Yaşar Kemal – Ince Memed

Duvarın dibinde resmim aldılar, ak kağıt üstünde tanıyın beni . Toros dağlarının etekleri ta Akdenizden başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdenizin üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz kjlli topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlarca içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukuro-vanm bükleri başlar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık! Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarzaya, bir taraftan Os-maniyeyi geçip Islahiyeye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz.


Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar. Kışınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kışınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ışıl ısıldır. Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuş aktır. Üstleri ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı tepeler geçildikten sonradır ki, kayalar birdenbire başlar. Ğnsan birden ürker. Kayalarla birlikte çam ağaçları da başlar. Çamların birer billur pırıltısındaki sakızları buralarda toprağa sızar. Ğlk çamlar geçildikten sonra, gene düzlüklere varılır. Bu düzlükler boz topraktır. Verimsiz, kıraç… Buralardan Torosun karlı dorukları yanındaymış, elini uzatsan tutacakmışsm gibi gözükür. Dikenlidüzü bu düzlüklerden biridir.

Dikenlidüzüne beş kadar köy yerleşmiştir. Bu beş köyün beşinin de insanları topraksızdır. Cümle toprak Abdi Ağanındır. Dikenlidüzü, dünyanın dışında, kendine göre apayrı kanunları, töresi olan bir dünyadır. Dikenlidüzünün insanları, köylerinden gayrı bir yeri bilmezler hemen hemen. Düzlükten dışarı çıktıkları pek az olur. Dikenlidüzünün köylerinden, insanlarından, insanlarının ne türlü yaşadıklarından da kimsenin haberi yoktur. Tahsildar bile iki üç yılda bir kere uğrar. O da köylülerle hiç görüşmez, ilgilenmez. Abdi Ağayı görür gider. Değirmenoluk köyü Dikenlidüzündeki köylerin en büyüğüdür. Abdi Ağa da bu köyde oturur. Köy, düzlüğün gündo-ğusuna düşer. Kayalığın dibindedir. Kayalar mordur.

Üstlerini sütbeyaz, yeşile çalan, gümüşi, türlü renkte lekeler örtmüştür. Üst başta yaşlı, yaşlılıktan dallan toprağa eğilmiş, dalları kıvrılmış bir çınar ağacı bütün haşmetiyle yıllardır orada durup durur. Çmar ağacına yüz metre yaklaşırsın, elli metre yaklaş ırsın ortalıkta çıt yoktur. Her bir yan derin bir sessizlik içindedir. Sessizlik korkutur insanı. Yirmi beş metre yaklaşırsın gene öyle… On metrede aynı sessizlik. Ağacın yanma gelip de kayadan yanına dönüncedir ki iş değişir, birdenbire bir gürültü patlar. Şaşırıverir insan… Ğlkin kulakları sağır edecek derecede çoktur. Sonra iner, yavaşlar. Gürültünün geldiği yer, Değirmenoluk suyunun gözüdür. Göz değildir ya, bura halkı oraya suyun gözüdür der. Öyle bilir. Bir kayanın dibinden köpükler saçarak kaynar. Ğçine bir ağaç parçası atılırsa bir gün, iki gün, hatta bir hafta suyun üstünde oynadığı görülür. Döndürür.

Bazıları iddia ederler ki, kaynayan su, üstünde taşı bile oynatır, batırmaz. Halbuki suyun gözü burası değildir. Ta uzaklardan, çamlar arasından yarpuz, kekik kokularını yüklenerek Akçadağdan gelir. Burada da bu kayanın altından girer, köpürerek, kaynayarak bir delice homurtuyla öbür ucundan çıkar. Buradan Akçadağa kadar öyle kayalık, öyle sarptır ki Toros 10 bir ev yerinden daha büyük toprak parçası görülemez. Ulu çamlar, gürgenler kayaların arasından göğe doğru ağ-mıştır. Bu kayalıklarda hemen hemen hiçbir hayvan yoktur. Yalnız, o da çok seyrek, akşam vakitleri keskin bir kayanın sivrisinde boynuzlarını, büyük çangallı boynuzlarını sırtına yatırmış bir geyik, bacaklarını gerip, sonsuzluğa bakarcasma durur. 11 Çakırdikeni en pis, en kıraç toprakta biter. Bir toprak ki bembeyaz, peynir gibidir. Ot bitmez, ağaç bitmez, eşek inciri bile bitmez, işte orada çakırdikeni keyifle serile serpile biter, büyür, gelişir. En iyi toprakta bir tek çakırdikenine rastgelinmez. Bunun sebebi, bir kere iyi toprak boş kalmaz, her zaman sürülür ekilir. Bir de, öyle geliyor ki, çakırdikeni iyi toprağı sevmez. Ne iyi, ne kötü boş bırakılmış orta halli toprakta da biter çakırdikeni.

Çakırdikenini söker, yerini ekerler. Toros eteklerinin doruklara yakın düzlükleri bu minval üzeredir. En uzun çakırdikeninin yüksekliği bir metre kadar olur. Bir sürü de dalları vardır. Dallar dikensi çiçeklerle donanır. Bu çiçekler beş perli, yıldız gibi, uçları sert, sivri iğnelerin ortasmda-dır. Her çakırdikeninde bunlardan yüzlerce bulunur. Çakırdikeni bittiği yerde bir iki, üç dört tane bitmez. Öyle üst üste, öyle sık biter ki arasından yılan geçemez. Ğğne atsan çakırdikeninden yere düşmez. Baharda zayıf, açık yeşildir. Hafif bir yel esse, toprağa de-ğecekmiş gibi yatar. Yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peyda olur. Sonra yavaş yavaş dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu… Sonra mavi gittikçe koyula-^ şır.

Bu en güzel bir mavidir. Bir tarla, uçsuz bucaksız bir ova tüm maviye keser. Gün batarken eğer bir yel eserse mavi dalgalanır, hışırdar, aynen deniz gibi. Gün batarken sular nasıl kıza-1 rır, çakırdikeni tarlası da öyle kızarır. 12 Güze doğru dikenler kurur. Mavilik beyaza döner. Çatırtılar gelir çakırdikeninden. Düğme büyüklüğünde sütbeyaz sömüklüböcekler vardır hani. Bunlardan yüzlercesi, binlercesi dikenlerin gövdelerine sıvanır. Diken gövdeleri boncuk boncuk sütbeyaz olur. Değirmenoluk köyü çakırdikenlik… Tarla yok, bağ, bahçe yok. Safi çakırdikenlik. Çakırdikenliğin içinden koşan çocuk soluk soluğaydı. Çoktan beridir ki durmamacasına koşuyordu. Birden durdu.

Bacaklarına baktı. Dikenlerin yırttığı yerden kan sızıyordu. Ayakta duracak hali yoktu. Korkuyordu. Ha yetişti, ha yetişecekti. Korkuyla arkasına baktı. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Ferahladı. Sağa saptı. Bir zaman koştu. Sonra yoruldu. Yorulunca çakırdikenlerinin içine yattı. Sol yanında bir karınca köresi gördü. Karıncalar iri iri. Körenin ağzında cıvıl cıvıl kaynaşıyorlar.

Bir zaman her şeyi unutup karıncalara daldı. Ve birden aklına gelince sıçradı. Sağa saptı. Biraz sonra da dikenlikten çıktı. Dikenliğin kıyısına dizleri üstü çöktü. Baktı ki dikenliğin üstünden başı gözüküyor, kıçı üstü oturdu bu sefer de. Bacakları kanıyordu. Kan sızan yerlere toprak ekelemeye başladı. Toprak yaralara düşünce yaktı. Kayalıklar azıcık ötedeydi. Kayalıklara doğru var gücünü harcayarak yeniden koşmaya başladı. En yüksek kayanın altındaki çınar ağacına vardı. Ağacın dibi bir kuyu gibi derinlemesi-neydi. Sapsarı, altın renkli, kırmızı damarlı yapraklar ağacın dibini doldurmuş, gövdeyi yarı beline kadar örtmüştü. Kuru yapraklar hışır hışır ediyordu.

Gitti, kendisini yaprakların üstüne attı. Çınarın çıplak dallarından birisinin en ucunda bir kuş duruyordu, çıtırtıyı duyunca uçtu gitti. Yorgundu. Bitmişti. Burada, bu yaprakların üstünde gecelemeyi geçirdi aklından. Yumuşacık. Oturduğu yerden kalkamayabilir de. Sonra, “Olmaz, ” dedi kendi kendine. “Adamı kurt kuş yer.” Ağacın üstünde kalmış yapraklardan birkaçı dolana dolana geldi öteki yaprakların üstüne düştü. Sonra boyuna birer ikişer düşmeye başladı. Kendi kendine konuşuyordu. Sesli sesli konuşuyordu. Sanki, yanında birisi var da ona söylüyor: “Giderim, ” diyordu. “Giderim bulurum o köyü.

Kimse bil13 mez oraya gittiğimi. Gider bulurum. Giderim işte. Çoban olurum işte. Çift sürerim işte. Anam beni arasın işte. Arasın aradığı kadar. Keçi sakallı göremez yüzümü. Göremez işte. Ya köyü bulamazsam? Bulamam! Aç kalır ölürüm. Ölürüm işte.” Ilık bir güz güneşi vardı. Kayaları, çınarı, yaprakları yalıyordu. Toprak taze, apaydınlıktı. Bir iki güz çiçeği toprağı yarmış, ha çıktı, ha çıkacak.

Çirişler acı kokuyor, ıslak ıslak da parlıyordu. Dağlar, çiriş kokar güzün. Bir saat mı, iki saat mı ne kadar kaldı orada, belli değil. Ama, gün yıkıldı gitti dağların ardına. Neden sonradır ki çocuk, söylenmeyi bırakıp, kendini toparladı. Birden aklına düştü ki, arkasından geliyorlar. Deliye döndü. Güneşe bir göz atmayı da unutmadı. Güneş başını almış gidiyordu. Şimdi nereye gitmeliydi? Hangi yöne? Bilmiyordu. Kayaların arasından incecik bir keçi yolu geçiyordu, ona girdi koşmaya başladı. Kaya demiyor, çalı, taş demiyor koşuyordu. Yornuğunu iyi almıştı. Duruyor, bir an arkasına bakıyor, sonra gene koşmaya başlıyordu. Ayaklan biribirine dolanıyordu.

Bu minval üzere koşarken, çürümüş bir ağacın üstünde küçücük bir kertenkele ilişti gözüne. Nedense buna sevindi. Kertenkele onu görünce ağacın altına kaçtı… Bir sallandı, sonra durdu. Başı dönüyordu. Gözleri karardı. Etrafındaki dünya topaca dönmüştü. Nasıl da fırlanıyordu! Eli ayağı da titriyordu. Arkasına baktıktan sonra gene koşmaya başladı. Bir ara önünden bir keklik zurbası parladı. Kekliklerin kalkışından irkildi. En küçük bir çıtırtı duysa hep irkiliyordu zaten. Yüreği, bu sebepten, hep deli gibi çarpıyordu. Umutsuz-casına arkasına gene baktı. Kan tere batmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü.

Yere oturuverdi. Düştüğü yer ufacık taşlı bir yamaçtı. Ekşi ekşi bir hoş ter kokuyordu. Burnuna tatlı bir çiçek kokusu geldi. Gözlerini zorla açabildi. Başını ağır ağır, korka korka kaldırdı aşağılara baktı. Gün battı batacaktı. Gölgeler öylesine uzamış. Aşağıda hayal meyal bir toprak dam gördü. Sevinçten yüreği ağzına geldi. Evin bacasından duman da çıkıyordu. Duman, ağır ağır, salma salma çıkıyordu. Duman, bir kara duman değildi. Dumanın rengi hafif mora çalıyordu. Arkasında ayak sesine benzer bir patırtı duydu.

Başını hızla çevirdi. Sol yanın14 da orman kapkara kesilmiş bir sağnak gibi gökten yere iniyordu. Orman üstüne üstüne geliyordu. Gene konuşmaya başladı. Ama bağıra bağıra konuşuyordu. Hem ormandan kaçarcasına, aksi yöne yürüyor, hem olanca gücüyle: “Giderim derim ki onlara… Giderim derim ki… Size derim… Size çoban olmaya geldim. Çift de sürerim… Ekin de biçerim. Derim ki benim adım Mistik derim, Kara Mistik… Anam yok, babam yok… Abdi Ağam da yok derim. Sizin davarınızı güderim… Sizin çiftinizi sürerim. Sizin çocuğunuz da olurum. Olurum işte. Benim adım Ğnce Memed değil. Kara Mistik derler bana. Anam ağlasın. Olurum işte.

Gavur Abdi Ağa da arasın beni. Çocukları olurum işte.” Sonra bağıra bağıra ağlamaya başladı. Karanlık orman akıyordu. Ağladıkça ağlıyordu. Ağlamaktan, yalnız, avazı çıktığı kadar ağlamaktan müthiş bir tat duyuyordu. Yamaçtan aşağı inerken ağlaması kirp diye kesildi. Akan burnunu sağ kolunun yenine sildi. Yen, yamyaş oldu. Evin avlusuna geldiğinde karanlık kavuşmuştu. Ötelerde birçok ev karartısı daha gördü. Bir an durdu. Düşündü. Bu köy, o köy mü ola? Kapının önünde uzun sakalı sallanan bir adam semerle uğraşıyordu. Başını kaldırınca sakallı, avlunun ortasında, dikilmiş kalmış bir karartı gördü.

Karartı kendisine doğru bir iki adım attı durdu. Adam aldırmadı. Ğşine daldı. Ortalık iyice kararınca adamın gözleri görmez olup, uğraşmayı bıraktı. Ayağa kalktı. Soluna dönünce deminki karartıyı olduğu yerde öylece dikilmiş durup durur gördü: “Hişt! Hişt!” dedi. “Hiştişt! Ne işin var burada?” Karartı: “Ben, ” dedi, “çoban olurum sana dayı. Ben çift de sürerim. Her bir iş yaparım size dayı.” Sakallı adam karartıyı kolundan tuttu içeri çekti: “Gel hele sen içeri, sonra konuşuruz hepsini…” Ğnceden bir poyraz esiyordu. Memed, tir tir titriyordu. Öyle bir titriyordu ki uçacak gibi. Yaşlı adam içerdeki kadına: “Ocağa odun at!” dedi. “Çocuk titriyor.” Kadın: 15 “Kim bu?” diye hayretle sordu.

Yaşlı adam: “Bir Tanrı misafiri, ” diye cevap verdi. Kadın: “Misafirin hiç de böylesini görmedimdi, ” diye bıyık altından gülümsedi. Yaşlı adam: “Gör işte!” dedi. Çocuk, ocağın soluna, duvara iyice yapıştı, büzüldü. Çocuğun kocaman bir başı vardı. Düz, güneşten solup, kırmızı olmuş kara saçları alnına, yüzüne dümdüz, dikine düşüyordu. Yüzü ufacıktı. Kupkuru bir yüzdü. Gözleri kocaman kahverengiydi. Teni güneşten yanmıştı. On birinde gösteriyordu. Dize kadar da şalvarını çalı yemişti. Bacakları bu sebepten çıplaktı. Ayakları da yalındı. Bacaklarında kan kuruyup kalmıştı.

Ateşin çok iyi yanmasına rağmen titremesi durmuyordu. Kadın: “Yavru, ” dedi, “sen açsın. Dur, sana çorba koyayım da iç!” Çocuk: “Ğçerim, ” dedi. Kadın: “Isınırsın, ” dedi. Çocuk: “Titremem durur, ” dedi. Kadın, ocakta ateşin yanı başında duran kocaman bir bakır tencereden kalaylı bir sahana döğme çorbası doldurmaya başladı. Çocuğun gözleri tenceredeki buğulanan çorbaya dikildi. Kadın çorbayı getirip önüne yerleştirdi. Eline bir tahta kaşık verdi: “Çabuk çabuk iç!” dedi. Çocuk: “Çabuk içerim.” Adam: “O kadar da çabuk içme ağzın yanar sonra, ” dedi. Çocuk: “Yanmaz.” 16 Çocuk gülümsedi. Yaşlı adam da gülümsedi. Kadın onların neye gülümsediklerine bir anlam veremedi.

Adam: “Çorbayı içince, titremesi durdu aslanın.” Çocuk: “Durdu, ” dedi, “durdu.” Kadın da gülümsedi. Ocak, çamurla tertemiz sıvanmıştı. Evin damı topraktı. Tavanı çalıyla döşeliydi. Döşeme yılların isinden kapkara kesilmiş parlıyordu. Evi ikiye ayırmışlardı. Öteki bölme ahırdı. Bölmenin kapısından sıcak, ıslak bir hava geliyordu. Nefes karışığı… Bu taze sığır boku, saman, taze dal kokuyordu. Derken bölmeden yaşlı adamın oğlu, gelini, kızı da geldi. Çocuk onlara bir hoş, pel pel baktı. Yaşlı adam, oğluna: “Misafirimize hoş geldin desene, ” jdedi. Oğul gayet ciddi: “Hoş geldin kardaş, ” dedi, “ne var, ne yok?” Çocuk: “Hoş bulduk, ” diye aynı ciddiyetle cevap verdi.

“Ğyilik sağlık.” Kız da, gelin de, “hoş geldin, ” dediler. O arada, ocaktaki kütük yanmış, tüm yalıma kesmişti. Çocuk, ellerini koynuna sokmuş büzülmüştü. Yaşlı adam geldi çocuğun yanma oturdu. Ocağın gür yalımları arkalarına tuhaf gölgeler düşürüyordu. Bu gölgelere bakarak adam, çocuğun kafasından ne geçiyor, anlayabilirdi. Yaşlı adam da uzun zaman bir yerde durmayan, yalımlara göre yer değiştiren gölgelere gözünü dikti. Gözlerini gölgelerden ayırdığında gülüm-süyordu. Yaşlı adamın yüzü uzun, inceydi. Sakalları sütbeyaz, değirmiydi. Alnını güneş yakmıştı. Bakır rengindeydi. Yüzüne ocağın yalımları da vurunca, alnı, yanakları, boynu kırmızı bakır gibi parlıyordu. Birden aklına gelmiş gibi yaşlı adam doğruldu.

“Bre misafir, ” dedi, “senin adın ne? Adını bağışlamadın.” “Bana, ” dedi, “Ğnce Memed derler…” Arkasından, pişman olmuş gibi altdudağını ısırdı. Utangaç 17 utangaç başını önüne eğdi. Yolda, “Benim adım Kara Mistiktir, derim” dediği aklından çıkıp gitmişti. “Olsun, ” dedi kendi kendine, “Mistik da neymiş yani kendi adım dururken. Saklayınca ne var yani adımı. Kim görecek beni bu köyde.” Yaşlı adam, geline: “Sofrayı serin de yemek yiyelim, ” dedi. “Haydiyin.” Sofra geldi ortaya serildi. Bütün aile ve Ğnce Memed sofranın etrafına halka oldular. Yemekte kimse ağzını açmadı. Sessizlik içinde yemek yendikten sonra, ocağa bir kucak odun daha atıldı. Ocağın tam orta yerine de yaşlı adam bir kütük getirdi yerleştirdi. Yandaki yalımlar kütüğü sardılar.

Bu, ihtiyarın en büyük zevkiydi. Bunu böyle yapmasa edemezdi. Etraftaki yalımlar yaşlı adamın kütüğünü sarıverdiler. Ğşte buna bayılırdı. Kadın, adamın kulağına eğildi. Yavaş yavaş: “Süleyman, ” dedi, “çocuğun yatağını nereye sereyim?” Süleyman, her zamanki tatlı gülüşüyle gene güldü: “Koca beygirin yemliğinin içine… Nereye olacak? Biz nerde yatıyorsak… Sevgili misafirim kim bilir nereden, Süleyman demiş de gelmiş?” Süleyman Memede döndü. Memed, sıcaktan gevşemiş, uyuklar gibi bir hal almıştı “Bre misafirim, uykun mu var?” Memed bir silkindi: “Yok, ” dedi, “hiç uykum gelmiyor.” Ğyice gözlerinin içine bakıp: “Bre Ğnce Memed, ” dedi Süleyman, “hiç söylemedin. Nereden gelip, nereye gidiyorsun?” Ğnce Memed, duman kaçan gözünü ovuşturarak: “Değirmenoluktan geliyor, o köye gidiyorum, ” dedi. Süleyman: “Değirmenoluğu biliriz ya, o köy neredeymiş acep? diye merakla sorar bir tavır takındı. Memed, hiç bozmadan: “Dursunun köyü, ” dedi. Süleyman ısrar etti: “Hangi Dursunun?” Memed: 18 di. “Abdi Ağa var ya…” dedi durdu. Gözleri bir noktaya dikilSüleyman: “Eeee?” dedi. “Hani bizim ağamız.

Dursun onun tutması işte. Çift sürer. Abdi Ağanın çiftini sürer. O Dursun işte.” Gözleri parladı. Azıcık duraladı: “Geçende bir doğan yavrusu tuttu ki!… O Dursun işte! Bildin mi onu sen, şimdi emmi?” Süleyman: “Bildim bildim, ” dedi. “Eee sonra?” “Ğşte onun köyüne gidiyorum. Dursun bana dedi ki… Bizim köyde, dedi, çocukları dövmezler. Çocukları çifte salmazlar. Bizim köyün tarlalarında, dedi, çakırdikeni bitmez. Ben, oraya gidiyorum işte.” Süleyman: “Peki o köyün adı neymiş? Söylemedi mi Dursun sana hiç?” Memed sustu. Düşündü. Başparmağını uzun zaman ağzına sokup, uzun zaman düşündü. Sonra birden: “Yok, ” dedi.

“Köyün adını söylemedi Dursun.” Süleyman: “Acayip, ” dedi. Memed: “Yaa acayip, ” diye tekrarladı. “Biz Dursunlan beraber çift sürerdik. Otururdu bir taşın başına. Aaah derdi bizim köyü bir görsen! Taşı toprağı altındandır derdi. Denizi var, çamı da var, derdi. Ğnsan denizin üstüne biner her bir yere gidermiş. Dursun oradan kaçmış. Bana dedi ki, hiç kimseye söyleme benim oradan kaçtığımı. Ben de anama bile söylemedim.” Süleymanm kulağına eğilip: “Sen de kimseye deme. Olur mu emmi?” dedi. Süleyman: “Korkma korkma, ” dedi, “hiç kimseye söylemem.” Sonra gelin kalktı gitti.

Biraz sonra sırtında dolu bir çuvalla geri döndü. Çuvalı orta yere indirdi. Çuvalın ağzını açınca dışarı pamuk kozaları döküldü. Kozalar temizlenmiş, bembeyaz19 di. Her biri bir top beyaz bulut gibiydi. Birden evin içini keskin bir koza kokusu aldı. “De bakalım Ğnce Memed, çek bakalım pamuğu, ” diye sevinçle söylendi Süleyman. “Göster kendini.” Ğnce Memed önüne bir kucak pamuk alarak: “Ne var sanki, pamuk çekmek de iş mi?” Alışkın elleri makina gibi işlemeye başladı. Oğul: “Ğnce Memed, ” dedi, “şimdi sen o köyü nasıl bulacaksın?” Ğnce Memed bu sorudan hiç memnun olmadığını gösterir gibi bir hal takındı. Ğçini çekti: “Ararım, ” dedi. “O köyün yanında deniz varmış. Ararım.” Oğul: “Bre Ğnce Memed, ” dedi, “deniz buraya tam on beş günlük yol çeker.” Ğnce Memed: “Ararım, ” dedi.

“Ölürüm de dönmem Değirmenoluğa. Bir daha hiç dönmem. Dönmem işte.” Süleyman aldı: “Bre Ğnce Memed, ” dedi, “senin başında bir hal var. Söylesene bana onu. Ne diye düştün yollara böyle?” Ğnce Memedin elleri durdu: “Süleyman emmi, ” dedi, “dur da sana hepiciğini söyleyim. Benim babam, ” dedi, “ölmüş. Biricik anam var. Başka hiç kimsemiz yok. Ben Abdi Ağanın çiftini sürerim.” Buraya gelince gözleri doldu. Boğazı gıcıklanmaya başladı. Kendisini tuttu. Bıraksa boşanıverecekti. “Ğki yıldır sürerim çifti.

Çakırdikeni beni yer. Dalar… Çakırdikeni adamın bacağını köpek gibi kapar. Ğşte o tarlada çift sürerim. Abdi Ağa beni her gün döve döve öldürür. Dün sabahleyin gene dövdü beni. Her bir yanım döküldü. Ben de kaçtım oradan. O köye gideceğim. Beni orada bulamaz Abdi Ağa. O köyde bir adamın çiftini sürerim. Çobanı olurum. Ğsterse oğlu da olurum.” Oğlu da olurum derken Süleymanın gözlerinin içine iyice baktı. Memed dolmuştu. Bir kelime daha söylese boşanacaktı.

Onun için Süleyman, Abdi Ağa lafını değiştirtti: 20 “Bana bak Ğnce Memed, madem böyle. Sen benim evde kal-sana.” Ğnce Memedin yüzü ışıladı. Bir sevinç dalgası onu tepeden tırnağa ürpertti. Oğul: “Deniz çok uzak Ğnce Memed. O köy de kolay kolay bulunmaz.” Pamuk çekildi bitti. Ortalığı pamuktan düşen böcekler sarmış, telaşlı telaşlı oraya buraya gidiyorlardı. Kara, küçücük pamuk böcekleri… Ocağın bir başına da küçük bir yatak serdiler. Memedin gözlerinden sıcak bir uyku akıyordu. Yatağa hasretle, ürpertiyle baktı. Süleyman Memedin durumunu çoktan sezmişti. “Gir!” diye yatağı işaret etti. Memed hiçbir şey söylemeden büzülerek yatağa sokuldu. Dizlerini göğsüne çekti.

Her tarafı havanda dövülmüş gibi ağrıyordu. Memed, kendi kendine, içinden: “Oğlu olurum. Olurum işte. Anam arasın. Abdi Ağa arasın. Arasınlar işte. Kıyamete dek arasınlar. Dönmem işte, ” diyordu. Gün doğmadan iki saat önce, her gün çifte gittiği vakitte sıçrayarak uyandı. Yataktan çıktı, dışarıya gitti. Uykulu uykulu dışarıda işedikten sonra, kendine geldi. Dünkü geceyi, ak sakallı Süleymanı hatırladı. “Süleymanın evi, ” dedi içinden. “O köye gidip de ne yapacağım? Süleyman Emmimin oğlu olurum. Burada kalırım.

Dönmem işte.” Dışarının ayazından üşüdü. Geldi yatağına girdi. Dizlerini gene göğsüne dayadı. Yatak ısındı. Bugün, gün doğuncaya kadar uyuyacağını biliyordu. Derken kendinden geçti. Sabah ayazının üstüne gün doğdu. Ana, ocaktan çorbayı indirdi. Çorba sıcak, tatlı tatlı ocağın kıyısında tüttü. Oğul, çoktan çifte gitmişti. Süleyman da semerin başına oturmuş, akşamki bıraktığı yerden yapmaya başlamıştı. Kadın: “Süleyman, ” diye çağırdı, “çorba soğuyor. Gel de iç!” Süleyman: “Misafir kalktı mı?” 21 Kadın: “Sabi çocuk, ” dedi. “Fıkara çok yorulmuş dün herhalde.

Sayıklayıp duruyor.” Süleyman: “Uyandırma fıkarayı. Dün hep kaçmış. Yüzünden belliydi.” Kadın: “Neden kaçmış ola?” diye sorunca… Süleyman: “Çok, çok sıkıştırmışlar, ” diye cevap verdi. Kadın: “Yazık, ” dedi. “Ne de güzel çocuk. Dinsizler ne istersiniz parmak kadar çocuktan?” Süleyman: “Canı istediği kadar kalsın evde.” Bu sırada Memed gerinerek uyandı. Gözlerini iyice iki eliyle ovduktan sonra ocaklıktan tarafa bakındı. Ağzı açık tenceredeki çorba usuldan usuldan buğulanıyordu. Başını dışarıya çevirdi. Kapıdan içeri bıçakla kesilmiş gibi bir güneş şeridi uzanıyordu. Hemen yerinden sıçradı. Süleyman Memedin telaşını görünce: “Korkma, yavrum, ” dedi.

“Zararı yok. Uyu.” Memed döndü, ocaklıktaki bakır ibriği aldı dışarı çıktı. Yüzünü bol suyla yıkadıktan sonra Süleymanın başına dikildi, onun semer onarmasını seyre başladı. Kadın: “Gelin de çorbanızı için. Çorba soğudu, ” diye tekrar çağırdı. Süleyman semerin başından üstünü çırparak kalktı. Memede bir göz kırptı gülümseyerek: “Yürü çorbamızı içelim.” Çorba, sütlü bulgur çorbasıydı. Süt kokusu bulgur kokusuna karışınca, bir hoş koku meydana getiriyordu. Tahta kaşıklarla çorbayı içtiler. Çorba Memedin çok hoşuna gitti. “Oğlu olacağım işte, ” dedi. Süleyman yapıp bitirdiği semerin içine kuru ot basıyordu. Ot, yaşlı, uzun parmaklarının arasından kayıyordu.

22 Güz güneşi bütün parlaklığıyla dünyayı doldurmuştu. Kurumuş ottan ince, altın bir toz çıkıyordu Süleyman karıştırdıkça. Toz güneşin altında parça parça yayılarak dört bir yana uçuşuyordu. Süleyman: “Çok mu sıkıştırdı seni Abdi Ağa?” diye sordu. Memed böyle bir soruyu beklemiyordu. Kendini toparladı: “Beni, ” dedi, “döve döve öldürürdü. Hem çift sürdürürdü çakırdikenlikte yalınayak. O da ayazda. Hem öldürürdü. Birinde beni bir dövdü, bir dövdü… Bir ay yataktan kalkamadım. Herkesi döver ya, beni çok döver. Anam diyor ki, Sarı Hocanın muskası olmasaymış, ben ölürmüşüm…” Süleyman: “Demek burada kalacaksın gayrı?” Memed: “Ne işim var, ” dedi, “o köyde? Buradan, on beş gün öte-deymiş. Denizi varmış, bana ne! Çakırdikeni yokmuş, burada da yok. Ben burada kalırım. Beni burada kimse bulamaz öyle değil mi? Değirmenoluk köyü çok ötelerde kaldı öyle mi? Kimse bulamaz değil mi?” Süleyman: “Ula, ” dedi, “deli deyyus, ahacık Değirmenoluk köyü şu dağın arkacığında.

Geldiğin yolu bilmiyor musun?” Memed, hayretler içinde donup kaldı. Gözleri kocaman kocaman açıldı. Sonra terledi. Teri oluk oluk akıyordu. Bütün umutları suya düşmüştü. Bir şeyler söyleyecek oldu. yutkundu. Havada kartallar dönüyordu. Gözleri onlara takıldı. Süley-mana biraz daha sokuldu: “Ben, ” dedi, “o köye gitsem de o adamın oğlu olsam. Beni burada bulursa Abdi Ağa öldürür.” Süleyman: “Git o köye de, git o adamın oğlu ol, ” diye serzenişte bulundu. Memed: “Ben senin oğlun olsam ne iyi olurdu, ” diye yaltaklandı. “Ne iyi olurdu ama…” Süleyman: 23 “Aması ne?…” diye sordu. Memed: “Beni bulursa… Allah var demez… Kıyık kıyık kıyar beni.

” Süleyman: “Ne gelir elden?” diye başını tezgahtan kaldırdı. Memedin yüzüne baktı. Memedin yüzü buruşmuş, yaprak gibi olmuştu. Koca gözleri sönmüş. Tüm ışığını yitirmiş gibi. Memed, Süleymanın kendisine baktığını fark edince biraz daha yanma sokuldu elinden tuttu: “Nolursun?” diye gözlerinin içine bütün arzusunu toplayıp baktı. Öteki: “Korkma, ” dedi. Memed, acı acı, bir sevinç, bir korkuyla karmakarışık güldü. Sonra Süleyman işini bitirdi ayağa kalktı. Memede dedi ki: “Bre Ğnce Memed, benim işim var şu karşıki evde. Oraya gitmeliyim. Sen, ne istersen onu yap. Gez köyün içini.” Memed ondan ayrılıp köyün içine daldı. Bu, yirmi, yirmi beş evlik bir köydü.

Evleri ham toprakla yapılmıştı. Biçimsiz, üst üste, gelişigüzel konmuş taşlarla yapılmıştı. Ham toprak… Yükseklikleri yerden bir metre… Köyü bir uçtan bir uca dolaştı. Çocuklar bir gübreliğin üstünde köküç oynuyorlardı. Kadınlar gördü. Evlerinin günden yanma, duldaya oturmuşlar çıkrık eğiriyorlardı. Bir tek de köpek gördü. Kuyruğunu iki patancınm arasına kıstırmış, korka korka bir duvarın dibinden yürüyordu. Bu köyün her bir tarafını gübre almış. Akşama kadar köyü ev ev dolaştı. Hiç kimse ona, nereden gelip, nereye gidiyorsun demedi. Kendi köyleri olsa, bir yabancı görseler, bütün çocuklar başına toplanırlardı. Bu köy, bir başka köy… Ğşte, bu, zoruna gitti. Eve gelince Süleymanı karşısında buldu. Süleyman: “Bre Ğnce Memed, ” dedi, “hiç uğramadın eve.

Ne var, ne yok?” “Ğyilik, ” dedi. Bundan sonra Memed, köyün içini birkaç gün daha gezdi. Birkaç çocukla arkadaş oldu. Köküç oynadı. Üstüne köküç oy24 nayan çıkmadı. Ama Memed, bu hüneriyle övünmedi. Başka bir çocuk olsaydı Memedin yerinde, övünmesinden geçilmezdi. O, çocuk işi der gibi, omuz silkti. Bu sebeptendir ki, Memedin onları yenisi, çocukların zoruna gitmedi. Sonra, Toroslarm güz yağmurları başladı. Güz yaprakları nasıl düşer. Toros yağmurları da öyle kocaman taneli düşer. Gök gürlüyordu. Köyün üst başındaki dağdan, düzlüğe doğru taşlar yuvarlanıyordu. Dağ ormanlıktı.

Ğri ağaçları vardı. Orman, üst üste. Sıktı. Memed, bir gün Süleymana geldi dedi ki: “Süleyman Emmi, böyle dur dur ne olacak? Benim canım sıkılıyor. Boşuna da ekmek yiyorum.” Süleyman: “Dur hele. Acelen ne? Sana da iş bulunur bre Ğnce Memed.” Birkaç gün yağmur ara verdi. Islak taşların, kayaların, ağaçların, toprağın üstünde güneş parlıyordu. Ortalık usuldan da buğulanıyordu. Bir de köyün içinden buğuyla birlikte gübre kokusu geliyordu. Bazı bazı da güneşi bulutlar örtüyordu. Gümüşi bulutlar… Ğnce Memed, evin kapısındaki bir taşın üstüne oturmuş, Süleymanın kendisi için ham gönden diktiği çarığı ayaklarına giyiyordu. Çarık ıslaktı. Çarığın üstünde mor tüyler de vardı.

Tüylerden bunun bir tosun derisi olduğu anlaşılıyordu. Çarıktan dolayı sevinçten uçuyordu Ğnce Memed. Süleyman geldi Ğnce Memedin başucuna dikildi. Çarığı bağlayışını seyrediyordu. Memedin elleri, çarık bağlamaya alışkın eller… Öyle gösteriyor. Kaytanları taktı taktı, getirdi arkadan düğümledi. Süleyman: “Bre Ğnce Memed, ” dedi, “sen çarık bağlamakta ustaymış-sm.” Ğnce Memed başını kaldırıp gülümsedi: “Ben çarık bile dikerim Süleyman Emmi, ” dedi. “Ama sen iyi dikmişsin bunu.” Ğnce Memed, ayağa kalktı. Şöyle bir iki kere kuvvetlice bastı. On, on beş adım yürüdü. Geri geldi. Biraz daha yürüye25 rek çarıklarına baktı. Hayrandı.

Geldi Süleymanın karşısına durdu: “Ayağıma iyi oturdu, ” dedi. Yola düştüler. Yolda, Ğnce Memedin gözleri hep çarıklarda. Bazı çabuk çabuk yürüyor, bazı duruyor inceden inceye tetkik ediyordu. Bazı bazı da eğilip çarığın tüylerini okşuyor. Süleyman, Memedin bu sevincine ortak oluyor. Memnun oluyor. “Sanırsam hoşuna gitti Memed?” Memed: “Ğyi oturdu ayağıma. Severim böyle çarıkları, ” diye cevap verdi. Süleyman: “Bak, ” dedi, “Ğnce Memed, o köye gideydin, sana böyle çarığı kimse dikemezdi.” Memed: “O köyde ayakkabı giymezler mi?” diye yan saf, yan itçe-sine sordu. Süleyman, itlik mi, değil mi kavrayamadı: “Giyerler ya, çarık giymezler.” Memed: “Anladım, ” dedi. Yürüye yürüye köyün dışına çıktılar. Memed, birden ferahladı. Tarlalar, ta öteki dağın dibine kadar uzanıyordu. Bu tarlalarda da iş yoktu. Çakırdikeni yoktu ama, gene de iş yoktu. Bu tarlalar, taşlı tarlalar… Memed, bir ara durdu sordu: “Böyle nereye gidiyoruz Süleyman Emmi?” Süleyman: “Gezmeye çıktık, ” dedi. Memed üstelemedi. Yürüdüler. Memedin yeni çarıklarına çamur sıvandı, Memed, içinden, çarıklara bulaşan çamura küfretti. Köy, uzaklarda kaldı. Köyden, bir iki dumandan başka hiçbir şey gözükmüyordu. Süleyman: “Beni dinle Ğnce Memed, ” dedi. “Ğşte buralarda otlatırsın 26 keçileri. Ta şu ötelere de gidebilirsin. Yalnız şu kınalı tepenin ardına geçme. O taraf sizin köy, seni alır götürürler.” “Gitmem, ” dedi. “Ğyi ki söyledin.” Süleyman: “Haydi dönelim, ” dedi. Döndüler. Gökteki bulutlar bembeyazdı. Harman yerleri koyu yeşil birer daire halinde taşlı tarlalara serpilmişti. Uzun otlara yapışmış tek tük sümüklüböcek görülüyordu. Süleyman: “Bre Ğnce Memed, ” dedi, “çok mu sıkıştırdı keçi sakallı Abdi seni?” Memed durdu. Süleyman da durdu. Memed, yeni çarıklarına bir göz daha attı. Süleyman: “Şuraya oturalım.” Memed: “Oturalım, ” dedi. Sonra da başladı anlatmaya: “Bak sana deyim Süleyman Emmi, babam öleli var ya, elimizde nemiz var, nemiz yoksa hepiciğini almış Abdi Ağa. Anam bir laf söylese döve döve öldürür. Beni de tutar kolumdan yere çakar. Beni birinde iki gün ağaca bağladı. Bıraktı gitti yazının ortasında. Yaa, orada, ağaca iki gün sarılı kaldım da anam geldi açtı. Anam olmasaydı beni kurtlar parçalardı orada.” Süleyman içini çekti: “Demek böyle senin işler Ğnce Memed?” dedi kalktı. Arkasından Memed de kalktı. Süleyman: “Dediğim gibi eyle Ğnce Memed. O kınalı tepenin arkasına geçme. Birisi görür, haber verir keçi sakallı Abdiye, seni alır götürürler.” Memed: “Tövbeler olsun, ” dedi. Ertesi sabah, Memed çok erken uyandı, yataktan kalktı. Hemen dışarıya fırladı. Şafağın yeri usul usul ağarıyordu. Süleymanın yatağına gitti. Horultuyla uyuyordu. Dürterek Süley-manı uyandırdı. 27 Süleyman uykulu uykulu: “Ne o? Sen misin Ğnce Memed?” diye sordu yavaştan. Memed: “Benim, ” dedi iftiharla. Sonra da ekledi: “Vakit geç. Ben keçileri süreceğim.” Süleyman hemen kalktı. Gözleriyle karısını araştırdı. Kan çoktandır kalkmış inek sağıyordu dışarda. Karısına seslendi: “Çabuk Ğnce Memedin azığını hazırlayın.” Kadın sütlü ellerini büyük bir tencerede yıkarken: “Kalsın, ” dedi, “gerisini de akşam sağarım.” Azığı, el değer etek değmez, hazırlayıverdi. Ocakta kaynamakta olan çorbadan da çorba koydu Memedin önüne. Memed, çorbayı bir anda sümürdü. Gözle kaş arası azığı beline bağladı, keçileri önüne kattı. Başından yağlanmış, eski şapkasını çıkardı keçilerin üstüne doğru fırlattı: “Alloooş bre, ” dedi. “Yaşasın.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. bu site harika aradığım kitaplar çok güzel anlatılmış indirirken de sıkıntı yaşamadım kitap lazımsa burayı ziyaret edebilirsiniz