Oktay Rifat – Bay Lear

Adam ata baktı. Ahırın eşiğinden bakıyordu ata. Gide gele basılmış kırmızıya çalan ıslak bir bahçe yolu vardı ardında. İki yanda otlar, otların arasında ballıbabalar. İlerde ağaçlar, körelmiş yemiş ağaçları. Pervane daha ötede, bostanın orada. Kimi gün açıksa kapıdan, kimi gün aralıksa ışıktaki o karanlık çizgiden bakıyordu ata. Bakmakla bakmamak arası. Çoğunlukla bir sağrıdan, bir kuyruktan başka bir şey görünmüyordu. Kadın ata baktığını bilmiyordu adamın. Uzaklara gittiğini anlar gibi olsa da durmuyordu üstünde. Dursa atın da yalının da olmadığını görürdü. At da yalı da çoktan satılmış, yerine kentten uzakta bir köşk, başka bir at alınmıştı, sonra onlar da satılmıştı. Ama yalı başka, o çocukluk atı başka. Çoğunlukla yalıda yaşıyordu adam: Alt kat odalardan birinde pencerede, taşlıkta, sofada, eski bir koltukta, mutfakta, hepsinde ayrı ayrı, hepsinde birden, durarak, yoklayarak, yaslanarak, yürüyerek, öyle işte.


Eski dolaşmalar, dokunmalar, perdeyi açış, sokak kapısının kapanışı ayrı bir varlıkla önce ondan uzaklaşmış, sonra nereye gitse, nereye dönse ondan ayrılmaz olmuştu. Kadın, arka caddelerden birinde üç katlı bir apartmanın güneş görmeyen bir dairesinde adamla birlikte oturuyor, yemeğini pişiriyor adamın, söküklerini dikiyor, çamaşırlarını yıkıyordu. Pazara gidiyordu alışverişe. En ucuzunu almaya çalışıyordu lahananın, pirincin, patatesin. Ucuza alma, ucuza kapatma isteği eski bir alışkanlıktı onda. Oysa para artık cebinden çıkmıyor. Almak, daha çok almak, bol almak, almaya doyamıyordu. Öyle alınacak şeyler vardı ki almasını bilmediği için almaya yanaşmıyordu, buna karşılık eskiden azar azar aldığını ya da almak isteyip de alamadığını şimdi büyük bir oburlukta eve taşıyordu. Naylon dondan plastik avizeye dek türlü mallar satılıyordu pazarda, çoğu kaçak. İç çamaşırı alıyordu pazardan Fatma Sarıbay –tombalak, sağ köpekdişi altın kaplama, güldüğü zaman görünen– yiyecek alıyordu çoğunlukla, haftalık nevale, mercimek, kuru fasulye, nohut filan. Saçları yeni kırlaşıyordu. Bir kemik çıkıyordu sağ ayak başparmağının hemen yanında. Tırnakları pembeydi daha, kemikleşmemiş. Bir çukuru vardı yanağında gülünce derinleşen. Büyük memeliydi, karınsız, dar kalçalı.

Lahanaya önce uzaktan bakıyor, gidecekmiş gibi yapıyor, yüzünde bir soru belirtisiyle pazarcıya dönüyordu. Adam: — Dolmalık bunlar, diyordu, elle bak! Kapuskalık istersen öylesi de var. Şunlar. Bıçağı vurdun mu karpuz gibi çıtırdar, içi kıvır kıvır. — Kaça? — Elli. Yürüyüp gidiyordu anlaşılmaz sözler mırıldanarak, yüzü ekşimiş, alnındaki kırışıklar belirgin. Oysa başka bir sergiden ona benzer bir lahanayı yine o paraya, sorup soruşturmadan alıyor, marketlerden elinde kalan plastik torbaya sokuşturuyordu. Her alışverişte eski yoksulluğun duvarından yeni bir taş düşüyor. Oyuyor o duvarı. Amma da kalın, amma da yüksek! Arkası nasıldır kim bilir! O duvarın arkasındaydı bayram salıncakları, tel kayan kızlar. Onluğu verdin mi çekçek arabasına bin, ağaçların altından denize in. Yalı kahvesinde bir erkeğin yanında çay içmenin, potin boyatmanın mutluluğu o duvarın arkasında. Havuzlar, havuzların kırmızı balıkları, taşın hemen yanındaki ot, simitçi o duvarın arkasında. Köşeyi dön, caddeye çık, otobüs, taksi, dolmuş, insan selinin arasında sen de ötekiler gibi göze batmadan dükkânlara bakarak yürü, birinden birine gir, vitrindeki bluzu çıkart, elle, evir çevir, beğenirsen al beğenmezsen çık git, yine karış kalabalığa, kentin güneşli havasını duy içinde. İskarpin sıkmıyor işte, işte sırtındaki giysi hokka gibi oturmuş, elinde rugan çanta, başın açık en büyük caddede en seçkin kişilerin arasındasın, tıpkı onlar gibi.

Adam bu sırada uyumuyorsa ya denize bakardı yalıdan ya da ata ya da kırmızı yoldan rıhtıma inerdi. Bitmemiş bir kayık, kaburga tahtaları yeni çakılmış, ağaç kokan bir kayık duruyor rıhtımda. Karşı yaka yine yakın alabildiğine. Rüzgâr yıldızdan üfürdü de aradaki pus Marmara ’ya doğru çekildi mi o hep böyle üstünüze doğru gelir. Hele aradaki yılların bulutu da uzaklaşmışsa burun burunasın evleri, bahçeleri, ağaçlarıyla. Yalılarla denizin arasından geçen taşıtlar elinin altında artık. İki yalı vardı: Büyüğü denizden otuz beş metre içerde, sokağın üstünde, önü denize dek bahçe, küçüğü bahçe duvarına yaslanmış, bir oda, bir aralık, bir tuvaletten oluşan ufak bir yapı, hemen denizin üstünde. Sonradan, denize paralel büyük bir salon eklenmişti küçük yalıya, kaçak, eternit çatı, çimentosu bol sıva, plastik pancur. Böylece küçük yalının denize paralel yüzüyle denize dikey yüzü arasında arkada kalan dik açıda birkaç gül fidanı ve ortanca tuzdan ve karayelden etkilenmeden serpilip gelişmişler. Bu bitkiler Ferruh Sarıbay ’ın umurunda olmasa da oradaydılar ve o günlerde her zamankinden daha çok yeşildiler. Güneş vuruyor üstlerine, yaprakları ıslak. Sarı açıyor biri, öbürü kırmızı. Ortancalar ağır yemişler gibi toprağa yakın. Nara benziyor, diye düşünüyordu Ferruh Sarıbay, bunlar da tek ama çok taneli. Bu kayık hiç bitmeyecek.

Bir gün denize inse bile yine orada rıhtımda duracak, ağaç kokulu ve boyasız. Su kesimine kadar olan bölümü bayrak rengine boyamak istiyordu, üstünü beyaza. Yeşil, fırdolayı çevirecek ağzı. Küpeşte, ıskarmozlar, oturak tahtası, kıç altı verniklenecek. Dar ama oldukça uzun bahçede yemiş ağaçları ve yeni dikilmiş çamlar vardı. Pervane ve bostan nerede? Nereye sığıyor bütün bunlar! Oysa ahır, ahırın kiremitleri, kiremitlerin yosunu, rüzgârın taşıdığı tohumlardan yeşermiş kiremit arası otlar gözünün önünde. Sokak üstündeki yalı iki katlıydı. Birinci katıyla çukurda bahçe düzeyinde, ikinci katıyla caddede. Nasıldı? diye düşünüyor. Taş bir merdivenle iniliyordu bahçeye. Buzlucamlı sokak kapısı, tokmak ve zil. Zil sonradan takılmış olmalı. Yeşile çalan eski bir kapı bu. Yeşil olduğunu gizleyen bir yeşil. Önünde her zaman hiç eskimeyen bir paspas.

Girince gözü yormayan, içeriye yeterince bırakılmış bir aydınlık, sabahları, akşamları, ikindi üstleri hiç değişmeyen bir ışık. Karo döşeli koridor. Sağda alt kat salonun cilalı meşe kapısı. Solda mutfak ve alaturka tuvalet, yukarı kata kıvrılarak çıkan yine meşeden merdiven. O babalar ve tırabzanlar kalmadı. Onları tornadan çeken ustalar da yok. Karşıya büyük bir oda düşüyor. Sağda piyano dururdu. Kırmızı uzun tüylü cicim sedire bir sultan gibi kurulmuş. Altı yedi odalı eski bir Boğaz yalısı. Ferruh Sarıbay ’ın babası rahmetli Salih Paşa soy sop ölüleriyle oturur burada. Büyük hanım, bir damat, seksen yaşında bir nene, bir evlatlık, birkaç emektar. Bahçıvan bahçede, deniz üstündeki tek gözlü bölümde yatıp kalkıyor. Paşanın ölümünden sonra köyüne gittiği için aralarında değil. Fatma Sarıbay, lahanayı plastik torbaya sokuşturduktan sonra başka bir tezgâha yanaştı, pirinçlere baktı.

Ağızları gerisingeri kıvrılmış çuvalların ortasına küçük yaftalı çubuklar sokulmuştu. Yan yatmış çoğu. Baldo 120, bersani 110. Kırık pirinçler de var, ucuz. Fatma bu pirinç türlerinin bütün bir İstanbul ’un ne anlama geldiğini bilmediği adlarını duyunca bir böcek görmüş gibi olurdu. Duyunca, çünkü okuması yazması yoktu. Oysa okuması yazması olmayan bir kadına benzemiyor. İstanbul kaldırımı çiğnemiş ne de olsa. Ferruh Sarıbay oyalanacak bir işi yoksa elinde, uyurdu. Şimdi de uyuyor. Divanda arkası üstü yatıyor. Ağzı açık, gözleri kapalı. Parmaklarını karnında kenetleyerek dizlerini dikmiş. Giyinik. Ayağına doğru, pantolon paçasının örttüğü yerle siyah çorabın yükseldiği yer arasından eti görünüyor, donuk ve çok beyaz.

Küçük bir oda burası. Divanın karşısında bir çalışma masası, duvarda bir takvim. Köşede tahta bir koltuk. Yer muşambasına makine işi bir seccade serilmiş. Bitişik apartmanın arka balkonundaki istif edilmiş odunlar görünüyor pencereden. Gök kurşunrengi ve bulutsuz. Puslu havada evler arası ağaçlar, yolun kestaneleri, meşeler, çimleri duvar diplerinin, taş aralarının otları belli ki martın bu ılık gününde uyanmış, filizlenmeye durmuş. Bir can tütüyor havaya doğru. Bir kuluçka var, görünmeyen, kanatlarına tuz, çiğ ve nem oturmuş, altındaki yumurta çatlamış, civciv çıkmak üzere. Bir bütündür artık yerle gök, tek bir beden, daha ışımamış ama umut dolu. Yalının önündeki deniz de soğuk ama umut dolu. Suyun çukurlarına güneş oturmamış daha. Bir sis arkasındaydı karşı kıyı. Akıntıyla Marmara ’ya doğru sürüklenen çöplere dalıyordu martılar bağıra çağıra. Ferruh Bey uyumasa, ama uyuyor, bu çöpler bütün ayrıntılarıyla gözümün önünde diyebilir.

Çürük domates kırmızısı, patlıcan kabuğunun moru, denizin derisinde bir bıçak yarası gibi kanayan yarım karpuz, vazolarda solunca atılan, dallarda ölünce kesilen bütün o nergis, ful, gül yaprak ve çiçek kalıntıları, hep yeşil kalan defne, taflan, eğreltiotu, bütün o ölü mutfak döküntüsü, sapı kopmuş süpürge ya da süpürgesi gitmiş sap, ağzı kapalı olduğu için su almayan, su almadığı için yüzen kahverengi konyak şişesi ve bir kedi leşi güneşin altında anafor suyunda dönerek, akıntının hızına kapılmış güneye doğru kayıyor. Birdenbire yaz işte. Ferruh Sarıbay uyumasa görecek bütün bunları. Onun gözü her gün denizde, denizin renginde, martının kanadında, yansıtmaya elverişli her nesneden göğe ağan o binlerce ışında. Maviyi sabahtan akşama alttan üstten delip geçen o ışınlarla canlı bu gök, bu kıyı, her an başka renkte, başka kokuda, başka konumda. Kimi zaman bütün ayrıntılarıyla ortada, kimi zaman gizli ve silik. Ama bahçenin tek bir mevsimi var: Yaz. Yalının üst pencereleri hep açık. Sofa günün her saatinde serin. Alt kat salonun dış duvarlarındaki o güzün kızaran ve oralarda meryemasması denen sarmaşığı bahçıvan kollamasa pencereler de örtülecek. Ahşabını kurt yemiş, boyası dökülmüş kasa ağır ve oturaklı. Altta iki yana gömülmüş metal yuvalara dört parmağını geçirip ağır bir çerçeve içindeki camı yukarı doğru zorlayarak kaldırdın mı sağ elini bırak, iki yandaki kelebekleri aç. Kelebeklerden biri sarkmış, zamanla tutmaz olmuşsa aldırma, öteki yükü tümüyle taşıyacak kadar güçlü, bakma paslı olduğuna. Denize karışmış bahçedir kokan, yazdır. O havuzun hiçbir zaman suyu olmadı.

Yaşlı manolyanın üstünde birkaç çiçek var. Çünkü mevsim yok artık, yaz bahçeyi kavrayan bir anlam sadece. Ağacın dibinde ölmekle kararmamış bir beyazlık duruyor. Al ve kokla. Uzaktan uzağa duyulan bu yankı kokuya kulak ver. Ferruh Sarıbay ’ın en sevdiği oda burası. Duygulu değildir o. Özlemin gücü olmasa bu camın önünde durmaz. Geçmiş günü, kimi zaman birdenbire yaşaması, bulması ve duyması daha çok temelli ayrılık korkusundan. Göç yaklaştıkça bahçe, yalı, mahalle, iskele, ahşap, taş, su, kendi anlamının doruğuna doğru tırmanıyor, hepsi bu. Odalara girip çıkması, maltataşı döşeli mutfağa, üstü örtülü piyanoya, kırmızı cicime bakması bundan. Piyanonun yalıda büyük bir yeri var ama ablasından başka çalan da yok. Alaturka piyanoda Batıyı bir türlü kavrayamayan, almak istediğine bir türlü uzanamayan toplum üst katlarının ezikliği, yetmezliği, kendine özgü duyarlığı gizli. Belki bu yüzden açmıyor kimse kapağını. Remide Hanım ’ın tenteneli, sıkma belli giysiler içinde, hotozlu başını yana eğerek çaldığı şataraban saz semaisine bu yüzden kimsenin aldırdığı yok.

Akşam oluyor. Ölüler uzakta, hepsi ayrı bir yerdeler. Paşa gecelikle dolaşıyor bahçede. Şam hırkalı, nene başında namaz bezi Kuran okuyor alt katta mindere bağdaş kurmuş, biri mangal yakıyor, marsık tütüyor, ağaç rüzgârda, kayık daha bitmedi, Rüstem Ağa bostan suluyor, bir kadın bakıyor camdan ve yalı yaklaşıyor, yaklaşıyor alabildiğine. Fatma Sarıbay en yakın durakta otobüsten inince dar bir sokaktan giriyordu pazara. Karşıya bakınca otuz kırk metre ilerde anacaddeye açılan sokağın ağzında büyük bir elbise mağazasının vitriniyle kapısını görüyor, kolları hafifçe yana açık bir manken karaltısıyla birlikte başını çevirince yedek parça satan bir dükkânın camındaki araba farlarına gözü takılıyordu. Her adımda bir kuş gölgesi gibi kopuk izlenimler vuruyor içine. İç yapının metali yansımalarla parlar ve donuklaşır. Sağlı sollu dükkânlar, üstte konutlar, konutların kapıları, pencereleri, saksıları, pencerelerde görünüp kaybolan insanları. Aşağıda bir iki ağaç, yukarda gök alabildiğine. Başını kaldırmasa da bu kirli çadırın ondan bir Tanrı gibi gözünü ayırmadığını biliyor. Her gök kutsaldır ve üsttedir her zaman. Öfkeli, bağışlayıcı, kimi zaman tatsız ve uzakta. Adamlara, gelip geçen adamlara bakıyor, çoğu bıyıklı eski kocası gibi, çoğu orta yaşlı eski kocası gibi, esmer sarı benizli. Yol delik deşik.

Sağda belediyecilerin kazdıkları uzayıp giden hendek, hendekten çıkan toprak yığını. İki yana park edilmiş arabaların arasından zorlukla başka arabalar, tekerlekli işporta tezgâhları, dağ gibi yığılmış leğen, kova, cerikan gibi mallarıyla nayloncular gelip geçiyor. Boğazındaki düğme takılı deliği parmağıyla kapayarak kısık sesle konuşan nayloncuyu anımsıyor. Eskiyle parayla naylon. İnce bir çirkef suyu süzülüyor taşların arasından. Arnavutkaldırımı. Elindeki kısa saplı çekiçle başka bir sokakta bu taşlardan döşeyen çömelmiş bir işçi, döşenen taşların arasına el arabasından kürekle kum serpen başka bir işçi (İkisinin de rengi belirsiz giysiler var üstlerinde, çorapsız ikisi de, ayaklarında lastik pabuçlar.) bir şimşek hızıyla geçiyor aklından. Erkenden çıktı. İhtiyar uykuda. Çamaşır, bulaşık, gidince yıkarım öğleden sonra, canımı sokakta bulmadım ya, çarşaflar donlar. Çiş lekesi iki çitiyle çıkmıyor, kimi peynirler gibi kokuyor kirli. Üç torba aldığıma iyi ettim, lahana da alırım ıspanak da. Üç daire. Şimdi apartman katları kira getirmiyor, bankaya yatır faizini ye.

Bıyıklarını boyamış şu. Arnavutkaldırımının böylesine ne topuk dayanıyor ne pençe. Söyledikleri çıktı. Bıraksam donumun içine sokacak elini. Seksen yaşında ama içinin cücüğü diri. Yattığı yerden bakıyor. Memelerim daha meme. Her yerde varmış demek. Bıraksam gel dediğinde gitsem ossaat atlar. Kendi soyunuşunu görüyordu yan odada başka bir kadın gibi. Leylak rengi bluzunu, düğmelerini çözerek çıkarıyor üstünden. Çıplak omuz başlarından sutyenin kara kurdelesi iniyor göğsünün tentenesine doğru. Daha yüzüme bakılır. Omuzlarını düşünüyor dolgun, sıkı. Ölmüş hanımın fotoğrafı asılı duvarda, kahverengi, parlak, çok parlak bir çerçeve içinde.

Kaş göz iyi de burun büyük. Bana ne. Bunların düzeni bizim düzeni tutmaz. Bizim beğendiğimizi bunlar beğenmez. Kaşının üstünde gözün var deme. Sana ne. Ne diyorsa o. Getir götür. Öyle deme bütün iş benim üstümde. Çamaşırı bulaşığı ortalığı yemeği bırak, güllabiciliği yeter. Buna da şükür. Yarın gözünü kapadı mı hiç yoktan iyi. Ufak tefeğe kulak asma. Katları kızları bölüşür, iyi ya bölüşsünler, ben bana kalan aylığa bakarım. Notere gidiyorlar adamla birlikte.

Önünü ardını düşünüyor tümüyle olanların. Kızlar nikâha ses çıkarmayacak maldan vazgeçmesi koşuluyla. İyi ya biz de geçeriz. Katta halıda koltukta gözüm yok benim, neye gidiyoruz notere sanki, söz yok mu! Almam dedim mi tamam, almam. Siz öyle bakmayın bana benim gözüm toktur. Ama madem istiyorsunuz gidelim imzalayalım. Neredeyse üç kuruş emekli aylığını bile çok görecekler. Bunların cebine girecek olsa verirler mi! Devlete kalacağına sana kalsın, kesesinden veriyor sanki! Cebinden beş kuruş çıkmaz. Gözünü oyarlar adamın. Bulmuşlar benim gibisini biniyorlar dalıma. Dur bakalım. Kursaklarından geçenleri bilmez miyim ben! Avukata danışıyor, Zehra ’nın avukatına, anlıyor dinliyor. Önce imzalarım deyip de nikâhtan sonra vazgeçse, çürük, iyisi mi yavaş yavaş. Nikâhtan sonra demişlerdi kızlar. Nikâhtan önceki anlaşmanın hükmü yok.

Bir taksi dayanıyor kapıya büyük kızın telefonu üstüne. Belki otuz yıllık bir elbise giyiyor beyefendi. Giyilmediği için temiz pak. Koluna girmiyor. Sakatların kullandıkları gibi bir bastonu var, sekerek ilerliyor makine halısının üstünde. Kapıya gelince paspası düzeltiyor bastonun ucuyla. Hep böyle titiz midir bu adam! Hep böyle. Bir çöp görse, bir topluiğne eğilir alır. Noterde daha önceden hazırlanmış bir kâğıdı imzalıyorlar. Kocamın mirasını istemiyorum, ev mev istemiyorum onların olsun. Emekli aylığı kalacak değil mi? Tamam. Katları kızlarla damatlar bölüşecek, bölüşsünler bana ne. Bilen bilir bu zanaati. Çocuk bakmaktan beter. Doksanlık Cevat Bey ’in bakıcısı bir buçuk milyon aldı.

Olsun, olsun da yavaştan olsun. Bunun yarını da var. İmzalanan kâğıt da bozulur sırası gelince, bozulmaz mı, her şey olur buna da şükür. Geçinilmez. Başını sokacak bir deliğin olmadı mı bilmem kaçta kaç emekli maaşıyla geçinilmez. Neye uzatsan elini elin yanıyor. En kötü iskarpin, giyilecek gibisi üç bin lira. Yedi bine de var diyorlar. Bir buçuk milyonu aldı yan geldi. Karışan görüşen de yok. Düşmez kalkmaz bir Allah. Onların da burnundan gelir bir gün fitil fitil. Hakçası dörtte bir. Ne varsa öyle ya, böyle yazıyor kitap, avukat da böyle söylüyor. Ben tokgözlüyüm ama aptal değilim.

Onlar bu oyunu oynadılar madem, bozulur, yakındır bozulması. Bir kere daha gitmeye bakar notere. Bozuyoruz dedik miydi tamam. Dur hele. Gün ola harman ola. Bluzundan sonra kara etekliğini çıkardı, atkılı iskarpinlerini attı ayağından. — Gözlüğümü bulamıyorum, diye sesleniyor beriki. — Nerede olur gözlük! Oradadır, masada bıraktığınız yerde. — Gel de buluver! Bir tuhaflık var sesinde. Bu sesteki tuhaflığa bakıyor, her şeye bakıyor, anlamak için bakıyor. Bu sesteki tuhaflık ihtiyarlık mı, ürkeklik mi, istek mi? Nefsi uyanıyor, belli bir şey. İsteğe benziyor. Yüzünü buruşturdu. Erkekte erkeklik söndü mü bir cıvıklık bulaşır ki değme gitsin. Bu da öylesi.

İstiyor, istiyor ama ne etmeli! Noterdeki kâğıdı bozdurmak için bu kadarcık bir koz olmasın mı elimizde. Dur hele yavaş yavaş. Sesleniyor yine: — Bulamıyorum, masada yok. Gazete okuyacak besbelli. Sabahtan akşama kadar gazete okur bu adam. Bir okuduğunu bir daha okur. Niçin çizer altını yazıların kırmızılı yeşilli kalemle! Neler yazar orasına burasına gazetenin! — Ne yazdınız şuraya beyefendi? Leylak rengi bluzu yok ama sırtında, çıplak da sayılmaz. Çıplak olsam ne çıkar, bugüne bugün nikâhlı karısı değil miyim. Adam gülüyor: — Çok doğru, diye yazdım. — Siz oraya çok doğru diye yazmasaydınız olmaz mıydı sanki! Kim görecek o yazıyı! Doğruysa doğru deyip geçin. Şu işe bak. Adam gülüyor, tuhaf gülüyor. Tuhaf gülüşüne bakıyor. Önce işe anlamakla başlamalı. Huyunu suyunu biliyor avucunun içi gibi biliyor ya, daha anlayacak çok şey var.

— İş olsun diye yazıyorum, kimse için değil, kendim için. Vakit geçiyor işte. Bir kez daha sesleniyor: — Gözlük yok. — Soyunukum beyefendi. — Ne çıkar soyunuksan aldırma canım. Ya! Demek öyle! Sonra görüşürüz. Kızların sözünü dinleyip beni maldan mülkten eder misin! Önceden düşünecektin. Bugüne bugün öteki hanımlar gibi hakkımı alsaydım başka türlü olurdu. Rezilliğe de göz yumardım pisliğe de. Koşar gelirdim. Uyanmıyor musun, uyanma canım aldırma. Benim için değil senin için. Sen nefsini körlet bana bakma. Ben böylesi işlerin peşine düşseydim çoktan ayağım kayardı. Tanrı beni korur.

Ağırdan yavaştan yine de gidiyor içerki odaya. Sabahlığı geçiriyor sırtına. Adam koltukta. — Nereye koydum bilmem ki! Kuşağı bağlarken eteklerin arasından bacakların yukarıya doğru görünmesinde onun suçu yok. Görünürse görünsün umurumda değil. Ama bunun gibisine açıp göstermeli. Al işte, noterde kâğıt imzalattığın, maldan mülkten ettiğin kadının bacakları bunlar. Gör işte. Yağma mı var! Yok öyle şey, sıra ile. — Gözlüğünüz burada. O sizi görüyor, siz onu görmüyorsunuz. İsterse yüz yaşında olsun bir erkeği zıvanadan çıkarmakta yine de yüreği hızlandıran bir güç var. Adam kahverengi lekeli damarlı elini kadının kalçasına uzatıyor. — Bir şey mi var oramda? — İplik. — Ah beyefendi sen yok musun sen! Gülüyor rengi sarardıkça.

Bıraksa ne yapabilir, eller küller. Karşıki sedire oturuyordu. Sabahlığın etekleri kayıyor dizlerinden, aralanıyor bacakları bir kuyu ağzı gibi. Benzi sarı, daha sarı, daha sarı. Ölecek, diyor Zehra ’ya, bıraksam ölür. Rezillik. Bacaklarını hafifçe ayırıyor baksın diye. Avucunu yalar o. Birden tökezledi. Sokaklar sokak değil ki! Yüzünü buruşturdu. Dünya kadar alınacak şey var, iyi ki üç torba getirmişim. Zerzevatçılar, portakal elma mandalina öbür başta. Burada ayakkabıcılar, gömlekçiler, çamaşırcılar, yüncüler, pantoloncular, çanak çömlek satanlar. İşte pazarın göbeğinde. Çoğunlukla kadınların oluşturduğu bir kalabalık.

İtişip kakışarak ilerliyor işportaların arasından. — Seç seç al, beğen beğendiğini al! Şunlar 1.000, şunlar 1.750. Bakıyor ucuz etin yahnisine. 1.750 değil 500 etmez. Dilenciye versen giymez, çürük çarık, kaba saba. Alanı giyeni var ki getirmişler. Nerede bir ıskarta mal varsa burada. İyi şeyler düşüyormuş, hani nerede! Gününe bağlı, sık sık geleceksin de kırk yılda bir gönlüne göresini bulacaksın. Montunun yakası koyun postu, blucinli genç bir adam, malları evirip çevirirken yürütmesinler diye, tahta bir sandalyenin üstüne çıkıp dikilmiş dört beş tezgâhı birden kolluyor. Kadınlar, döküntü kadınlar, orta halli kadınlar, kapıcı karıları, işçi ve memur karıları, kızlar, şıllık kızlar, gözleri rimelli dudakları boyalı kızlar, kırpık saçlılar, uzun dökme saçlılar, iri burunlular, mavi gözlüler, yerden bitmeler, uzunlar, tombullar, sıskalar omuz omuza pabuçlara bakıyorlar, yokluyorlar bırakıyorlar, yeniden alıyorlar –nafile, işe yaramaz. Giyilmez. Ucuzun da ucuzu bunlar, döküntü.

– sonra bırakıp ellerindekini gözden yitiyorlar. Kim demiş bunların büyük mağazaların modeli eskimiş malları diye, bunlar tümüyle ıskarta. Kırk yılda bir punduna gelecek de düşecek. Buradan almış, öyle diyor, atmıyorsa rastlantıya bağlı demek. Bakıyor topuğu uzun, bakıyor burnu küt, bakıyor derisi bozuk, işçilik sıfır. Gözü onu arıyor hep, o bulunmaz atkılı iskarpini. Yok. Son kez uzanıyor gerilere, gerilerdekine. Kaba. Bu paraya bundan iyisini vermezler. Ayakkabı işportalarından hemen sonra pantoloncular. Didik didik mavi, koyu mavi, açık mavi, yeni moda, eski moda, paçaları dar, paçaları bol, sıkı, geniş. Pantolonlar, pantolon yığınları. Çoğunlukla gençler yokluyordu bunları. Bize göre değil.

Şu gözlük şu buruna uymuş mu! Bir kadın elinde mavi bir kot başını çevirmiş Fatma ’ya bakıyor. Bir erkek geçiyor o sıra aralarından. Baş ve omuz kargaşasında havadaki el çapraz düşüyor yukarı kaldırılıp bakılan kot mavisine. Bir martı iniyor gökten. Satıcıların sesleri uzaktaki araba ve kamyon seslerinin duvarında yankılanıyor. Gök sık değişebilir, bu panayırda başka bir panayırın kucağına düşebilir insan. Kayma her zaman doğal. Güneşin buluta giriş çıkışında olduğu gibi, hele bu giriş çıkışlar birdenbire ise, açılıp kapanmalar iç kaymalarına yol açabilir. Eski kocası gelip gidiyor. Daha kırk yaşındayken. Bir kadın bakıyordu, erkekten daha erkek, başı yemenili, yarı belinden yukarsı camda. Alt kat apartman daireleri canlı sinema seyretmek için birebir. Kadın pazara bakıyor bir apartmanın alt katındaki camdan. Kıpırdamıyor. Vitrindeki taş bebekler gibi.

Birdenbire buluyor dilinin ucundakini: Manken. Bir konuşmasını anımsıyor küçük damadın. İnsanların yüzüne dikkatle bakan, olanı biteni anlamak isteyen biri. Beyefendinin orama elini soktuğunu ossaat anladı. Kıpkırmızı olmuştu. Sanki damadın elini duymuştu apış arasında. Ne var yani. Kaçtığını görüyor odadan mutfağa. Oysa ortada fol yok yumurta yok. Kurban bayramı televizyonda bir koyunun nasıl kesileceğini, yüzüleceğini anlatıyorlar. Kesilmesine boş ver de yüzülmesine bak. Postun bıçak vurularak yüzülmesi deriyi zedelediğinden yumrukla etten ayrılması, bıçağın gerekmedikçe kullanılmaması öğütleniyor. Koçu yere yıkıyor adam. Gözleri tülbentle bağlı. Üç ayak iple bağlı, birinin boşta kalması gerekli, rahatça çırpınması için.

Bıçak vurulduktan sonra kan fışkırınca bu ayakla çırpınacak, ne yapsın zavallı. Bıçağın vurulacağı yer de önemli. Tam çene altına sürtülmeli, usulca çekilmeli. Kesim atlanıyor, kurbanın bir araba ya da bisiklet pompasıyla nasıl şişirileceği gösteriliyor. O erkeksi yemenili kadın camdan bakıyor sürekli, tezgâhlar arası insan seli akarken pazarda. Damadın dudağının ucunda bir gülümseme, yutmam gibilerden. Yutmazsan yutma. Ucuz deniyor ucuz bir şey yok, bunlar mağazalarda da bu fiyata. Koç ağaca asılı, postu yüzmeye sıra geldi. Yumrukla ayırıyor etten deriyi. Koçun üç bacağı çözük, artık çırpınamaz ki! Ferruh Sarıbay ’ın katlarını kızlarla damatlar bölüşecekler. Ne geçer eline aylıktan? Geçinilmez, işte donlar kaşkorseler. Cüpon sözcüğünün jupon ’dan geldiğini bilen var mı diyor gözlüklü adamın biri, karısına duyurmak için, bak ne yazmışlar! Kulak kabartıyor. Jüpon 500. Satılan mal geri alınmaz.

Kilotlar 125, sütyenler 350, gecelikler 850, 1.000, 2.000. Satılan mal geri alınmaz. Çorap 150. İnsanın okumuşluğu olmadı mı böyle aval aval bakınır. — Kilotlar kaça? Sözcüklerin bulutu arasında insanlar. Teknolojinin bu aşamasında kurban derilerinin ziyan olmaması için ulusal ekonomiye katkıda bulunurken faiz hadlerinin Batı ’dakine kıyasla dondurulması ve de. Vay anasına. Daha sis, daha bulut ya da böyle bir şey. — Gecelikler kaça? Üç beş lira ucuza almak için çırpınıyoruz bir memelik ikizlere takkeydi sütyen oldu on lira eksiğine bir cezve yirmi lira fazlasına. — Bu cezveyi 150 liraya aldım pazardan, oysa bizim köşe başındaki dükkânda 130. Boy boy beğendiğini al valla, enayilik pazara gitmek. Al işte cücaciyecide 130 ’a pazarda 150 ’ye. — Zücaciye, diyor damat.

İçinden kabaran öfkeyi bastırıyor. — Bakmayın benim kusuruma. Duruyor. — Ne diyordum, bizim köşe başındaki dükkânda 130 ’a. Demek ki 20 lirası kazık. Hiç canım, pazardan alışveriş nafile. Gözleri kör olsun, tuzak hepsi. Kurban derilerinin yüzülürken bıçakla zedelenmesi ulusal ekonomiye her yıl bir milyarın üstünde zarar verdiğinden Fatma Sarıbay bir umacının yüzüne bakar gibi bakıyor televizyonda konuşan ağzı kalabalık kişilerin filit makinesinden tavana doğru püskürtülünce ağır ağır döşemeye doğru inen sivrisinek öldürücü sıvıya benzer tümcelerine. Bir çarşıya çıkıyorum bin lira file boş çıkarıyorum taşına mutfağın iki üç paket ne oldu bin liraya düşürdüm mü yoksa. — Sütyenler kaça? Tişört diyor beyefendinin büyük kızı Ferhunde bu baştan geçme yünlere. Şuna bak ikim gibi yanındaki de kızı. Güzel renk. Yumuşak tüylü. Zehra ’nın koyu yeşil. Bir başka avuntuda görünmek.

Salkım saçak ve düzenli ve iskarpinlerin atkılarına oturan feza yünleri, gökkuşağı sıcak odalarda, sobaya her seferinde üç odun beyefendi gidebilir bugün yarın, romatizmalarımın kalınlığı. Böyle bir şey. — Bu fanileler kaça? Isıtır sıcak tutar büyür gözlerle birlikte, eldiven gibi oturur benim gümüşünün altına, bir de iskarpin eşarp karşıki dairenin kulakları çınlasın, dolaşıyorlar evin içinde, şu sarı daha da güzel. Yeniden uzuyordu elleri bir sevgiye. Eski mantoyu tersyüz etmek neye yarar. Giyilmiyor. Avuç açamıyor. Beş bin lira ver diyemiyor. Yüzü tutmuyor. Yüz olmalı insanda. — 4.000. — Bunlar mı? — İtalyan bunlar hanım. Demek şu dışarda altı bine satılanlar demek bunlar ne güzel bunlar ne sıcak bunlar kış günü. Tüylü yün tişörtlerden birini tezgâhtan alarak yokluyordu.

İçine sokuyor sağ elini. Büyük sofalar, avizeler, parlatılmış pirinç kapı tokmakları filmlerin, masalardaki çiçek vazoları, elektriği yakan adam, öpüşenler camın ardında. — Ne belli İtalyan olduğu?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir