Rifat Ilgaz – Halime Kaptan

Kurulduğumuzdan bugüne ülkemizde bankacılığın, finans sektörünün, ekonominin ve sanayinin öncülüğünü üstlenirken, siz sevgili çocuklarımıza daha güzel ve aydınlık bir gelecek hazırlamanın en önemli sorumluluğumuz olduğunu hiç unutmadık. İş Bankası ailesi olarak sizlere daha güzel bir dünya bırakabilmek için çalışmaktan mutluluk duyuyoruz. Dün olduğu gibi, bugün de önceliğimiz sizsiniz. Bu duygularla hazırladığımız -Karneni Göster, Kitabını Al çalışmamızın 4. yılında, yine 1 milyon kitabı tatil hediyesi olarak sizlerle buluşturuyoruz. Sizlere bu kez, doğumunun 100. yıldönümünde değerli yazar Rıfat İlgaz ın -Halime Kaptan adlı romanını armağan ediyoruz. Rıfat Ilgaz bu kitabında Kurtuluş Savaşı nı konu ediyor. Biliyorsunuz, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı ndan yenik çıktı. Orduları dağıtıldı, silahlarına el ko nuldu, askerleri terhis edilip evlerine gönderildi. Dört yıl boyunca üç kıtada çarpışan Osmanlı ordusu bu savaşta çok büyük kayıplar verdi. Pek çok çocuk babasız kaldı, birçok anne ve baba evlatlarının savaştan döndüğünü göremedi. Zorluklar içinde sefaletle geçen savaş yıllarında halk yoksulluğa ve umutsuzluğa düştü. Savaşı kazanan devletler Anadolu yu paylaşıp işgal etmeye başladılar. Bu sırada Mustafa Kemal Atatürk, 9.


Ordu müfettişi olarak İstanbul dan ayrıldı, Samsun dan Anadolu ya çıktı. Halk yorgun ve umutsuz olmasına rağmen yurdun her yerinde işgalci güçlere karşı direnişe geçti. Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas kongrelerini toplayarak ulusal başkaldırıyı örgütlü bir hale getirdi ve Kurtuluş Savaşı nı başlattı. Savaşmak için elde yeterli asker, silah ve para yoktu. Yoksulluk içindeki halk, Birinci Dünya Savaşı ndan dönen evlatlarını tekrar askere gönderdi. Kendi yiyecek ve giyeceğinden kısıp cephedeki askerleri besledi. Kurtuluş Savaşı bütün halkın katıldığı bağımsızlık ve özgürlük savaşıydı. Bu savaşta kadınlar da ön safta yer aldılar. Sadece hastanelerde yaralılara bakmak, askeri fabrikalarda işçi olarak çalışmakla kalmadılar. Gerektiğinde ellerine silah alıp çarpışmalara katıldılar. Cesur Anadolu kadınları cephedeki askerlere yiyecek, giyecek ve silah taşırken yaptıkları fedakârlıklarla destanlara konu oldular. Halime Kaptan ın öyküsü de Kurtuluş Savaşı ndaki cesaret ve kahramanlık örneklerinden biridir. Bu kitabı severek okuyacağınızı düşünüyor, istediğiniz gibi dinleneceğiniz ve eğleneceğiniz güzel bir tatil geçirmenizi diliyoruz. Temel Reis uyuyamamıştı bütün gece. Ağrıları bir tuttu mu ayakları kütük gibi şişer, bel ağrısından bir yandan bir yana dönemezdi.

Lodos, Karadeniz kıyılarını yaladı mı hep böyle olurdu, azardı romatizması. -Halime, kız!. diye seslendi. -Hele kalk! Daha yeni uyumuştu Halime. Bütün gün ev işleLri, köy işleri, ahırdı, inekti, çamaşırdı, bulaşıktı, yorulmuş, ancak gözlerini yummuştu. Kıyamıyordu onu uyandırmaya, ama bu ağrılar da dur durak bilmiyordu ki. -Hele kalk! Annesi duymamıştı, ama oğlu açmıştı gözlerini. -Ne var? dedi. -Ayakyoluna mı gideceksin? -Memiş, hele kalk da gel! Memiş hemen fırladı yataktan. -So yle dede! -Dönemiyorum oğlum. Bir yanımdan bir yanıma dönemiyorum. Tut şu yanımdan da çevir beni! Sıkı tut! Hah şöyle, çevir, çevir!. Bir yanıma yatmaktan kemiklerim çürüdü. Sağ olasın oğlum! Ellerin dert görmesin. Ocağa bir bak bakalım, külleri eşele de! Memiş, dedesinin üstünü sıkıca örttü.

Yastığını düzeltti. Ocak başına gidip maşaya yapıştı. Külleri şöyle bir karıştırınca altından közler kıpkırmızı çıkıverdi ortaya. İdare lambasının aydınlatamadığı odanın alacakaranlığı birden ışıyıvermişti. -Közler erimemiş daha! dedi Memiş. Başka ne yapabilirdi bu saatte? Tarhana çorbasının suyunu koyup da annesini uyandırabilirdi, ama sabah ezanı daha okunmamıştı ki. -Sür çaydanlığı! dedi. -Kaynayınca boşalt maşrapaya! İçine bir kahve kaşığı pekmez koy, karıştır! Uyuma haaa!. -Yok dede, uyumam! Çaydanlık yalnız ıhlamur kaynatmak için kullanılıyordu. Savaş başladı başlayalı ne çay kalmıştı dükkânlarda ne kahve… Kahve kaşığı hâlâ duruyordu, ama cezveye kahve koyup karıştırmak için değildi. Kahve kaşığıyla ancak maşrapaya pekmez konurdu çanaktan. Şeker çoktan çekilmişti köy evlerinden. Kasabada zengin evlerinde kelle şekerinin daha kökünün kurumadığı söylenirdi. -Kaynadı ıhlamur dede! Fıkır fıkır… -Koy da getir çabuk! – Kahve kaşığını bulamıyordu Memiş. Kaşıklıktan küçük bir tahta kaşık aldı.

Şimşirdendi bu kaşık… Sapsarıydı, altın gibi… Babası askere gitmeden almıştı Memiş e. Memiş in kaşığıydı bu. Kimse kullanamazdı onu. Ne annesi ne dedesi… Ne de arada bir uğrayan teyzesinin oğlu Bekir… Ama Bekir istese seve seve verebilirdi ona. Bekir in gözü toktu, hiçbir şey istemezdi ki kimseden… Teyzesi de iyi kadındı, güzel kadındı, annesi gibi… Eniştesini de askere almışlardı. Ama Bekir, babasının mektuplarını okuyacak kadar okuma yazma biliyordu. Ne güzel şeydi okuma yazma bilmek. Ah, Memiş de öğrenebilseydi de Samsun daki babasına bir şeyler yazıp postaya atsaydı. -Ne düşünüp duruyorsun ocak başında? Getirsene şu ıhlamuru! Kızmıştı dedesi… Çabuk da kızardı bu ihtiyarcık. Eskiden çok yumuşak huyluymuş, kaptanlık ederken. Karadeniz i, bütün denizleri bilirmiş. Her seferden dönüşünde neler neler getirirmiş. Çaylar, kahveler, şekerler… Bir keresinde kutu şekeri bile getirmiş İstanbul dan… Kapağı açılınca kutudan yeşilli kırmızılı şekerler çıkmış. Kimisi kağıtlara sarılıymış bu şekerlerin… Yarı düş, yarı gerçek, gözünün önüne gelir gibi oluyordu Memiş in. Gümüş gibi, hışır hışır bir kağıttan koyu kahverengi, yağlıca, şekerlice bir şeyin çıktığını anımsıyor, tadını diliyle damağı arasında yeniden duyar gibi oluyordu.

Memiş ıhlamuru uzattı dedesine. Dedesi maşrapayı tek elle tutamadığı için iki eliyle sıkı sıkı kavramıştı. İlk yudumu çekince: -Oh! dedi. -Tam istediğim kararda pekmezi. Daha çoğu gitmiyor bu mübareğin de… Üzüm pekmezi olsa neyse… Elmadan pekmez bu kadar olur. Ne vakit bitecek bu patırtı. Çaya kahveye hasret kaldık be! Daha birçok şeyler çekilmişti dükkânlardan. Ama Temel Reis e koyan çayla kahveydi. Ekmek bile çekilmişti fırınlardan. Vesikayla veriliyordu. Köy yerinde vesika da yoktu. Süpürge dansıyla mısır koçanı verilecekti değirmene de içine bir avuç elenmemiş mısır unu katılacaktı. Köyün fırınına sürülüp kaya gibi somunlar alınacaktı. Buralarda savaştan önce de temiz buğday ekmeği yiyenler pek azdı, ama gene de paraya kıyınca tombul tombul çarşı ekmeği alınabilirdi. Hele susamlı simitler, çöreotlu ramazan pideleri çocukların düşlerinden bile silinip gitmişti.

-Şunu bir daha doldur da yat artık! Memiş, dedesinin elinden maşrapayı almış, ocağın külüne çektiği çaydanlıktan ağzına kadar doldurmuştu. -İşte boşalttım çaydanlığı! dedi. -Bir damla kalmadı içinde. -Pekmezini de koy, getir! – Bu iki bardak ıhlamurla iş bitmiyordu. Mevsim yazdan güze dönmüştü ne zamandır. Geceler uzamıştı. -Hele sen doldur çaydanlığı da koy ateşin kenarına. Kül at gene közlerin üstüne. Sabaha kadar kaynasın ağır ağır. Memiş, dedesinin bütün istediklerini yerine getirmişti. Maşrapasına iki elle yapıştı dedesi. -Hadi, dedi, -git yatağına gayrı! Memiş yatar yatmaz da uyumuştu. -Hey anam! dedi Temel Reis. -Nasıl bitecek bu uzun geceler!. Yaş altmış beşi bulmuştu.

Diri olmasına henüz diriydi daha. Bu romatizma ağrıları olmasa kuma çekili teknesine atlar, İnebolu ya kadar gider, yumurtacıların talaşlarla istiflenmiş yumurta tabutlarını götürür, dönüşte getirecek bakkal malı bulamasa bile, Köseli altından odun yüklerdi sandalına. Yanına dirice iki gemici bulması gerekiyordu bu işleri başarabilmesi için. Ama adam nerdeydi… On yedi yaşındaki delikanlılar bile Çanakkale Savaşı na katılmışlardı. Ya ellisinden büyük adam alacaktı yanına ya da on ikisinde, on üçünde çocuk… Bekir le, Memiş le çıkacaktı yola ister istemez. Gelini Halime ye de -Geç küreğe!. diyemezdi ya… Temel Reis inki de hep kuruntuydu işte. Hali mi vardı kalkıp kalafatları kurumuş, boyası dökül müş sandalı, bu güz rüzgârında suya atacak. Zemheri rüzgârları nerdeyse başlayacaktı. Sabahları köyün kıyıya bakan tepelerine kar yağmış gibi kırağı düşüyordu. Cevizler, kestaneler çoktan toplanmış, kilerlere konmuştu. Gebeşköy ün en işe yarar ürünü elmadan sonra cevizle kestaneydi. Bu kış nasıl geçecekti, yokluk, yoksulluk içinde… Bir sefer, bir sefercik kaptırabilseydi karlardan önce… Henüz askere çağrılmamış bir iki delikanlıyla kerempeyi aşıp bir İnebolu seferi yapabilseydi… Bir iki kilo kuru üzüm, yarım kilocuk pirinç, bir iki arşın kaputbezi bulabilse, getirebilse… İnebolu dan Samsun a kadar bir iş daha çıksa da askerlik şubesindeki oğlunu bir görebilse… Sabri sini. Bu düşünceler sıralandı mıydı, romatizma ağrıları da için için başlardı azıtmaya. Artar, artar, dayanılmaz hale gelirdi.

Sağ yanına yatmaktan gene çürümüştü etleri. Öbür yanına dönebilse… Ah, bir dönebilse de yatağa yeni girmiş gibi bir güçlense… Memiş i uyandırmak da olmazdı ki daha bir iki saat geçmeden. Yoksa gelinini mi uyandırsa? Bu Halime de ne çok sever uykuyu. Nasıl sevmesin, bütün gün ayakta. Bir inek var damda Bir ineğin iki çocuktan çok işi olur. Sapını, yalını, suyunu vermek, altını kürümek… Eğer süt veriyorsa, sağmak, sütünden yo ğurt yapmak, yağ yapmak, götürüp yağı da yoğurdu da pazarda satmak… Karşılığında tuz almak, gaz almak, sabun almak, bir iki arşın bez almak… Ne ineğin eskisi kadar sütü vardı ne de çarşıda gazla sabun kalmıştı. Tuz bile yoktu memlekette. Çanakkale Boğazı kapanmış, Ege Denizi nden tuz gelmez olmuştu. Çankırı taraflarından kapkara kayatuzu geliyordu. Bütün köy kadınları bu kaya parçalarına para verip almaktansa, yayıklarını deniz suyuyla doldurup arkalarında getiriyorlar, kazanlarda kaynatıp tuz çıkartıyorlardı. Ne et ne zerzevat… Ara sıra bol istavrit çıkmasa, hamsi karaya vurmasa köylüsü de kasabalısı da açlıktan kırılıp gidecekti. Temel Reis in uykusu adamakıllı kaçmıştı ama ağrılar da bıçakla kesilir gibi kesilivermişti. Soluk alıp vermesi bile yoluna girmişti birden. -Lodos dirisa etti, diye düşündü. Doğruydu.

Kaç gündür sürüp giden lodos kesilmiş, yerini kuzey rüzgârlarına bırakmıştı. Ne zaman lodos sürüp gitse romatizmaları böyle azar, uyutmazdı onu. Ciğerlerinde bile solunum zorlaşır, sinsi bir baş ağrısı şakaklarını zonklatırdı. Şimdi bir rahatlık, bir ferahlık sarmıştı bütün vücudunu. Kuzeyden esen serin bir rüzgâr aralık duran kapıyı gıcırtılarla arkasına kadar itip duvara yapıştırmıştı. Dışardan, musandıranın üçgen biçimi oyulmuş camsız penceresinden giren rüzgâr yüzünü yalayıp geçiyordu. Kolayca sağından soluna dönüp ağrıyan kaslarını rahata kavuşturdu. -Karayel, dedi. -Hep karayelin rahatlığı bu. Ayağının dibindeki minderin üstünde kıvrılıp uyuyan Memiş e baktı. Açılmıştı üstü. Kalkıp örtebilseydi, ne iyi olurdu. Yavaşça kaydı sedirin üstündeki yatağından. Sol ayağı tam yere değmişti ki gürültüyle bir şey yuvarlandı döşemenin üstüne. Ihlamur koyup içtiği maşrapaydı bu.

Elini çarpıp düşürmüştü. -Hay kör şeytan! diye söylendi. -Sırası mıydı? -Baba, sen misin, kalktın mı yoksa? Gelini Halime gürültüye uyanmış, soruyordu. -Elim çarptı da maşrapaya… Gelin dışarda, sofada yatıyordu. Kalkmış, başına sarı yazmasını örtmüştü bile. Başı açık giremezdi kaynatasının odasına. -Rüzgâr çıkmış ben uyurken, dedi. -Karayeldir olsa olsa. Oğlanın üstünü örteyim dedimdi. Elim maşrapaya çarptı. Yatarken maşrapayı küpün üstündeki çiviye astığını hatırlayan gelin: -Nasıl aldın çividen? diye sordu. -Ihlamur verdi Memiş. Ağrılarım tuttuydu da. -Nasılsın şimdi? -İyiyim. Lodos dirisa etti de.

Rüzgâr karşıdan esti mi ne romatizmam kalır ne tıknefesliğim… – Buralılar, Karadeniz in Bulgaristan, Romanya, Rusya kıyılarına hep -karşı derlerdi. Kuzey rüzgarları bu yanlardan eser, peşinden ya yağmur getirirdi ya da kar… Hele karayele, yıldıza açık olan Cide kıyılarını dalgalar günlerce döver dururdu. Bunu Temel Reis kadar Halime de biliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Gerçekten çok güzel aradığımı hemen ve kolay bir şekilde buldum