Oktay Rifat – Bir Kadinin Penceresinden

Anlatacağımız öykü 1975 Türkiye’sinin İstanbul’unda geçer. Şimdilerde moda olan bir terimle azgelişmiş bir toplumdur 1975 Türkiye’si. Azgelişmişlik kendine özgü bir varoluş biçimidir ki ulusal renge karışır ve yaşamın her kertesinde kendini duyurur. Yürümekten giyinip kuşanmaya, alışveriş etmekten sevişmeye, sanattan bilime, hukuktan politikaya dek her alanda onu başka bir yüzle görürsünüz. Bu bakımdan, bu yılların Türkiye’sinden bir öykü anlatmaya kalkan yazarın, bu yazar çevreye önem veriyorsa, azgelişmişlik üstünde durması gerekir. Azgelişmişlik toplumun alt ve üst yapılarıyla belirli bir yaşam düzeyinde sıkışıp kalmasıdır. Bu sıkışmanın nedenlerini ortaya çıkarmak, gelişmiş sömürgen toplumların azgelişmiş toplumun kaderindeki yerine parmak basmak bir öykücüden çok bilim adamına düşer. Ama ne olursa olsun bir yazarın yine de bu konuya eğilmesi, hiç olmazsa azgelişmişliğin nitelikleri üstünde, öyküsünü aydınlatacağı ölçüde, durması zorunludur. Azgelişmiş toplumlar kültürlerini, yönetim biçimlerini, toplumsal kurumlarını ve bunlara yön veren ana düşünceleri, öz varlıkları için gerekli bilgi ve donatımı kendileri üretecek ve yaratacak yerde daha çok dışardan, gelişmiş toplumlardan olmayı uygun bulurlar. Geri kalmış toplumlarda bunlar vardır ya artık eskimişlerdir ve sanki geriliğin başlıca nedenleriymiş gibi öfkeyle bakılır onlara. Ama yine de dışardan getirilenin yanında körelmiş yaşamlarını sürdürürler. Bu yüzden toplumsal çekişmelere, dolaylı olarak kişisel bunalımlara yol açarlar. Dışardan almak içerde üretmekten ve yaratmaktan daha kolaydır. Yeryüzünde gelişmiş ve azgelişmiş toplumlar bulundukça, ister istemez gelişmişten azgelişmişe doğru bir mal ve kültür akımı olacaktır. Bu akımın azgelişmiş toplumda uyandırdığı, uyandıracağı aşağılık ve üstünlük karmaşalarını, ruhsal düğümleri, bunalımları burada uzun uzadıya anlatmaya gerek görmüyoruz.


Ne var ki öykümüzün bunların ışığında okunmasını okuyucuya öğütleriz. Toplumumuzda bu bir çeşit ithalatçılığa karşı koyanlar, koymak isteyenler çok olmuştur. Ama boşunadır. Çünkü azgelişmişlikten gelişmişliğe giden yol buradan geçer. Azgelişmiş toplumlarda türlü sorunlar arasında kötü beslenme, gizli açlık, açlık gibi sorunlar başta gelir. Türk halkı gereği gibi beslenmiyor mu? Türkiye’de açlıktan ölünmediği söyleniyor. Doğrudur. Ne var ki halkın çoğunluğu protein gereksinmesini tarımsal besinden, daha çok ekmekten sağlamaya çalışır. Büyük kentler bir yana bırakılırsa hayvansal besin tüketimi devede kulak denecek kadar azdır. Ayrıca Türk halkının günde ortalama 2.500 kalorinin üstünde –ki kötü beslenmenin sınırıdır– besin aldığını söylemek zordur. Ürettiği yetersiz malı sosyal adalete aykırı biçimde tüketen bir toplumda kötü beslenme ve gizli açlık gibi sorunların varlığı doğal gibi görünürse de asıl nedenler oldukça derindedir. Azgelişmiş toplumların biraz da tarım sorunudur bu. Böylesi toplumlar çoğunlukla feodal bir düzenin kalıntılarını taşıdıkları için toprak, ağaların elinde toplanmıştır. Köylünün çoğunluğu topraksız ya da az topraklıdır.

İş bu kadarla bitmez. Toprağı işleme yöntemi de geridir. Doğal güçlüklerle baş edilemez. Sel, toprak kayması, verimsizlik, kısırlık cirit atar. Bu yüzden, ikide bir, toprak ve tarım reformları tasarıları çıkar ortaya. Bu kez ağaların çıkarları sallantıya düşer. Çelişkiler dallanır budaklanır. Yeni huzursuzluklar doğar. Azgelişmiş toplum, yine ister istemez, ekonomisiyle dışa bağlıdır. Endüstri bu toplumlarda tarihsel ve iç gelişimin doğal sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Gereksinmelerin baskısıyla, gelişmemiş yapıya dışardan getirilerek aşılanmak istenmiştir. Ekonomik bağımlılık politik bağımlılığı doğurur. Birçok endüstri kolu, madenler, ticaret ve kimi zaman tarım işletmeleri yabancıların ve yabancı şirketlerin ellerine düşer. Yabancılar kendi çıkarları açısından yönetirler bu işletmeleri ve her yıl büyük kârlar götürürler kendi ülkelerine. Endüstrinin güçsüzlüğü azgelişmiş toplumun dışarıya işlenmemiş mal gönderen ve dışardan işlenmiş mal ve makine alan bir ülke durumuna sokar.

Kendi gereksinmesini kendi karşılamayan toplumda üretim tüketimi bir türlü yakalayamaz. Ticaret ve ödeme dengelerindeki açıklar artar. Bu açıklar gelişmiş ülkelerin yardımıyla kapatılmaya çalışılır. Oysa gelişmiş toplum, yardım adı altında gelişmemiş toplumu sömürmeye bakar. Bir kısırdöngüdür bu, içinden kolay çıkılmaz. Azgelişmiş toplumun en gelişmiş kesimi ticaret kesimidir. Ticaret azgelişmiş toplumlarda aşırı bir gelişme gösterir. Gelir dağılımına bakılınca tarımla uğraşanların eline kabarık sayılarına karşın az bir pay geçerken ticaretle uğraşanların eline büyük gelir geçtiği göze çarpar. Oysa ticaret kesimi sayıca tarım kesimi kadar kabarık değildir. Yapılan istatistiklere göre tarım kesiminde elde edilen gelire 100 dersek ticaret kesimince elde edilen gelir İtalya’da 230, Hindistan, Japonya ve Brezilya’da 300, Meksika’da 770 ve Türkiye’de 780’dir. Batı ile olan çok eski ilişkilere karşın azgelişmiş toplumların yapısı gelişmiş toplumların yapısına benzemez. Mutlu azınlık bir yana bırakılırsa çoğunluk köye dayalı eski bir ekonomi çevresinde yaşar. Yarı feodal diyebileceğimiz toplumsal ilişkiler yerini gelişmiş ilişkilere henüz bırakmamıştır. İşgücüyle sermaye arasında geçmişten gelen ilişkiler sürüp gider. Toplumumuzda tarım alanındaki el emeği hâlâ sigortalanmadığı gibi iş yasaları kapsamına da sokulmamıştır.

Anadolu tarım işçisinin bir yasa güvencesi olmaması acıdır. Tarım alanında işgücü gelişmiş ülkelere oranla çok ucuzdur. Sömürü büyük ölçülere varır. Buna karşılık bilinçlenmedeki gerilik politika cambazlarının ekmeğine yağ sürer. Uyanan kişi, aydın, bu durum karşısında bunalımdan bunalıma düştükçe, alabildiğine sömürülen topraksız ya da az topraklı köylü, eski görenekleri sürdürmekten ve dinden yana politikacıların peşinden gider. Demokrasi adı verilir buna. Aldatmaca büyüdükçe tepki çoğalır. Eylem, kimi zaman yasal çerçevenin dışına taşar. Bunu faşist baskılar izler. İlerici kişiler kimi zaman açıkça sokak ortasında, kimi zaman el altından birer birer temizlenir, temizlettirilir. İşsiz ya da üretken olmayan yurttaş kalabalığı azgelişmiş toplumların başlıca özelliğidir. Gerçekleştirilen kimi büyük atılımlar, kurulan fabrikalar, yeni başarılar işsizliğin önüne geçemez. Yol, köprü, fabrika yapımı yeterli değildir. Oysa geliri düşük tarım kesiminden büyük kentlere doğru bir işgücü akını başlamıştır. Büyük kentlerin çevreleri gecekondularla sarılmıştır.

İşsiz insanlar gelişmiş ülkelere doğru akın etmeye başlar. Bu da açığı kapatmayınca huzursuzluk ve bunun politika alanındaki yankıları yoğunlaşır. Eğitim düzeyinin geriliği çekişmeyi kör dövüşü haline sokar. Okuma yazma oranının düşüklüğü, bilinçlenmeyi engellediği ölçüde bir kargaşa öğesidir de. Aydınlar arasında bile bir kavram kargaşası sürüp gider. Bundan gerici politikacılar ve gerici düzenden yana yöneticiler yararlanırlar. Üstelik okuma yazma bilmeyen kesimlerde doğum oranının yüksek oluşu bilisizlikle savaşılmasını engeller. Çoğalan bilisiz halktır, aydın kesimi değil. Buna karşılık bu huzursuz ve acılı ortamın er geç bilinçlenmeyi getireceği bir gerçektir. Azgelişmiş toplum insanı, geri kalmışlığının ve yoksulluğunun nedenlerini yavaş da olsa anlamaya başlar. Haberleşme olanaklarının çoğalması, basının gelişmesi, bu bilinçlenmeyi hızlandırır. Ne var ki bilinçlenmenin, bütünüyle ele alındığında, sağlıklı olduğu kadar aksak bir yanı da bulunduğu görülür. Çünkü gelişebilmek için aydınlık ve özgür bir ortam isteyen düşünce, yönetimi elinde tutan güçlere ters düştüğü anda türlü yollarla yasaklanacağından karanlık bir ortamda bocalamak zorunda kalır. Azgelişmişlik sürüp gidedursun tersleşme arttıkça baskı da artar. Gizli polis üniversitelere, derneklere, aydınlar arasına sızar.

İktidar, kimi grupları yasadışı eylemlere iterek baskı tedbirlerini haklı göstermeye çalışır. Tepki ve karşı tepkiler birbirini kovalar. Toplumda kargaşa eksik olmaz. Kargaşanın boyutlarını iç ve dış politika çıkarlarına göre ayarlamak, kızıştırmak ya da kısmak, çoğu zaman yönetici kadroların elindedir. Azgelişmişliğin sadece çalışanların, daha çok yoksul halkın sırtına abanmış bir geri kalmışlık sorunu olduğunu sanmak yanlıştır. O her yerde vardır ve her yerden sırıtır. Güvencesiz, huzursuz, bulanık, kimin kim, neyin ne olduğu bilinmeyen toplumlardır azgelişmiş ülkeler. Öykümüz aşağı yukarı böyle bir ortamda geçiyor. Konumuz azgelişmişlik değildir, ilişkilerdir. Ne var ki bu ilişkiler böylesi bir ortamda geliştiği için bu ortam kimi olayların doğrudan doğruya nedeni olmasa da bir resmin üstüne konan renkli cam gibi onları kendi saydamlığında değiştirir. Öykümüze girmeden önce şu birkaç sözü de ekleyelim. Öykümüzdeki dar çevre, azgelişmişliğin yoğun olduğu bir çevre değildir. Ama dediğimiz gibi kendini duyurmakta ve olayların akışını değiştirmektedir. Yazar, gerçekçi kalmak amacıyla bulanık ayrıntılara girmektense olayların sadece görünen yüzünü anlatmaya çalışmış, hatta kadın kahramanının dar açısından dışarı taşmamayı yeğlemiş ve gerisini okuyucunun yorumuna bırakmıştır. 2 Uyuyamıyordu.

Taş çatlasa uyuyamayacaktı. Sağ eli yastığın altında, gözleri yumulu bir saatten beri kıpırdamadan duruyordu. Dizlerini karnına çekmişti. Ayakları buz gibiydi. Kalksa, o sinir hapından bir tane daha yutsa, hatta tüpü olduğu gibi bitirse yine uyuyamayacaktı. Sinirleri zembereğinden boşanmıştı bir kez. “Tek umut kıpırdamadan durmakta!” diye düşündü. Sol ayağının başparmağını okşar gibi, hafifçe sağ ayağının topuğuna sürttüğünü farketti. Yastığın altına soktuğu elinin parmaklarında da belli belirsiz bir kıpırdama vardı. “Uyuştu da ondan,” diye aklından geçirdi. Elini yastığın altından çekse, karıncalanmaya başlayan sağ omzunu dinlendirmek için sol yanına dönmeye kalksa, kendini yeniden uykuya giden yolun başında bulacağını biliyordu. Bir saatten beri harcadığı emeğin bir anda yok olup gitmesine gönlü razı olmuyor, direniyor, bütün gücüyle uyumaya çalışıyordu. Ama o da biliyordu ki uyumak için harcadığı bu çaba, bu direnme, uykuya en büyük engeldir. Uyumak için düşünmeyi bırakmak, boşalmak, sonra o boşluğun içine ağır ağır kaymak gerekir. “Bir boşluğun içine ağır ağır kaymalıyım!” diyordu.

Bir boşluğun içine kaymalı! Ama nasıl? Uyumak üstüne bildiği, duyduğu sözler, öğütler aklına geliyordu. Evirip çeviriyordu kafasında bunları. Sonra yine asıl konusuna, kocasına geçiyordu. Kocasını düşünüyordu. Tam bir düşünce denemezdi buna. Sakız gibi uzayan, ağdalı bir düş gibiydi bunlar. Akşamdan tabağın içinde kalmış bir patates köftesini ağzına atarken, tam da o sırada, kocası giriveriyordu mutfağa. Görmezlikten geliyordu Filiz’in patates köftesini ağzına attığını. “Ha görmüş, ha görmemiş, o da mı tasa!” Ama bu adam hiç belli olmaz. Bakarsın bir kulp takar. Hap kadarcık bir patates köftesi yenmez de çöp tenekesine mi atılır! Bu mudur usul! Yere batası domuz! Sevmiyordu kocasını. Ne var ki kocası da görünüşte onu sevmiyordu. Yalnız sevmese iyi, bastırıyordu onu sevmemekte. Altta kalmak, sevmemek konusunda bile altta kalmak çıldırtıyordu Filiz’i. Bu yenilgiden, seven ama sevilmeyen bir kadın olarak sıyrılabileceğini biri kulağına fısıldamış gibi, bir ödevi yerine getirircesine kocasının üstüne düşüyordu.

Kocasının üstüne düştükçe yeni yenilgilere uğruyordu. Yenilmekse onu gözünde büyütüyor, ona karşı bir ilgi, bir çeşit sevgi doğuruyordu içinde. Şimdi şu yatakta da yenikti. Uyuyamıyordu işte. Yenik olduğu için uyuyamıyordu. Sol koluyla birdenbire üstünden pikeyi attı. Terlemişti. Vücuduna kulak verdi. O uyuyamasa da derin bir uykudaydı kadınlık organları, cansızdı sanki. Eliyle göğsünü yokladı. Yirmi sekiz yaşındaydı. On iki yıldan beri evliydi. Şu zamanda yirmi sekizindeki kızlar yeni kocaya varıyordu. Oysa onun, büyüğü on bir yaşında üç çocuğu var. “Bedri haklı,” diye geçirdi içinden.

“Bir eksiklik var bende.” Bedri bunu açıkça biliyor, sırasında yüzüne vuruyor, sırasında dolambaçlı yollardan önüne seriyordu. Ama Bedri’ye göre herkes kusurludur. Bedri bu, büyütür, pireyi deve yapar. Mutfaktaki maşadan elektrikli fırına, elektrikli fırından Batı uygarlığına, oradan insan kafasına sıçrar. “Yok, yok! Bende bir eksiklik var,” diye yineledi. Doğru dürüst bir aile içinde büyümedim ben. Elbise dolabı yoktu benim büyüdüğüm evde, sandık vardı, yüklük vardı. Havagazı yoktu, maltız vardı. Yeşil sabunla bulaşık yıkardık biz, kalaysız bakır tencerede. Bu bulaşık tozları sonradan çıktı. Maltıza elleme kömürü tepeleme doldurulur, boş kibrit kutuları parçalanır, kömürlerin arasına sokulur. Birkaç tahta parçası, üstüne gaz. Daha üstüne eski bir boru. Kibriti çaktın mı, akşamları mutfak kapısının önünde kıvılcımlar saçarak bir çıtırtıyla yanmaya başlardı maltız.

Bedri hor görüyordu maltızı. Maltızda yemek pişirenin kafası da elleme kömürü gibi kara olur. Kara ya da ak, artık uzaktaydı maltızlı günler. Evlendi evleneli hep havagazında yemek pişirmişti. Ama çocuklukta, mutfak kapısının önünde alacakaranlıkta savrulan kıvılcımlar iz bırakır kişide. Her şey ona göre. Bedri’ye bakarsan gardırop kullanmasını bile daha doğru dürüst öğrenememişti. “Ne çamaşır yıkamasını, ne sokağa çıkmasını, ne alışveriş etmesini biliyorsun!” Hep bu laf. — Bizim kadınlarımız günde on iki saat evin içinde ırgat gibi çalışır, ter döker, iki kap yemeği zor hazırlar. Oysa Avrupalı kadın az emekle çok iş görmesini bilir. Koşullar da elverişlidir buna. Nedenleri ortada. Filiz, “Nedenleri ortada,” diye yineledi. Dişlerini sıktı, gözlerini az daha yumdu, direndi. İçindeki o ağdalı düşleri silmeye çalıştı, sonu gelmeyecekmiş gibi görünen birkaç saniye, hiçbir şey düşünmeden, duymadan, öylece kalıp gibi durdu.

Bu zorlama onda kuvvetli bir tepki yaratmış olacak ki yayından kurtulan ok gibi yataktan fırladı. Şimdi yatağın ucunda oturuyordu. Basma geceliği altında tortop, yarı belinden aşağısı çıplaktı. Esniyor, gürültüyle kaşınıyordu. Düşünmüyordu artık. Kafasının içi bomboştu. Kalktı, kaşınarak pencerenin önüne geldi. Perdeyi aralayarak dışarı baktı. Kimsecikler yoktu daracık sokakta. Perdeyi kapadı, elektriği yaktı. Parmağını, yastığın yüzünde bıraktığı kızartıya götürerek yüzünü inceledi aynada. Sorusuna cevap bekleyen bir insanın dikkatiyle bakıyordu yüzüne. İyi kötü günler, anılar, unutulmuş, bilinçaltına itilmiş izlenimler, öfkeler, üzüntüler şimdi onunla birlikte uzanmıştı aynaya. Yüzünde, uykusuzluğun zaferiyle biten çekişmenin çöküntüsü yerine, yorucu bir sevişmenin hazla karışık izlerine benzer belirtiler görünce şaşırır gibi oldu. “Bir erkeğin koynundan çıkmış gibiyim!” Gülümsedi.

Bir aydan beri doğru dürüst görmemişti kocasını. Dakikası dakikasını tutmayan bir adamdı Bedri. Her işte öyle. Sevda işinde de öyle. Kimi zaman bir boğa kadar güçlü, kimi zaman tiridi çıkmış bir ihtiyar gibi çekingen ve ürkek. Bedri’yi sevişme oyununda yüreklendirmek için Filiz’in çoğu kez, açık saçık olaylar anlatması gerekirdi. Sarkıntılık, ırza geçme gibi şeyler. “Senin başından buna benzer şeyler geçmedi mi?” diye sormuştu bir seferinde. “Söylediği lafa bak şunun!” Filiz ilk zamanlar anlamamıştı ama sonraları uyanır gibi olmuştu. Bedri karısının başına böyle işler gelmiş olmasını, ya da gelmesini istiyordu. İlk aylar, bir iki kez, bir kadın doktoruna görünmesi gerekmişti. Yoklama öyküsünü ballandıra ballandıra anlatmasını isteyen bir hali vardı Bedri’nin. Doktordan kuşkulandığını söylemişti de: — Ne gibi? diye sormuştu. — Anlasana canım, basbayağı sarkıntılık etti bana. Kızacak yerde katıla katıla gülmüştü Bedri.

Daha çiçeği burnunda gelinken eve getirdiği erkek arkadaşlarıyla baş başa bıraktığı çok olmuştu Filiz’i. Bir gün pepeme bir şairle gelmişti eve. Rakı hazırlamıştı Filiz. İkinci kadehte kayboluvermişti ortadan. Pepeme şair önce alınır gibi olmuş sonra yılışmaya başlamıştı. “Niye bir sokak orospusu almadın!” demişti Bedri’ye. Besbelli daha oynak, daha ele avuca sığmaz bir kadın olmasını istiyordu. Ama Bedri istedikçe o, inadına, içine kapanıyordu. Belki onu sıksa, kıskansa, bir kaçamak aklına gelebilirdi ama, bu başıboşluk, kocasının ille de onu başka bir erkeğin kucağına atma isteği, sevişmenin böyle ikinci bir erkeğin varlığına bağlı kalması Filiz’i aşktan soğutmuştu. Başka kimsede benzerini görmedikçe öteberi alamayan kimseler gibi Bedri de başka bir erkek değer vermedikçe karısını sevemiyordu demek! “Başka türlüsü yok bu işin!” Ama yine de bir kurt düşüyordu içine. Yoksa Bedri dolambaçlı bir yoldan onu kendine bağlamak için mi böyle davranıyordu? Üstü kapalı bir bencillik mi yatıyordu bu tutumun altında? Öyle ya, onu zorla eve kapasa, üstüne kilit vursa, Filiz kocasına bundan daha sadık olamazdı. “Bu kadar cin fikirli mi bu adam!” Hayır, hayır! Son zamanlarda: “Kadın değil misin, başının çaresine bak! Kendine bir erkek bul! Gönlün çekiyorsa tabii,” demiyor muydu. Hatta birtakım kolaylıklar göstermiyor muydu! Yine son zamanlarda Ziya Bey için:“Elli yaşında ama demir gibi adam. Delikanlıları cebinden çıkarır. Ben senin yerinde olsam hiç durmam!” dememiş miydi Filiz, Ziya Bey’le yatsa, “İstediğin oldu, Ziya Bey’le yattım,” dese, Bedri’nin katılarak güleceğinden, olayı anlatırken onunla sevişmek isteyeceğinden emindi.

Hasta mıydı bu adam! Kimse Bedri’nin hasta olabileceğini aklına getirmiyordu. Arkadaşlarına bakılırsa az bulunur bir adamdı Bedri. Günün birinde yazacağı kitapla Türk yazınına damgasını vuracak biri. Şimdi sadece gözlemler yapıyor ve düşünüyordu. İlerde kuracağı yapıyı sağlam temellere oturtabilmesi için ruhsal ve toplumsal olayların birer birer elden geçirilmesi, eleştirilmesi gerekiyordu. Tam bir aydınlığa varmıştı Bedri. Bunalıyordu kuşkusuz. Geçer akça bütün değer yargılarını yitirdiği gün kim bunalmaz! “Kurcaladıkça yıkılıverdiler, bir yıkıntının ortasında kaldım!” Filiz değer yargılarını yitirmenin ne biçim bir dert olduğunu kestiremese de kocasının, aile ilişkilerini geleneksel biçimiyle yürütmeyi aptallık saydığını anlar gibi oluyordu. Bedri’ye göre kutsal hiçbir şey yoktu. “Mısır Firavunları kız kardeşleriyle evlenirlerdi,” demişti, “bugün günah sayıyoruz bunu. Bu bir görenek işidir.” Filiz: — İçinden gelir mi kız kardeşinle yatmak, diye sormuştu. — İçimden gelmesini önleyen baskılar var da ondan gelmez. Çok şükür! “Ne çıkar! Niye gelmesin!” gibi bir cevap vermemişti hiç olmazsa. Filiz aynadan uzaklaştı.

Bir uyku hapı yuttu. Birden kızı aklına geldi. Öksürüyordu biraz. Ateşi var gibiydi gündüzün. Uyuyor muydu? Uyuyorlar mıydı çocukları? Kapıyı aralık bırakarak hole çıktı, elektriği yaktı, sonra süzülerek, usulca çocukların odasına girdi. Mahalle marangozunun çam tahtasından yaptığı altlı üstlü bir ranzada yatıyordu oğlanlar. Kız karşı duvara dayalı divanda tek başına uyuyordu. Bedri kurmuştu bu düzeni. Çocukların bir odası olmasını istemişti ille de. “Çocukların kişiliği bakımından gerekli bu.” Çok durmuştu bu konunun üstünde. Sonra bir Fransız dergisinde gördüğü bu ranzayı yaptırmıştı. “Yerden kazanılıyor böylece.” Oysa bu kata taşınmadan önce özel bir odaları yoktu çocukların. Akşam serilen, sabah toplanan döşeklerde uyurlardı.

Çocuklar odalarını sevmişler, oğlanlar dergilerden kestikleri sinema oyuncularının, şarkıcıların, cazcıların resimleriyle donatmışlardı duvarları. Resim bolluğu o kerteye varmıştı ki duvarın badanası görülmez olmuştu artık. İşte uyuyorlardı. Yan yatan Sermet’in altta kalan kolu ranzanın üst katından boşluğa uzanmıştı. Gerideydi başı ve ağzı açık. Pijaması toplanmış, beli açılmıştı. Filiz pijamasını çekiştirince uykusunda öbür yanına döndü. Muhtar’sa arka üstü yatıyor, hafifçe gülümsüyordu. Holden sızan yarı ışıkta, çoğunlukla güleç, çoğunlukla insana usanç veren bir tutumda ve duruşta, her zamanki gibiydi duvardaki resimler, biraz tuhaf ve ürkütücü. Gözlerini kıza çevirdi. Daha çok kız için gelmişti bu odaya, oysa oğlanlarla ilgilenmişti ilkin. Yonca’nın başı kaymıştı yastıktan. Başını yastığa kaldırdı. Alnını yokladı. Buz gibiydi alnı, hafifçe terlemişti.

Üstünü örttü. Sermet mırıldanarak döndü, Muhtar ağzını şapırdattı. Resimler kıpırdamıyordu. Filiz’in tanıdıkları içinde mutsuzluğunun bütün yükünü çocukların sırtına yüklemek isteyenler vardı. “Senin ayağını bağlayan bu çocuklar!” Bu çocuklar olmasa alıp başını gidebilirdi. Ama nereye! Anlamını çok iyi kestiremediği ama acısını canı yanarak duyduğu bir çekişmenin, azgın bir denizin ortasında iyi kötü bir tutamak geçmişti eline. Kapılmış akıntıya gidiyordu. Bilinmez mutluluklar için bu dengeyi bozamazdı. Çocukların odasından çıktı. Oturma odasına da bir göz atmak için kapıyı usulca araladı. Çocukluğundan kalma bir huydu bu. Çocukken hep korkuyla açardı oda kapılarını. El ayak çekilince, bu masaları, bu sandalyeleri kimler kullanır! Eşyaların hep kullanıldığını gördüğü için insansız bir odanın bırakıldığı gibi durabileceğine inanmazdı sanki. Üstelik içinde bir korku:ya gitmemişlerse, ya kapının ardından biri çıkıverir de “Pöh!” diye bağırıverirse! Oda akşamdan bıraktığı gibiydi. Yerdeki gazete, masadan kendi kendine kaymış olmalı! Kapıyı çekti, içindeki ürpertiyi savuşturarak yatak odasına döndü.

Bu saatte kim bilir hangi cehennemin dibindedir Bedri. Hep o sivri akıllılar baştan çıkarıyordu kocasını. Bedri’de kabahat vardı ya, ama kabahatin büyüğü onlardaydı. — Serseri bunlar! demişti Bedri’ye. — Onlar seçkin insanlar, demişti Bedri. Filiz, onlarda kişiyi kendine bağlayan bir büyü bulunduğunu sezinliyor, kocasını elinden alan bu insanlara biraz da korku karışık bir saygı besliyordu. Ama sevmiyordu onları. Kırk yılda bir yolları eve düşünce havraya dönüyordu ev. Sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Yerlere oturuyorlar, sigaralarını pencere pervaznda söndürüyorlar, yatıyorlar, ağız dolusu gülüyorlar, alay ediyorlar, durmadan içiyorlar, karşısındakini susturup araya bir laf sıkıştırabilmek için yırtınıyorlardı. Her taşın altından kalkıyorlar, bir hiç uğruna saatlerce çene yarıştırıyorlardı. Romancılar, ozanlar, tiyatrocular vardı aralarında. Yine böyle içilen, konuşulan, sigara dumanından göz gözü görmez olduğu bir akşam Filiz, oturdukları bodrum katının az güneş gördüğünü söyleyecek olmuş lafın arkası alınamamıştı. Gözlüklü biri: — Biz daha göçebelikten kurtulmuş sayılmayız. Bize kentlerde yaşayan bir toplum gözüyle bakılamaz, demişti.

— Köydeki evin çadırdan farkı ne? demişti karşıda oturan uzun saçlısı, biri bez, biri kerpiç. Bir gereç farkı sadece. — Topkapı Sarayı’na bakın, demişti başka biri, bir yapı bütünlüğü var mı? Birer ikişer gözlü köşkler, kerpiçleştirilmiş sultan çadırları. Sağdan soldan sesler yükselince: — Topkapı Sarayı yan yana dizili çadırlardır, diye bağırmıştı. Bedri lakırdıya karışmış, gecekondularda oturan İstanbullulara şehirli gözüyle bakılamayacağını, kanalizasyonsuz, susuz, yolsuz, derme çatma evlerden kurulu mahallelere şehir, bu mahallelerde oturanlara şehirli denemeyeceğini anlatmıştı. — Ev bir alettir, demişti. Biz bugün bu modern aleti kullanacak aşamada değiliz. Bundan sonra konuşmalar kızışmış, gecekonduları kimi endüstrileşmenin bir belirtisi, kimi tarım alanındaki geriliğin bir sonucu olarak ele almış, her kafadan bir ses çıkmıştı. Türkiye’deki tipik evin gecekondu değil, camsız, kiremitsiz, kerpiç damlı köy evi olduğu ileri sürülmüştü. Bu biçim köy evi ise çadırdan bir kerte üstündü. İşin kötüsü, çadırdan daha da kötü konutlar vardı. Halkın önemli bir kısmı toprak altında yaşıyordu. Laf ebesiydi hepsi bunların. Onlarla başa çıkılamazdı. “Onlarla yine kendi gibileri başa çıkabilir.

” Yatağın ayakucuna ilişti. Yapayalnızdı işte. Bu böylece sürüp gidiyordu. Sürüp gidecekti de. Konuşacak, dertleşecek kimsesi yoktu. Kasapla, manavla, bakkalla alışveriş gereği iki laf etmek, birkaç tatlı sözcük yetmiyordu ona. Bedri evin eşiğini aşar aşmaz dut yemiş bülbüle dönüyordu. Üstüne düşmek istemiyordu kocasının. Bir insan zorla konuşturulamazdı. Belki tat almıyordu onunla konuşmaktan. Esnedi. Uykusu gelmişti. Kalktı, elektriği söndürdü. Uyuyabilecekti artık. Terliklerini çıkardı.

Ayaklarını yatağın üstüne kaldırıp uzanacaktı ki bir tıkırtı oldu dışarda. Bir anahtar döndü sokak kapısının kilidinde. Bedri’ydi bu. Önce kalkmak istedi ama sonra vazgeçerek uzandı. Arkasını döndü. Bedri odaya girmiş, elektriği yakmıştı: — Daha uyumadın mı? diye sordu. Filiz birdenbire Bedri’den yana döndü, gözleri öfkeden ve uykusuzluktan çakmak çakmaktı. Sesi düğümleniyordu boğazında. — Uyuyamadım! diyebildi. O anda Bedri’nin alnında bir kızartı olduğunu farketti. — Dövüştün mü? diye sordu. — Çarptım, dedi Bedri. İnanmamıştı. Yeniden arkasını dönerken: — Gürültü etmeden soyun, çocuklar uyanmasın, dedi. Bedri alnını çarpmamıştı.

İstediği kadar alnımı çarptım, desin, dövüşmüştü. Dövüştüğünü gösteren, başkalarının göremeyeceği, ama Filiz’in ilk bakışta:“Tamam, dövüşmüş bu adam!” diyebileceği belirtiler vardı. Elektriği söndürüşü, soyunuşu, yatağa girişi dövüştüğünü gösteriyordu. Dövüşmüş bir adam gibi uzanmış, başını dövüşmüş bir adam gibi yastığa koymuştu. Karyolanın ayakucuna gelişigüzel bıraktığı, burunları kalkık eski mokasenleri, bileğinden kesilmiş iki ayak gibi döşemede yanlamasına yatan çorapları bile Bedri’nin dövüştüğünü söylüyordu. Daha kapının kilidinde anahtarını çevirirken anlamıştı Filiz Bedri’nin dövüştüğünü. Alnını çarpmamıştı, dövüşmüştü. Peki neden? Büyük bir ustalıkla gizlenmiş, örtbas edilmişti bu sorunun cevabı. Belki bir el hareketinin, bir bakışın altından sırıtıyor, ama Filiz bunu göremiyor, sezinleyemiyordu. İşte şimdi yatakta arkasındaydı. Sırtüstü yatmış, sağ ayağını sol dizine kadar çekerek yana devirmişti. Dışarda göz kamaştırıcı bir ay ışığı olmalı ki perdelerin kapalı olmasına karşın yine de aydınlık gibiydi oda. Kapısı açık giysi dolabı, üstündeki eski bavullar, biçimlerini yitirmiş bir gölge, bir karaltı yığınıydı kapıyla sol duvarın arasında. Oda susmuş bekliyordu. Filiz de bekliyordu.

Hemen uyuyacak mıydı Bedri? Belki gözleri açık düşünüyor, belki akşamki meyhanenin ışığı, gürültüsü içinde. Deniz uzakta. Son vapur Karaköy’e dönmüş, iskelenin babasına gıcırdayan bir halatla bağlanmıştır. Söndürmüştür ışıklarını, sallanır usulca. Kim bilir nasıldır oraları bu saatte! Köprü dubaları son yükü de indirince hafifleyerek yükselmişlerdir. İskele sıraları bomboştur, bekleme odalarının kapıları kilitli. Buğday, tuğla, demir taşıyan mavnaların peşinden süzülerek uçan martılar nerelere siner geceleri! Haliç ve çürük yosun kokusu. Sabahçı kahvelerinde sabahı bulmak için uyuklayan garipler, yolsuzlar, işsizler gibi bir gözü açık uyuyan İstanbul’un gittikçe hafifleyen, ama hiç durmayan gürültüsü ve Filiz’in içinde bu gürültüye denk bir mırıltı. Akşam sofrasından kaldırılan tabak, kaşık, çatal sesleri. Kabak tenceresinin üstüne örtülen kapak, buzdolabında soğuyan su. Çekilen perde. Keser mi, balyoz mu, motor mu ne olduğu, nerden geldiği bilinmeyen, gündüzden kalma o ses ve bizden bir türlü elini çekmeyen yaşanmış günler. Bir söz beklenmedik zamanda söylenen. Bir bakış. Bir tortu içimizde

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir