Tarih daime gelişme ve değişme gösteren bir süreçtir. Bundan dolayı tarih kavramı ve kapsamı yıllardır tartışıla gelmiştir.[1] Bu tartışmalar arasında nelerin tarihin konusu olduğu hep muğlâk kalmıştır. Son dönem tarihçilerinin vardıkları aşağıda alıntılayacağım şu yargının doğruluğu bize göre bir hakikattir. Bir olayın tarihin konusu olabilmesi için, o olayın toplum hayatına birinci derecede tesir etmesi ve toplumun bütün kesimlerine derece derece nüfuz etmiş olması lazımdır. Bu itibarla geçmişten günümüze tarihi hadiselerin şu anda da toplumu etkilemekte ya da en azından ilgilendirmekte olan olaylar nevinden olması, tesirlerinin toplum üzerinde hâlâ devam etmesi, tarih ilminin faydacılık yönü göz önünde tutulduğunda şarttır.[2] * * * Genel kabule göre 1299 ile 1922 yılında arasında hüküm süren Osmanlı Devleti her zaman ilginin merkezinde olmuştur. Osmanlı Devleti altı yüzyıl boyunca Doğu dünyası ile Batı dünyası arasında bir köprü işlevi görmüştür. Hâkimiyeti altında bulunan topraklarda yaşayan halklar zaman zaman, toplu ya da yerel ayaklanmalar ile Osmanlı iktidarına karşı çıkmışlardır. Genel olarak din, dil ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devleti ve milleti hâkimiyeti altında tutmayı başarmıştır. Osmanlı Devleti, eski Türk örf ve âdetlerinin ve İslam kültürün yükümlülüklerinin doğrultusunda bir yönetim şekli belirlemiştir. Bu tavrından dolayı 600 yıl mümkün mertebe halkı adaletle yönetme çabasında olmuştur. Kuruluş ve yükselme dönemlerinde kendinden övgü ve korku ile bahsettiren Osmanlı için 1699 yılında yapılan Karlofça Anlaşması’ndan sonra bu durum değişmeye başlamıştır. Karlofça Antlaşması Osmanlı Devleti’nin batıda toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Karlofça Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Devleti kaybettiği toprakları geri alma siyaseti izlemeye başlamıştır. Ancak bunda da başarılı olamamıştır. Böylece duraklama dönemi biterken, gerileme dönemi başlamıştır. Rusya 1856 Paris Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Devleti’ne karşı takip ettiği panslavizm siyasetiyle Balkanlar’daki Slav ahali üzerinde faaliyetlerini arttırdı. Fransa’nın Almanya karşısında yenilmesinden (1870) sonra Avrupa dengesinde ortaya çıkan durumdan faydalanan Rusya, Paris Antlaşması’nın kendisiyle ilgili hükümlerinden kurtulmayı başardı ve Osmanlı Devleti’ne karşı daha aktif bir siyaset takip etmeye başladı. Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi anlamına gelen Şark Meselesi’ni halletmek üzere desteklediği ve silâh yardımında bulunduğu Balkan milletlerini isyana teşvik etti. Bu yüzden ortaya çıkan Hersek ve Bulgar isyanlarını istismar ederek Babıâli’yi Avrupa siyasetinde yalnız bırakmak için yoğun bir faaliyete girişti. Özellikle 1876 Mayısı’nda meydana gelen Bulgar isyanında on binlerce Bulgar’ın Türkler tarafından katledildiğini iddia ederek hadiseye dinî bir mahiyet kazandırdı. Zaten dış borçların ödenememesi meselesi yüzünden Avrupa umumi efkârı da Türklere karşı infial içinde bulunuyordu. Rusya’nın tahrikleri neticesinde İngilizler de buna katılınca Osmanlı Devleti Bulgar katliamı iddialarının faili olarak Avrupa siyaset sahnesinde yalnızlığa itildi. Diğer taraftan Rusya Babıâli’nin başına yeni gaileler açmak maksadıyla Sırbistan ve Karadağ’ı Osmanlı Devleti’ne karşı harbe sevk etti. Fakat muharebelerin Osmanlı ordularının galibiyetiyle sonuçlanması üzerine hadiselere diplomatik yollardan bir çözüm bulmak için İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya, İtalya ve Osmanlı Devleti’nin iştirakiyle İstanbul’da bir konferans düzenlendi (23 Aralık 1876). Daha önce Rus elçiliğinde belirlenen teklifler, İstanbul Konferansı’nda alınan kararlar olarak Osmanlı Devleti’ne bildirildi. Buna göre Osmanlı Devleti Sırbistan ve Karadağ ile antlaşma yapacak ve onlara toprak verecekti. Bulgaristan, beşer yıllık sürelerle tayin edilecek birer Hıristiyan vali tarafından yönetilecek ve muhtariyet idaresine sahip iki eyalet haline getirilecekti. Ayrıca Bulgaristan’da Bulgarca resmî dil olarak kabul edilecek, mahallî milis askeri oluşturulacak, yeni vergi ve muhakeme usulü ihdas edilecek, Türk askeri yalnız büyük merkezlerde bulundurulacak, Bulgarlar için genel af ilân edilecek, Müslüman ahalinin elindeki silâhlar toplatılacak ve bu hususların uygulanması için milletlerarası bir komisyon görevlendirilecekti. Osmanlı Devleti’nin istiklâline ve toprak bütünlüğüne aykırı olan bu teklifler Babıâli’de kurulan bir genel mecliste müzakere edildikten sonra reddedildi. Böylece Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü yalnızlığı iyi bir fırsat olarak değerlendiren Rusya, bir taraftan savaş hazırlıklarını hızlandırırken diğer taraftan da muhakkak gözüyle baktığı bir Osmanlı-Rus Harbi için Avusturya’nın tarafsızlığını sağladı. Bu arada ilgili devletler Osmanlı Devleti’ne karşı takip edilecek siyaseti tespit için Londra’da toplanarak 31 Mart 1877 tarihinde Londra Protokolü’nü imzalamışlarsa da İstanbul Konferansı’ndan pek farklı olmayan bu protokolün kararları da bir savaşa girmek pahasına Babıâli tarafından reddedildi. Nihayet Avrupa’nın hukukunu müdafaa iddiasıyla harekete geçen Rusya, 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân etti. Rumî takvime göre 1293 yılına rastladığı için Doksan üç Harbi olarak bilinen bu savaş, daha önce meydana gelen Osmanlı-Rus savaşları gibi Tuna’da ve Doğu Anadolu’da olmak üzere iki cephede cereyan etti. Tuna Cephesi’ndeki Osmanlı ordusu, Serdârıekrem Abdülkerim Paşa’nın kumandasında Tuna Nehri’nin sol kıyısını birinci müdafaa hattı kabul ederken ikinci müdafaa hattını da Balkan Dağları meydana getirmişti. Bu cephede doğrudan doğruya savaşa katılan ve mevcudu yaklaşık 180.000 kişi olan Osmanlı kuvvetleri, merkez karargâh Şumnu da dâhil olmak üzere Silistre, Totrakan, Rusçuk, Ziştovi ve Vidin’de toplanırken Rus Baltık donanmasının Akdeniz’e inebileceği ihtimaline karşılık Çanakkale Boğazı tahkim edildi. Buna mukabil Grandük Nikola’nın kumandasında ve yaklaşık 160.000 kişiden ibaret olan Rus ordusu Romanya sınırında toplanmıştı, Doğu Anadolu cephesinde ise 55.000 civarındaki Osmanlı ordusu Ahmet Muhtar Paşa’nın idaresinde Ardahan – Doğu- Bayazıt arasında mevzilenirken 120.000 kişiden meydana gelen Rus ordusunun başında General Melikof bulunuyordu.[3] Psikolojik eşiği aşan devletler Osmanlı’yı artık parçalanıp yutulması gereken bir devlet olarak görmeye başlamışlardır. Bunu da her fırsatta denemişlerdir. Bu denemelerinden biri de 1877–1878 yılındaki Osmanlı-Rus Savaşı’dır. Sultan II. Abdülhamid döneminde yapılan bir savaştır. Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinir. Hem Tuna Cephesi’nde, hem de Kafkasya Cephesi’nde yapılan savaşlarda Osmanlı Devleti için büyük bir yenilgiye uğramıştır. Ayrıca bu savaş hem büyük bir toprak kaybına neden olmuş, hem de Rus ordusunun İstanbul’un eşiğine (Yeşilköy) kadar ilerleyerek Osmanlı Devleti’nin varlığını tehdit etmesiyle sonuçlanmıştır. Yapılan çeşitli anlaşmalarla sulh sağlanmış ancak bu bize pahalıya patlamıştır. Şark Meselesi Nedir? Nasıl Ortaya Çıkmıştır? Şark Meselesi, politik bir terimdir. Bu ifade 1815 Viyana Kongresi’nden sonra bilinir hale geldi ve ondan sonra, siyaset adamlarıyla tarihçiler nezdinde kredi kazandı. Fransız tarihçisi E. Drialut, “Şark Meselesi”ni “İslam- Hıristiyan mücadelesi” olara yorumlarken bir başka Fransız tarihçisi Albert Sorel, “Türkler, Avrupa’ya ayak bastığı günden beri ‘Şark Meselesi’ zuhur etti” diyerek meselenin bir Türk meselesi olduğunu vurgulamaktadır.[4] Türkler İslamiyet’in hamisi ve İslam âleminin önderi durumuna geçmekle, Avrupa için“Şark Meselesi”, Türk veya Osmanlı meselesi halini almıştır. Artık Avrupa’da İslamiyet’le Türklük aynı anlamı ifade eder olmuştur. Böylece Türk-İslam ve Avrupa-Hıristiyan mücadeleleri Şark Meselesi’nin temelini teşkil etmiştir.[5] Şark Meselesinin Ortaya Çıkışı Viyana Kongresi, Napolyon Bonapart’ın altüst ettiği Avrupa haritasını düzene koymak için toplandığı sıralarda, Rus Çarı Aleksandr, kongre delegelerini Rum davasıyla ilgilendirmek istedi. Kongre, milliyetçilik düşmanıları ve doğuda Rusya’nın genişlemesini daima endişe ile karşılamış olan İngiltere’nin tesiriyle, bu konu üzerinde görüşmeler yapılmasını reddetti. Buna rağmen, Rus delegeleri, resmî görüşmelerin dışında, kongre üyelerinin dikkat nazarını Osmanlı İmparatorluğu idaresinde yaşamakta olan Hristiyan halkın durumu üzerine çekmeye çalıştılar ve bu durum için Şark Meselesi terimini kullandılar. Terim, kongreden sonra diplomatlar arasında çok kullanılmaya ve çeşitli manalar kazanmaya başladı. XIX. yüzyılın ilk yarısında Şark Meselesi, genel olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması, aynı asrın ikinci yarısında Türklerin Avrupa’daki topraklarının paylaşılması, XX. yüzyılda da imparatorluğun bütün topraklarının bölüşülmesi manasında kullanıldı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış siyasetinde buhranlı her olay da Avrupalılarca Şark Meselesi başlığı altında incelendi. Bu suretli diplomatlar, Şark Meselesi terimi ile bir hâl ve istikbal durumunu anlarken, Avrupa tarihçileri de aynı terimi geçmiş zamanlardaki Türk-Avrupa münasebetlerini açıklamak için kullandılar. Böylece Şark Meselesi, bir tarih terimi olarak anlam kazandı. Şark Meselesi, yalnız Avrupa devletleri için vardır. Avrupalıların anlamış oldukları manada Şark Meselesi Türkler için bir “Garp Meselesi”dir. Şark Meselesi ile Yapılmak İstenenler Tarihçiler, Türk-Avrupa münasebetlerinin başlangıcı olarak türlü olaylar kabul ettikleri için, Şark Meselesi’nin başlangıcı da tarihçilerin görüş ve eğilimlerine göre tespit edilmiş oldu. Nitekim bu başlangıcı, Türk gençlerinin Avrupa’ya yayılmaya başladığı tarihe kadar götürenler bile vardır. Fakat Şark Meselesi’ne, İslâmlığın doğuşunu, Haçlı seferlerinin başlamasını ve Osmanlı Türklerinin Avrupa’ya ayak basmalarını menşe olarak kabul edenler daha çoktur. Batılıların sinsice hazırlayıp yürüttüğü Şark Meselesi projesinden amaçlarının bazıları aşağıya aktarılmıştır. 1. Balkanlar’daki Hıristiyan milletlerin Osmanlı hâkimiyetinden kurtarılmaları. Bunun için Hıristiyan toplumları isyan teşvik ederek evvela onların muhtariyetini, sonra istiklallerini temin etmek. 2. Birinci maddede belirtilen hususlar gerçekleşmezse; 3. Hıristiyanlar için reform istemek ve onların lehine Babıâli nezdinde müdahalelerde bulunmak. 4. Türkleri Balkanlar’dan tamamen atmak. 5. İstanbul’u Türklerin elinden geri almak. 6. Osmanlı Devleti’nin Asya toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan azınlıklar lehine reformlar yaptırmak, muhtariyet elde etmek veya mümkün olursa istiklallerine kavuşturmak. 7. Osmanlı hâkimiyetinde bulunan toprakları işgal ve ilhak etmek için emperyalist devletlerin kendi aralarında anlaşmaları yeterli görülüyordu. 8. Türk olmayan Müslüman toplumları, özellikle Arapları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmak ve onları devletten koparmak. Bu hedefe varmak için, Arap milliyetçiliğinin tahrik edilerek canlandırılması kâfi görülmüştür. Bu hususta emperyalist gayeler ön planda tutulmuştur. 9. Anadolu’yu paylaşmak, Türkleri Anadolu’dan çıkarmak.[6] Anadolu’nun bugünü ve geleceği yalnız “Anadolu Türk’ünün” değildir. Bu kıta için emek, akıl, para, gemi, asker feda eden ve birçok siyasi buhranlar geçiren İngiltere’nin de bir hissesi vardır.[7] denecek kadar bize bırakılmayan Anadolu her zaman batılıların ilgi sahasında olmuştur. Bunu da Şark Meselesi ile kendilerine inandırmışlardır. 93 Harbi Öncesinde Osmanlı Devleti ve Avrupa 19. yüzyılda Osmanlı Devleti hızla dağılmaya başlamıştı. Bunda Fransız İhtilali’nin sonuçları, Sanayi İnkılâbı ve kapitülasyonlar etkili olmuştur. Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın ifadesiyle: 19. Asır bütün dünyada değişim asrıdır. Ülkeler arasında değişme farklılıkları ve farklı gelişme düzeyleri ortaya çıkmıştır. Artık “Hasta adam” olarak görülen Osmanlı, birçok devlet tarafından parçalanıp yutulması gereken bir yiyecek olarak görülmeye başlanmıştır: Osmanlı Devleti, 19. yüzyıl boyunca Balkanlar’da devlet egemenliği içinde yaşayan farklı etnik grupların bağımsızlık savaşlarıyla uğraşmıştır. Rusya’nın Balkanlar’daki faaliyetleri ve özellikle de Boğazları ele geçirmeye yönelik faaliyetine Büyük Güçler içinde İngiltere karşı koyarken Panislavizm fikrinin yayılması politikasına ise Avusturya karşı çıkıyordu.[8] 1866 yılına değin Rus yayılmacılığına karşı duran Avusturya İmparatorluğu, Habsburg hanedanı karşısında aldığı yenilgi sonrasında Avusturya– Macaristan İmparatorluğu’na dönüşmüş ve bu yeni devletin içinde Macarlarla Avusturyalılar eşit konuma gelmişti. Bu yeni imparatorlukta Germenler azınlıkta kalırken Slavlar halkın çoğunluğunu oluşturmaktaydı. Avusturya–Macaristan’ın bu durumunu kendi planları için uygun bulan Rusya, Panislavizmi Balkanlar’da yaymak amacıyla harekete geçmişti. Osmanlı Devleti, tebaası arasında eşitliği sağlayabilmek amacıyla 1839 yılında Tanzimat, 1854 yılında da Islahat Fermanı’nı ilan etmişti. 1856 yılından itibaren Avrupalı devletler Osmanlı reayasının haklarını savunma bahanesi ile sürekli olarak Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaya çalışıyorlardı. Bosna–Hersek’te çıkan isyan Osmanlı Devleti’nin bir iç sorunu iken Avusturya ve Rusya sözde Balkanlar’da Osmanlı egemenliğinde yaşayan reayanın haklarını korumak adına olaya müdahale etmeye çalışmışlardı. Büyük Güçlerden Avusturya-Macaristan diğerlerinden önce harekete geçmişti.[9] Avusturya ve Rusya, Osmanlı Devleti içindeki azınlıkları kapsayacak bir reform programının hazırlanması için Babıâli’ye bir nota vermişlerdi (31 Mart 1876).[10] Bu notaya Büyük Güçlerden sadece İngiltere karşı çıkmıştı. Bu durumu kendi çıkarı açısından önemli bir fırsat olarak gören Sırbistan 1876 Haziran ayında, Karadağ ise temmuz ayında Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ettiklerini açıklamışlardı. Sırbistan ve Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne karşı başlattıkları savaşta onlara yardım etmeyi isteyen Rusya, İngiltere ve Avusturya’nın kendisine karşı birleşmesini istemediği için Osmanlı Devleti’ne karşı başlatılan savaşa müdahale etmemiş ama Sırp ve Karadağlılara maddi ve manevi desteğini de ihmal etmemişti. Sırbistan’a destek veren Rusya’nın amacı Sırbistan’ın bağımsızlığını kazanmasından çok Osmanlı Devleti’ni Balkanlar’da zor duruma düşürmekti. Karadağ, Sırbistan’ın egemenliği altında kalmak niyetinde değildi. Ama Osmanlı Devleti’nin karşısında güçlü olmak için ortak hareket etmek istiyordu. İstanbul’daki Rus elçisi İgnatiyev, Balkanlı isyancılara destek vermediğini söylese de durumun böyle olmadığını 1876 senesinde Avrupa kamuoyunda Osmanlı Devleti’ndeki azınlıkların durumu ile ilgili anlatılanların doğru olup olmadığını araştırmak için Anadolu’ya gelen bir İngiliz subayının izlenimleri önemlidir. İngiliz subay Burnaby, Rusya’nın İstanbul’daki murahhas elçisi İgnatiyev’in dostluk kisvesi altında Osmanlı Devleti’ne zarar vermeye çalıştığına dair Anadolu’da görev yapan İngiliz görevlilerinden bilgi almıştı. Rusya, Sırp ve Karadağlılara Osmanlı ordusu karşısında pes etmemelerini ve kendilerine destek vereceğini belirtmişti.
Manastirli Mehmet Rifat Bey – 93 Harbi Faciasi
PDF Kitap İndir |