Nilüfer Devecigil – Işığın Yolu

Uçak inişe geçmek üzereydi. Bulutlar seyreldikçe aşağıda o çok tanıdık bir o kadar da yabancı şehrin silueti beliriyordu. İstanbul’a baktı Ayşenur, içini çekti, sonra emniyet kemerini yanında uyuyan bebeğine sardı usulca. Ufak öpücükler kondurdu o minik ellere. “İnsanlar isimleriyle doğarlar” derdi annesi. Hamileliği boyunca eşi Michael’la çok kafa yormuşlar, aylarca düşünüp taşınmış ama her seferinde kararsız kalmışlardı isim konusunda. Oysa kızını kucağına verdikleri anda zaman durmuş, her şey susmuş ve sanki kollarındaki küçük melek ona “Benim ismim Işık” diye fısıldamıştı. Tıpkı annesinin dediği gibi, ismiyle doğmuştu Işık. Işık’ın kucağına verildiği o an, sevgi denen duygunun insanın bütün bedenini nasıl ele geçirebileceğini ilk kez anlamıştı Ayşenur. Öyle kuvvetli bir duyguydu ki kızına hissettiği, “Hiç kimse seni benden daha çok sevemez” diye fısıldamıştı onu göğsüne bastırırken. Sonraki haftalarda ve aylarda, bazı geceler kızının hiç dinmeyecekmiş gibi gelen ağlama krizleri karşısında ne yapacağını şaşırdığı o çaresiz anlarda aklından geçecek delice düşüncelerden tamamen habersizdi. Kızından kurtulmak istediği o çaresizlik anlarını hatırladıkça içi suçluluk duygusu ve utançla az yanmamıştı. Tekerleklerin yere değmesiyle dalgınlığından sıyrıldı. Kendilerini karşılamaya gelecek olan annesini düşündü. Ne kadar hazırdı onu görmeye emin değildi.


Uzun zamandır görüşmemişlerdi ve daha çok uzun zaman da karşılaşacaklarını sanmıyordu. Evliliği bitmese öyle de olacaktı. Hayat, biz planlar yaparken kendi planlarını yapmakla meşguldür, sözünü hatırladı. Hayatının parmakları arasından kayıp bambaşka bir yöne aktığını ve dünyanın diğer ucundaki o küçük kasabada kocasıyla beraber geçirdiği pembe panjurlu ev hikâyesinin geride kalan bir hayal olduğunu anlıyordu artık. Belki de hep bir hayaldi. Güvenli bir yaşam arayışı o kadar baskındı ki, belki de gerçeklik algısını yitirmişti. Bir ev, bir eş, bir çocukla geçmişin karanlık anlarını sileceğini, temiz bir sayfa açacağını sanmıştı. Hatta İstanbul’dan olabildiğince uzağa gitme macerası da böyle başlamıştı. Sanki geçmişi araya koyduğu kilometreleri izleyemezmiş gibi. Şimdi bu dönüş onu bir başka korkutuyordu. Alelacele eşyalarını toparlayıp, arkasına bile bakmadan terk ettiği o kasabadan, evinden ve kocasından elinde kalan tek mutluluktu Işık. Ana-kızdı onlar ve asla kendi annesiyle olduğu gibi olmayacaktı ilişkileri. Yine de içinde, derinde bir yerde korkuyordu bundan. Ya benzerse! Yolculuk boyunca okuduğu kitapta yazanlar geldi aklına. Bağlanma Kuramı 1 adlı kitabın içeriği bir karabasan gibi çöküverdi üstüne.

Gerçekten ebeveyn bağlanmalarımız bu kadar etkileyebilir mi hayatımızı, diye iç geçirdi. Katıldığı doğal ebeveynlik 2 grubunda duymuştu ilk kez John Bowlby adını. Bağlanma kuramını geliştiren Bowlby de kendini anlamak mı istemişti? İnsanlar niye psikolog olur ya da psikolojik kuram geliştirirdi ki? Edison’un ampulü bulması ile Bowlby’nin bağlanma kuramını bulmasındaki ortak nokta neydi? “Aydınlanma!” diye mırıldanırken muzip bir gülümseme oturdu dudaklarına. Bir dadı tarafından büyütülen ve dört yaşında dadısının gitmesiyle derin bir kayıp duygusu yaşayan Bowlby’nin o zamanki travmasını ilerde bir keşfe dönüştüreceğini kim bilebilirdi ki? Bebeğin ebeveyniyle kurduğu ilişkinin kişinin hayatı boyunca tüm ilişkilerini etkilemesi inanılmaz geliyordu Ayşenur’a. Daha beynin oluşması tamamlanmadan; düşünce, hafıza, akıl denen şey tam oturmadan insanın çocukluğunun hayatı boyunca kendisini etkileyeceği bilgisi korkutucuydu. İstanbul’dan, ailesinden ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın ailesini kendi ilişkilerinde her an içinde taşıdığını görmek; karakteri sandığı küsme, bağımlı olma, öfkelenme, donma gibi pek çok davranışının kökenini anlamak garip bir hüzün yaratıyordu onda. “Kendi geçmişinden anlam çıkarmazsan aynı geçmişi tekrarlarsın” diyen okumaları hem iyi hem kötü haber gibiydi. Geçmişi temizledikçe karakteri sandığı bütün bu uyum bozucu davranış bütününden kurtulabileceği ve bunları bir kader gibi çocuğuna geçirmesi gerekmediği bilgisi içine su serpiyordu. Üstelik sevmişti bu halin bilimsel ismini; kazanılmış güvenli bağlanma. 3 Baştan kimse vermediyse sonradan sen kendin çalışıp kazanabiliyorsun gibi. Kötü haber ise bu çalışıp didinme sırasında geçmişin açmak istemediğin sayfalarına bakmak zorunda kalmandı. Bir fırsat olabilir miydi annesiyle geçireceği zaman? Belki yardım edebilirdi geçmişten anlam çıkarmasına. Ama hiçbir umut içeren düşünce yeşeremiyordu şu an içinde. İstanbul’a inen uçakla beraber geçmişte bıraktığını sandığı o küçük kıza dönüşmüştü yeniden. “Annem, olsa olsa kafayı yedirtir bana” diye söylendi dişlerinin arasından.

Zaten bilim bile “Kendin çalış kazan!” demiyor muydu… Emniyet kemeri ikaz ışığı sesini duyunca yeniden sıyrıldı düşüncelerinden. Yolcular birer ikişer uçağın çıkış kapısına yürürken çantasından cep telefonunu çıkardı. Uçak modunu etkisiz hale getirdi ve gelen mesajları kontrol etti. “Geldim. Pasaport kontrolünden çıkınca çaldır” yazmıştı annesi. İki buçuk yıl olmuştu birbirlerini görmeyeli. Işık’ın doğumunda da yanında yoktu, sonrasında ziyarete de gelmemişti. “Baban hasta” diye bahane etmişti. Ayşenur da üstelememişti. Üstelese gelir miydi, merak ediyordu. Kucağında kızıyla onları havaalanına bağlayan körükte yürürken bir duygu kırıntısı bulmak umuduyla mesajı tekrar okudu. Pasaport kontrolünden geçip çıkış kapısına yöneldi. Cam kapı açılınca bir anda genzinin yandığını hissetti. Sigara kokusundan burnunun direği düşmüştü. Geldiği ülkenin sadece kültürüne değil, temizliğine de alışmıştı.

Kendi ülkesinin her şeyi yabancı gelmişti birden. Bir yandan ağlamaya başlayan Işık’ı teskin etmeye uğraşıyor, bir yandan da annesinin çaldırdığı telefonu açmaya çalışıyordu. O sırada gördü önünde duran arabayı ve içinden hızlıca çıkan adamı. “Hoş geldiniz hanımefendi” dedi adam, çabucak bavulları bagaja yerleştirmeye başlarken. Arka koltukta gözünde siyah gözlükleriyle oturan annesini fark etti Ayşenur. Kapıyı açıp arabaya bindi. Işık hâlâ ağlıyordu. Ayşenur oturduğu yerden annesine doğru uzandı; sarılmaya yeltendiğinde kadının bedeninin o eski soğuk kokusunu hissetti. Bir beden başka bir bedeni hiç hareket etmeden nasıl bu kadar itebiliyordu ki? Konuşacak ne kadar az şey vardı, onca anlatılacak anıya rağmen. Şoför yerine geçince yola koyuldular. Dikiz aynasından arada umutsuzca kendilerine bakan adam, anne-kız arasında bir sohbeti başlatmanın yolunu arar gibiydi. Tanımadığı bu adamın çaresiz bakışlarında Adnan Efendi’yi gördü birden Ayşenur. Çocukluğunu hatırladı; her işlerine koşan emektar Adnan Efendi’nin şakalarını hatırladı. Buz tutmuş bir örümcek ağı gibi onları saran ilişkiyi ısıtabilen tek kişiydi o. Her hafta sonu Ayşenur’u yatılı okuldan alır, her pazartesi geri götürürdü.

Evde olmanın neşe verici olduğu ender anlardı bunlar. Nur Hanım torununun ağlamalarına tamamen tepkisizdi. Ayşenur’a öyle tanıdık gelen bir haldi ki bu. Bowlby düştü aklına tekrar; Bowlby’nin annesi ile kendi annesini yan yana oturttu hayalinde. Onların yanına da Ainsworth’un annesini koydu. Ainsworth da bu bağlanma kuramıyla yakından ilgilenen başka bir psikologdu. Annesi onun eğitimine önem vermiş; üç yaşında okumayı söken kızını desteklemiş, ama ona hiçbir duygusal yakınlık göstermemişti. Birbirlerinden habersiz bu teoriyi inceleyen iki psikoloğun ortak noktalarının duygusal ilişki kuramayan anneleri olması, kaderin bir cilvesiydi herhalde; hele ki şimdi, onların yaşamından çok uzun zaman sonra, kendi soğuk annesini anlamaya çalışırken. Ainsworth’un, bir yaşındaki bebekler ve anneleri üzerinde yürüttüğü ve bağlanma kuramını test ettiği deneyin videolarını izlemişti. Bugün yetişkin birinin ilişkisindeki tutumunu belirleyenin aslında henüz bir yaşındayken annesiyle ya da babasıyla arasındaki ilişki tarzı olması ne kadar da şaşırtıcıydı. Bu öğrendikleri kendisine de Michael’a da farklı bakmasına neden oluyordu olmasına, hatta bir tür empati duygusu da uyandırıyordu ama sonra öfkesi, nöbet bekleyen bir düşman gibi çıkıveriyordu karşısına. Ainsworth ve arkadaşları deneye strange situation adını vermişlerdi. Bunun sebebi laboratuvarda gerçek bir “alışılmadık durum” oluşturmalarıydı. Önce anneyle bebeğini oyuncaklarla dolu tanımadıkları bir odaya alıyorlardı. Araştırmacıların merak ettikleri, bebeğin yeni bir çevreyi annesi etraftayken nasıl keşfettiği; anne kısa süreliğine odadan çıkınca ne yaptığı ve anne tekrar odaya döndüğünde ondan kendisini rahatlatıp teskin etmesini isteyip istemediğiydi.

Deneyde bir de, deneklerin tanımadığı biri arada bir içeri girip çıkıyordu. Bebeklerin bu yabancıya verdikleri tepki de araştırma konusuydu. Ayşenur’un dikkatini en çok çeken, annesi içeri girdiğinde de çıktığında da uslu uslu oturan çocuklar olmuştu; bağımsız, kendi başına durabilen çocuklarmış gibi görünüyorlardı. Ayşenur annesinin çocukluğu boyunca onu gururla tarif ettiği halin aslında güvensiz bağlanmanın 4 bir kolu olan kaçınmalı bağlanma 5 olduğunu ve gerçekte bu kadar erken yaşta bağımsız gözükmesinin bir seçim, bir karakter değil, bir zorlanma, bir zorunluluk olduğunu öğrenince çok şaşırmıştı. Kafasında bütün bu uğultulu düşünceler, kucağında uykuya dalan bebeği ve arabada keskin bir sessizlik içinde süren uzun bir yolculuğun ardından nihayet eve vardılar. Vakit epey geç olmuştu. Uçakta bir şeyler atıştırdığı için açlık da hissetmiyordu. Boğazına düğüm gibi takılan ağlama hissinden kaçmak için yapacağı en iyi şey de hemen uyumaktı zaten. Göğsünde uyuyan kızını bebek askısının içinden çıkardı. Bebek askısı, Amerika’nın o küçük kasabasındaki yaşamın bir başka kazanımıydı; tıpkı katıldığı anne-bebek gruplarında yakınlaştığı anneler gibi. O destek grupları olmasaydı nasıl yapar, tüm o zorlukları nasıl atlatırdı acaba? O kadınları ne kadar özlediğini düşündü. Oysa şimdi çocukluğunun soğuk, kasvetli anılarıyla dolu bu odada Işık’la yapayalnızdı. Rüyasında ağladığını gördü. Ağlayan Işık mıydı yoksa kendisi mi, bilememişti. Kendi küçüklüğü ile kızı birbirine karışmıştı.

Ter içinde uyandı. Işık’a baktı; kızı mışıl mışıl uyuyordu. Yol boyu aklına takılan o deneyler miydi onu bu kadar etkileyen, yoksa küçüklüğünün odası mı? Güvenli bağlanma davranışı gösteren bebeklerle annelerin videolarını seyretsem düzelir miyim, düşüncesine gülümsedi. Annelerinin odada olmadığını fark edince ağlayan ve anneleri geri gelince de onun kucağında rahatlayarak oyuncaklarla oynamaya devam eden bebeklerdi güvenli bağlananlar. Anneme seyrettirmeli asıl, diye düşündü. Gerçekten, izlese ne düşünürdü acaba? Yıllarca gururla övündüğü uslu çocuk hikâyesinin bir yalan olduğunu; usluluk diye ifade edilen o davranış biçiminin ebeveynden kaynaklanan önemli bir soruna işaret eden bir kaçınma davranışı olduğunu bilse ne yapardı? Her ilişki istediğinde kendisi tarafından reddedilmenin acısını daha fazla kaldıramadığı için kızının hayatı boyunca incinebilirliğe nasıl izin veremediğini bilseydi Nur Hanım. O uslu çocuk tablosunun aslında Ayşenur’un bütün duygularını maskelemesi olduğunu bilseydi… Bunlarla baş edebilir miydi? Ebeveyn tarafından rahatlatılma denen şeyi hiç deneyimlememişti Ayşenur. Anne, kızının fiziksel ihtiyaçlarını karşılamıştı ama duygusal ihtiyaçlarını hiç karşılamamıştı. Zaten Işık doğana dek böyle bir ihtiyacı olduğunu bile bilmiyordu. Bağımsız olmuştu hep. Bunun karakteri olduğunu söylemişti herkes. Kendi kendini motive etmeyi öğrenmişti küçük yaşta. Annesi de, seyahatlerinden dolayı çok az görebildiği babası da onun başarılarıyla gurur duyarlardı. Okul başarısı ve başkalarının onun hakkında ne dediği ailesi için her şeyden önemliydi. Çok yalnız kalmış ve yalnız zaman geçirmeye alışmıştı Ayşenur.

Ona, kendi başının çaresine bakmanın ve yardım istememenin önemli bir beceri olduğunu öğretmişlerdi. Ayşenur her şeyi kendi başına yapacağına inanırdı. Hiçbir şeyi kimsenin kendisinden daha iyi yapamayacağına da inanırdı. Bunun bütün hayatını çatırdatan köklü ve çarpık bir temel inanç olduğunu fark etmesi yıllarını alacaktı. Okul bitince bir reklam ajansında başladığı staj orada halkla ilişkiler direktörlüğüne dek uzanmıştı. Bazen alkol, bazen yoğun iş yaşamıyla kendini rahatlatmıştı. İlişkilerse onun için hep stres kaynağıydı. İlişkisiz hayat, kendine itiraf etmese de, daha kolaydı. Çünkü kimseye güvenilmezdi. Hep geleceğe bakmıştı, geçmiş yoktu ve belki de bu yüzden geçmişi silip, yeni bir hayata başlamak hiç de zor olmamıştı. İlişkiye kaçınmalı bağlananların beynin entelektüel fonksiyonlarını daha üstün tuttuklarını okumuştu Ayşenur. Doğumla beraber Işık’ın ona olan ihtiyacı iyice ortaya çıkarmıştı bu kaçınma tutumunu. Bu kadar direndiği bağımlılık hissinin Işık’la vücut bulması ve bu hisle ne yapacağını bilememek tüm varlığını tehdit etmişti adeta. Bağımsızlığın bağımlılıktan doğduğunu bilmiyordu o zamanlar. Zaten bilse de ne işine yarardı ki.

Kim bilir hangi büyük büyükannesiyle başlayan maskeler daha kaç nesil boyunca devam edecekti takılmaya! Michael gibi biri girmeseydi hayatına bu döngü hiç kırılmayabilirdi. Işık ise onu tüm zırhlarından soymuştu yavaş yavaş. Kaçınmalı olarak geçen üç aydan sonra doğal anneler grubunda Ashley isimli bir kadınla samimi olmuştu. Ashley’nin bebeğiyle uyumu, bir dans gibi görünüyordu gözüne. Öyle ki, kimin dansı yönettiği anlaşılmıyordu bir süre sonra. Ne çok şey öğrenmişti bu grupta: Pek çok ebeveyn dikkatini sadece çocuğun davranışlarına yöneltiyordu, oysa yüzeydeki davranışın derininde bunu motive eden bir kök neden vardı. Eğer Işık’ın zihnini görmeye niyet ederse, onunla duygusal bir anlayış üzerinden bağlanabilirdi. Göz teması, yüz ifadesi, ses tonu, mimikler, beden duruşu gibi sözsüz mesajlar ve bebeğinin ihtiyacını ne kadar hızlı karşıladığı en önemli iletişim unsurlarıydı. Sağlıklı zihin yapısının oluşması, Işık’ın sözsüz mesajlarına karşı hassas olup bunu ona geri yansıtmasıyla mümkündü. Ashley tam olarak bunu yapıyordu. Kızına “Ağzını hareket ettiriyor, demek kızım acıkmış. Kollarını mı açtın! Kızım kucağıma gelmek istiyor” gibi ifadelerle sesleniyordu. Ayşenur bunları duyup gözlemliyordu ama henüz ondan böyle sözler çıkmıyordu. Kafası sadece Işık’ın fiziksel ihtiyaçlarını karşılamakla meşguldü. Onların da zamanını, bebeğin sinyalleri değil, doktorların söylediği program belirliyordu.

Işık’ın sadece fiziksel ihtiyaçlarını karşıladığını, sözsüz ve duygusal ihtiyaçlarınaysa hiçbir şekilde karşılık vermediğini kocası Michael’ın kızıyla ilişkisini izlerken fark etmişti ilk kez. Ayşenur’un aksine Michael, Işık’la konuşuyor, ona fısıldıyor, yumuşak dokunuşlarla altını değiştiriyor ve ağladığında onu sakinleştirebiliyordu. Hatta Işık babasını ister olmuştu daha çok. Sadece emmek için annesinin kucağına geliyordu. İçten içe sinirleniyordu bu işe Ayşenur. O güne kadar hep kontrollü ağlatmayı, uyumayı öğretmeyi, ayrı yatakta yatırmayı söyleyen kitaplar okumuştu. Kızının bir an evvel bağımsız olmayı öğrenmesi için doğru şeyler gibi geliyordu bunlar ona. Her ne kadar Işık doğmadan önce kendini anlamaya yönelik çalışmalar yapmış olsa da, doğumla beraber sanki hortlamıştı geçmişi. Kişi nasıl da kendine en yakın olana çekiliyordu! Neden bazı anneler uyku eğitimi verirken diğerleri vermiyordu? Doğal ebeveyn anneler grubunu tercih eden annelerin ortak geçmişi neydi? Eğer kişi geçmişinden bihaber olursa, doğru diye çekildiği ebeveynlik şeklinin içinde aynı hataları tekrarlamaya devam mı ediyordu? Bir grup çalışmasında Ashley, “organik besleyeceğim” iyi niyeti içinde, çocuğunu kontrol etme hissinin nasıl onu içten içe kemirdiğini gözyaşları içinde anlatmıştı: “Dikkat etmezsem bebeğimi organik gıdalarla besleyeceğim derken esnekliğimi kaybederek ruhunda yaraya sebep olabilirim diye korkuyorum. Annemin kardeşimle benim üzerimde yarattığı inanç olgusu gibi. O da iyi niyetle başlamıştı, bizi pazarları kiliseye götürmeye. Ama nerede diretmeye başladı, nerede kontrol duygusuna yenildi bilemiyorum. Bugün bırak kiliseyi, hiçbir inanç sisteminin yakınından geçemiyorum.” Dengeyi kaybetmek ne kadar da kolaydı! Peki ya kendisi? Uyuması için çocuğu yatakta yalnız bırakmakla başlayan uyku eğitimi planlaması şimdi gece gündüz Işık’la olmaya, sürekli birlikte uyumaya dönmüştü. Kocasını kendinden uzaklaştıran neydi? Ya hafta sonu gittiği geziden bir gün erken dönmeseydi? Her şey bir rüya gibiydi.

Anahtarla eve girişini, üst kattaki yatak odasına çıkışını, kendi yatağında başka bir kadını uyurken görüşünü ve kocasının o kadını uykusunda izleyişini hiç unutabilecek miydi! 1. Kişiler arası ilişkilerin kısa ve uzun dönem dinamiklerini tarif eden psikolojik bir modeldir. Bu kuram, insanların sevdiklerinden ayrıldıklarında, her türlü sosyal ilişki içinde canları yandığında ya da bir tehdit algıladıklarında buna verdikleri tepkilerin doğasını inceler. İnsan yavrusu doğduğunda tamamen bakıma muhtaçtır; çoğunlukla bakımı veren kişi ebeveynidir, özellikle de annesidir. Anne ile bebek arasındaki bağlanmanın niteliğini, bebeğin fiziksel ve duygusal ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlara nasıl cevap verildiği belirler. Bu nedenle bebeğin bağlanma davranışları hep anneyi kendine çekmek üzeredir. Göz teması, dokunma ve ses tonu bu bağı oluşturur. Bebeğin fizyolojik yapılanması da bu bağın güçlenmesini pekiştirir: Örneğin, anne sütünün yağsız olması annenin bebeğini gün içinde defalarca beslemesini, dolayısıyla onunla bağ kurmasınısağlar. Anne bebeğe bu dönemde nasıl davrandıysa bebek büyüdükçe kendi ilişkilerini bu davranışlar üzerinden kurar. Bağlanma davranışları güvenli ve güvensiz olarak ikiye ayrılır. Bebeğin sinyallerini duyup hızlıca cevap vermek güvenli bağlanmayı desteklerken bu sinyalleri ısrarla anlamamak ya da yanlış yorumlamak güvensiz bağlanmaya neden olabilir. Güvensiz bağlanma, kaçınmalı, kaygılı ya da karmaşık bağlanma şeklinde görülür. Kaçınmalı bağlanan yetişkin için ilişkiler güvenilmezdir; zorlandığında ilişkiden kaçar ve kendinisakinleştirmesinin tek yolu yemek yeme, televizyon seyretme, alışveriş yapma gibi davranışlar olur. Kaygılı bağlanan yetişkinse sürekli ilişki halinde olmak ister; kafası devamlı diğer kişinin onu sevip sevmediği endişeleriyle meşguldür. Karmaşık bağlanmanın temelinde genellikle daha büyük travmalar yatar.

Çocuk bir ebeveynle kaçınmalı bağlanma kurarken bir diğeriyle kaygılı bağlanma kurmuş olabilir. Yetişkinliğinde kurduğu ilişkileri bütün bu güvensiz bağlanma davranışları belirleyecektir. 2. Doğal ebeveynlik, bağlanma kuramını baz alan ebeveynlik akımına verilen addır. İngilizce attachment parenting teriminin Nilüfer Devecigil tarafından Türkçede kullanılan karşılığıdır. Bu akımın temelini, ebeveynin bebeğin sinyallerini görüp, doğru yorumlayıp, kısa bir sürede cevap vermesiyle güçlenen anne-bebek bağı oluşturur. 3. Kişi hangi bağlanma şeklinden gelirse gelsin çocukluk hikâyelerinden bir anlam çıkarırsa geçmişin duyguları bugünü etkilemeyi bırakır. Kişi neden geçmişte öyle davrandığını, savunma sistemlerini anlamlandırır. Bu içsel bakış sayesinde hikâyesinden anlam çıkarmaya ve bu da bugünkü ilişkilerdeki bağlanma şeklini güvenli bağlanmaya dönüştürmesine yardımcı olur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir