Metin Karabaşoğlu – Risale Okumaları 4

SON BİRKAÇ AYDAN beri, sürekli, Bediüzzaman’ın ‘Eski Said’ olarak hayatı hatırıma geliyor. Muhakemat ve Münazarat sayfaları arasında dolaşıyor zihnim. Âlem-i İslâm’a dair, ona o gün feryad ettiren meselelerin önemli kısmının hâlâ ortada duruşundan mıdır, yoksa ruhumun bu meselelerin önemli kısmının hâlâ daha ortada olmasından dolayı muazzeb oluşundan mıdır bilmem, yıllar yılı ‘Yeni Said’le yargıladığım ‘Eski Said’e ziyade bir gönül yakınlığı duyuyorum nicedir. Yeni Said, bir okyanus kadar geniş ve dingin. Eski Said ise, bir çağlayan kadar coşkulu. Yeni Said bende bir umman çağrışımı uyandırırken, Eski Said’de mecraını arayan bir ırmak görüntüsü mevcut… Mecra arayışı içinde oraya buraya başvurduğu ama henüz mecraını bulamadığı için de, gürültülü, gergin ve bir derece bulanık. Ama bu onun kabahati değil; gür bir pınar dar bir mecrada akamazdı ki zaten… Son aylarda Eski Said’i ne zaman tahattur etsem, ondaki o asabîlik, o gerginlik, o bir türlü durumdan razı olamama hali, o yapılacak çok şey görüp yapılmış çok az şeyle karşılaşma tedirginliği, o kopacak fırtınayı hissettiği halde bunu anlatamama gerilimi o kadar çok, o kadar güçlü bir şekilde hissettiriyor ki kendisini, ‘büyük yalnızlık’ diyorum buna. Bediüzzaman’ın büyük yalnızlığı… Bir insan düşünün ki, tepenin ötesindeki düşman ordusunu görmüş, ama feryadına “Huzurumuzu bozma!” karşılığı alıyor. Bir insan düşünün ki, ‘beşyüz yıllık bir uyku’dan uyanmaya çağırdığı insanlar ona “Daha uykumuzu alamamıştık” muamelesiyle yaklaşıyorlar. Bir tabib düşünün ki, hastalığın derece-i şiddetinin farkında, ama hastalar ve yakınları onu ‘abartmakla’ suçluyorlar. Muhakemat’ı bir de bu nazarla okuyun. Münazarat’ı da… O zaman anlarsınız, Eski Said’in kendisi için neden ‘Bid’atü’z-zaman’ ünvanını uygun bulduğunu. Neden memleketinde hem alimlerle hem de valilerle, İstanbul’da ise üstüne üstlük bir de padişahla neden kavgalı olduğunu. Eski Said deyince, neden neden neden hep bir derdin, bir asabîliğin, bir gerginlik ve gerilimin ön planda olduğunu. Eski Said yalnız adamdır.


Koca koca çınarlar arasındadır, ama o koca çınarlar bu koskoca çınar olacak fidanın hissettiği fırtınadan habersiz, ona tepeden bakmaktadır. Önce memleketinin fakr-u halinden dolayı yüreği dağdar olan, o hamiyetle Medresetü’z-zehra hayali kuran, o hayalin peşinde yolu İstanbul’a düştüğünde memleketinin halinden de beter ve bütün âlem-i İslâm’a şamil bir büyük problemin farkına varan bir insandır o. ‘Medeniyetten istifa’sı bu şartlarda gerçekleşmiş, Muhakemat bu şartlarda yazılmış, aşâirle Münazarat bu şartlarda vuku bulmuştur. Gelin görün ki, Muhakemat’ında hissettiğiniz ‘anlaşılamama gerginliği’ni, Münazarat’ın sorucevapları arasında daha bariz bir halde görürsünüz. Görürsünüz ki, “Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidadda olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar buldunuz ki, fukaraya ve mutaassıb bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarı atmak istiyorsunuz? Hem de umum kemalatı câmi’, bütün nev’-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besleyecek mevaddı muhît olan o kasr-ı nurânî-yi İslâmiyeti ne cür’etle matem tutmuş bir siyah çadır gibi bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz?” gibi bir söz, durduk yerde söylenmemiştir. Bediüzzaman’ı o kadar daraltmışlardır ki, o büyük yalnızlık içinde daral geldiği için söylenmiştir. Görürsünüz ki, “İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım. (…) Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. (…) Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakaikını hayal tevehhüm etsinler” sözü de durduk yerde söylenmemiştir. Görürsünüz ki, “Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslamiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin” sözü de lâf olsun diye, öylesine söylenmemiştir. “Kimin himmeti milleti ise, o kendi başına bir millettir” sözünü de Bediüzzaman’ın durduk yerde söylemediği gibi… Gelin görün ki, koca bir millet-i İbrahim’in derdini yüreğinde taşıyan insan, dertlerini yüreğinde taşıdığı, gelen fırtınaya karşı uyardığı insanlar tarafından anlaşılamamakta; olan hem bu koca millete, hem de onlar üzerinden hakikat-ı İslâmiyete olmaktadır. Bediüzzaman’ın ‘Eski Said’ olarak yaşadığı büyük yalnızlığı hissedebiliyorum. Anlaşılamamanın, üstelik yanlış anlaşılmanın ızdırabını da… Benim için saklı duran düğüm ise, Eski Said’in o büyük yalnızlığından Yeni Said’in büyük ünsiyetine; Eski Said’in gerginliğinden Yeni Said’in sükûnet ve dinginliğine geçişin dinamikleri… Bunun sırrını çözebildiğim gün, inanın çok rahatlayacağım.

Allah İçin Yola Koyulana Allah’ın Açtığı Yollar 1960 YILININ 23 Mart günü, eseriyle aydınlandığımız bir büyük insan bize de çok sevdirdiği ölümle tanışıp bu dünyadan terk-i diyar etti ve berzah âlemlerine göçtü. Hayatıyla ve eseriyle bizim gibi modern zamanlarda seküler bir eğitimden geçmiş insanları imanla ve Kur’ân’la tanıştıran o güzide insana hepimiz çok şey borçluyuz ve bu borcun bu dünyada bizim elimizle ödenebileceğini de sanmıyorum. Bediüzzaman’ın meşakkatli ama hayranlık uyandırıcı hayatında beni en ziyade celbeden noktalardan birini, ‘Allah için yola koyulana Allah’ın açtığı yollar’ paragrafı oluşturur. Fred A. Reed’in ‘gizli Türkiye’ye yolculuk’ altbaşlığını taşıyan Anadolu Kavşağı adlı eserinde belirttiği gibi, zahirde ‘başarısız’ bir insandır Bediüzzaman. Meselâ, Medresetü’z-Zehra gibi yıllarını verdiği hayatî bir projeyi, kaç defa teşebbüs etse de, bir türlü hayata geçirememiştir. Padişaha bu projenin önemini anlatmak için İstanbul’a gelmiş, lâkin meramı anlaşılmadığı gibi, bir de tımarhaneye buyur edilmiştir. İttihadçıları hayırlı bir yola sevketmeye ve darbeci elleri darbeden uzak tutmaya çalışmış, lâkin Divan-ı Harb’e gönderilmiştir. Birinci Dünya Savaşında Ruslara karşı bir yerel direnişi örgütleyip milis albay olarak cihad etmiş, lâkin en sonunda yaralanıp esir düşmüş, Sibirya yakınlarındaki bir esir kampına gönderilmiştir. Eski Said’den Yeni Said’e geçiş hengâmında ise, kendisi inzivayı tercih ettiği halde yerinden yurdundan zorla alınmış; yirmi küsur yıllık haksız ve zoraki bir sürgünle, öz yurdunda oradan oraya sürülmek suretiyle ‘işkenceli bir esaret’e maruz bırakılmıştır. Bütün bu olaylara bakınca, ilk anda, ‘başarısız’ bir insan olarak gözükür Bediüzzaman. Ama aynı olaylara kader ve hikmet cihetinden bakınca, âlemlerin Rabbinin samimi ve ciddi bir hamiyetin sahibine zahirî başarısızlık perdesi altında ne kadar da büyük başarılar ihsan ettiği; musibetlerin eliyle onun ufkunu, himmetini ve hizmetini ne derece büyütüp genişlettiği görülür. Doğup büyüdüğü diyarın geri kalmışlığına hal çaresi arayışı içinde İstanbul’a gelen bu insan, İstanbul’da emeline nail olamamıştır gerçi. Ama himmeti ve hizmeti, bu kez bütün dârü’l-İslâm’ı kuşatır derecede genişlemiştir. Dârü’l-İslâm’ın küfür tasallutundan kurtulması için giriştiği mücahede esaretle sonuçlanmıştır gerçi.

Ama o tam da Ekim Devrimi hengâmında Kostroma’daki esir kampından firar edip VarşovaViyana-Belgrad-Sofya üzerinden İstanbul’a dönerken, bu üç aylık esaretten kaçış yolculuğunda Avrupa’yı gözlemleme; ve böylece modernitenin hayatlara ve ruhlara getirdiklerini sadece dârü’lİslâm’da değil, iki zıt kutup halinde Avrupa’nın her iki tarafında bizzat müşahede etme imkânı bulmuştur. Himmetini ve hizmetini bir bütün olarak insanlığı kuşatır derecede genişleten bir tecrübedir bu. Böylesi tabloların ışığında Bediüzzaman’ın hayatının gösterdiği bir gerçek vardır: Allah, O’nun için yola koyulanı yarı yolda bırakmaz. Bilakis yolunu büyütür, genişletir. Öyle ki, zahirî başarısızlıkların altında dahi umulmadık yollar açar, önceden hesap edilmeyen fütuhatlara zemin hazırlar… Medresetü’z-Zehra’yı Zihnimizde İnşa Etmek BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN hayatına ve eserlerine vâkıf olan herkes, onun Medresetü’zZehra projesi için harcadığı harikulâde gayreti de bilir. O, gördüğü üç büyük meseleyi beraberce çözecek bir büyük proje olarak düşünmüştür Medresetü’z-Zehra’yı. Bediüzzaman’ı merkez-i hilâfet olarak İstanbul yollarına düşüren de, bu projedir. Yaşanan onca mânia onu Eski Said boyunca bu idealini takip etmekten vazgeçirmemiş; 1923’te “Eski Said’i Yeni Said’e götüren” tren biletini alıncaya kadar her fırsatta bu projeye yeniden hayatiyet kazandırmak için gayret etmiştir. Bediüzzaman, Medresetü’z-Zehra’yı, İslâm ümmetinin o dönemde yüzyüze geldiği üç büyük meselenin halli için bir model olarak düşünür. Bu meselelerin ilki, cehaletle birlikte gelen fakr u zaruret; ikincisi, madde ile mânâ, kâinat ile Kur’ân, akıl ile vahiy, modern bilimler ile dinî ilimler arasında yaşanan büyük bölünme; üçüncüsü ise, özelde Türkler ve Kürtler arasında zuhura başlayan ve esasen bütün Müslüman unsurlar arasındaki iman kardeşliğine gölge düşüren, ‘asabiyet-i cahiliye’yi çağrıştıran milliyetçi gerilimdir. Bediüzzaman’ın merkezi Bitlis, şubeleri ise Van ve Diyarbakır’da olacak şekilde tasarladığı Medresetü’z-Zehra projesi temelinde ısrarla vurguladığı üç husus ise şöyledir: (1) modern bilimler ile dinî ilimlerin, vahyin yol göstericiliğinde mezci; (2) birbirine rakip üç ayrı kolda ilerleyen mektep-medrese-tekkeyi böylece barıştırıp buluşturmak; (3) Arapça-Türkçe-Kürtçe’yi beraberce öğreterek, İslâm ümmetinin bu topraklarda yaşayan fertlerinin hem İslâmî mirasla, hem kendi aralarında sağlıklı ve kalıcı bir ‘iletişim’ kurmasına imkân sağlayarak ‘milliyetçi gerilim’i aşmak ve farklı milliyetlere mensup mü’minlerin ‘İslâm kardeşliği’nde buluşmalarını sağlamak. Yüz yıl sonra dönüp bir kez daha bakıldığında, bu büyük projenin ne derece hayatî bir önemi haiz olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Hem onun o gün tesbit ettiği problemlerin bugün de büyük ölçüde sürüyor olması açısından, hem de yüz yıl içinde yaşanan büyük sınanmalar ve kayıplar açısından… Ama öte yandan, Bediüzzaman’ın bu projesinin defaatle teşebbüs edilmiş, hatta tahsisat da ayrılmış olduğu halde gerçekleşememesi gibi bir vâkıa var. Ve Yeni Said döneminde, onun bu ‘bir türlü gerçekleşememe’ vâkıasına dair ‘kaderî’ okumaları… Emirdağ Lâhikası’nda yer alan bazı mektuplar gösteriyor ki, Bediüzzaman Said Nursî, elle tutulur gözle görülür haldeki sabit bir Medresetü’z-Zehra binasını bir türlü nasip etmeyen Cenab-ı Hakkın, Medresetü’z-Zehra mânâsını Risale-i Nur’lar ve Nur Talebeleri suretinde ona nasip ettiği kanaatindedir. Bu mektupların satır aralarında gizli “Nur Risalelerinin Medresetü’z-Zehra”sı gibi ifadeler, keza Nur talebelerinden zaman zaman “Medresetü’z-Zehra’nın erkanı” diye söz etmesi, bunun apaçık bir delilidir.

Bu meyanda, onun, üniversiteli Nur talebeleri için “genç Said’ler” tabirini kullanması da bilhassa anlamlıdır. Emirdağ Lâhikası’nın tamamına yayılan bu ‘Medresetü’z-Zehra’ sembolizminden anlaşılan, şudur: Bediüzzaman Medresetü’z-Zehra ile yapmak istediği şeyin özü itibarıyla Risale-i Nur’da tahakkuk ettiği kanaatindedir. Risale-i Nur’u ‘anlayarak, kabul ederek’ okuyan her Nur Talebesi, binası bir türlü dikilememiş Medresetü’z-Zehra’yı zihninde ve kalbinde inşa etmiş demektir. Özetle, Bediüzzaman’ı tahakkuku için yollara düşüren “Medresetü’z-Zehra” projesi, esasen, bir ‘bina inşası’ değil; bir ‘zihniyet inşası’dır. Bu inşayı bir mü’minin kendi hayatında ve kendi şahsında başarıp başarmadığının ise iki göstergesi vardır: (1) onun tam da Medresetü’z-Zehra için vurguladığı ‘mektep-medrese-tekke,’ ‘akıl-kalb,’ ‘akıl-vahiy,’ ‘fünûn-u medeniye-ulûm-u diniye’ imtizacını zihninde kurabilmesi; yani ‘nur-u kalb ve nur-u fikri cem’ edebilmesi; (2) milliyete, etnisiteye dayalı bir tasavvur ve zihniyetin üstüne çıkabilmesi. Bediüzzaman Said Nursî’nin Medresetü’z-Zehra için vâcib dediği Arapça’ya (dolayısıyla Araplara), lâzım dediği Türkçe’ye (dolayısıyla Türklere), câiz dediği Kürtçe’ye (dolayısıyla Kürtlere) bakış, buna göre, bir mü’minin milliyet-temelli bir zihniyeti aşıp ‘İslâm kardeşliği’ni merkeze alan bir tasavvura erişmiş olup olmadığının göstergesidir. Türk kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü’z-Zehra’yı gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi, buna göre, Araplara ve Kürtlere bakışıdır. Kürt kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü’z-Zehra’yı gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi ise, Araplara ve Kürtlere bakışı… Kur’ân’ın nâzil olduğu ve bütün İslâmî ilimlerin üzerine bina olunduğu dildir Arapça. Bu lisana açıklık, İslâm’a açıklığın ifadesidir. Türkçe ise, İslâm medeniyetinin son büyük mümessili olan Osmanlının dili olmak hasebiyle ‘İslâm medeniyeti’nin dilidir. Türkçe’ye açıklık, İslâm medeniyetine açıklıktır. Kürtçe ise, içinden Selâhaddin Eyyubî gibi isimler çıkaran ve her daim hayat ve saadetleri Türklerin hayat ve saadetiyle memzuç kahraman bir Müslüman unsurun dilidir. Kürtçe’ye açıklık, ‘İslâmî kardeşlik’ temelinde kültürel farklılığa rıza gösteren çoğulcu bir anlayışın zihinlerde yerleşip yerleşmediğinin göstergesidir. Dönüp geriye baktığımda, Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra’dan beklediği ‘fünûn-u cedideyi ulûm-u diniye ile mezc’ gayesinin Risale-i Nur talebelerinin zihninde büyük ölçüde inşa olunduğunu görebiliyorum. Pozitivizmin en katı haliyle uygulandığı bir zeminde, seküler bir eğitim almış olmasına rağmen mü’min fertlerin çıkabilmesi; kâinatı ve öğrendiği bilimleri inkârın değil imanın vesilesi kılabilen mü’min fertlerin zuhur edebilmesi, henüz ideal kıvamda olmasa bile, Medresetü’zZehra’nın birinci hedefinin büyük ölçüde gerçekleştiğini gösteriyor.

Ama ikinci veçheye gelince; burada durup bir vicdan muhasebesi yapmamız gerekiyor. Bediüzzaman’ın Medresetü’z-Zehra için düşündüğü “lisan-ı Arabî vacib, Kürdî caiz, Türkî lâzım” formülasyonunun da gösterdiği üzere, ancak kendisini etnisiteye, milliyete göre tanımlama za’fiyetinden yakasını sıyırabilen bir mü’min, Medresetü’z-Zehra’yı zihninde inşa etmiş demektir. Bu noktada, milliyetçi-mukaddesatçı bir söylemin gölgesinin üzerimize düştüğü onyılların özeleştirisini yapmamız gerekiyor. Sözgelimi, Medresetü’z-Zehra’nın ‘caiz’i olduğu halde Kürtçe’yi ne derece içselleştirebildik? Kürtçe konuşan bir mü’min kardeşimize yanıbaşımızda ne kadar müsamaha edebildik? Kürtçe ifade ve öğrenim hakkını ne derece savunabildik? Şimdi, acılı bir sürecin içinde, bu yönde bir özeleştirinin eşliğinde, Nur talebeleri ve Türkiye toplumu olarak büyük bir imkân önümüzde duruyor: Medresetü’z-Zehra binası inşa olunamadı ama, Medresetü’z-Zehra’yı zihinlerimizde inşa etme imkânı… Ancak bunu başarabilen zihinler bu topraklarda ‘huzur içinde birarada yaşama’nın çimentosu olacak. Bu zihniyet inşası ne derece başarılabilirse, Türkiye toplumunun geleceği o kadar aydınlık olacak. Aksi halde ne olacağını ise, düşünmek dahi istemiyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir