrak bir şekilde beliriyor: “Kimin hicreti Allah’a ve Resulüne ise, onun her işine Allah ve Resulü yeter. Ve kimin hicreti bir dünyalığa veya bir kadına ise, yeryüzünün neresine giderse gitsin, helâk olmaktan kurtulamayacaktır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir