Vladimir Nabokov – Edebiyat Dersleri

MADAME BOVARY  Şimdi, bir başyapıtın bir peri masalının tadını çıkarmaya girişiyoruz. Madame Bovary, bu dizideki peri masalları arasında en romantik olanıdır. Biçem açısından, şiirden beklenen etkiyi düzyazıda yaratır. Çocuğa bir öykü okursunuz, çocuk size ‘gerçekten olmuş mu’ diye sorar. Gerçek değilse, çocuk ısrarla gerçek bir öykü ister sizden. Elbette, biri kalkar da size, Mr. Smith biraz önce hızla geçip giden küçük, yeşil pilotlu mavi bir uçan daire görmüş derse; o zaman gerçek mi diye sorarsınız. Çünkü bunun gerçek olması, şu ya da bu biçimde yaşamımızı etkileyecek, pratik yaşamla ilgili sayısız sonuçlar doğuracaktır. Ama bir roman ya da şiir için ‘gerçekten olmuş mu?’ diye sormayın ne olur. Kendimizi aldatmayalım; unutmayın ki edebiyatın hiçbir pratik değeri yoktur, meğer ki çok kuraldışı bir durum söz konusu olsun da adamın biri kalkıp, onca meslek dururken, ‘edebiyat profesörü olacağım’ diye tuttursun. Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı: Madame Bovary kitabı ise sonsuza dek yaşayacak. Kitaplar kızlardan çok daha uzun ömürlüdür. Kitap evlilik dışı ilişkileri ele alıyor ve zamanında o tutucu, philistine III. Napoleon yönetimini dehşete düşüren durumlar ve anıştırmalar içeriyor. Hatta bu roman müstehcen bulunarak mahkeme önüne çıkarılmış.


Düşünün bir kere. Sanki bir sanatçının yapıtı ‘müstehcen’ olabilirmiş gibi. Davayı Flaubert’in kazandığını söylemekten mutluluk duyuyorum. Bunlar yüz yıl önceymiş. Bizim zamanımızda, bizim yaşadığımız günlerde ise… Neyse, ben konudan uzaklaşmayayım. Madame Bovary’yi Flaubert’in gönlüne göre tartışacağız: yapılar, (o mouvements, — muvmanlar ya da devinimler— demişti buna), izleksel çizgiler ve roman kişileri açısından. Roman, her biri onar sayfa uzunluğunda otuzbeş bölümden oluşmakta, sırasıyla Rouen ve Tostes’da, Yonville’de, Yonville ve Rouen’da ve gene Yonville’de geçmektedir. Kuzey Fransa’da bir katedral kenti olan Rouen dışında bütün bu yerler uydurmadır. Kitaptaki olayların 1830’larda, 1840’larda, Kral Louis Philippe’in (1830 1848) yönetimi sırasında geçmekte olduğunu varsayacağız. I. Bölüm 1827 kışında başlar ve bir çeşit sonsözde, kimi roman kişilerinin yaşamları getirilip, 1856’ya, yani III. Napoleon’a ve hatta Flaubert’in kitabı bitirdiği tarihe dayandırılır. Madame Bovary, Rouen yakınındaki Croisset’de 1851 Eylül’ünün 19’unda yazılmaya başlanmış, 1856 Nisan’ında tamamlanmış, Haziran’da yayımcıya gönderilmiş ve aynı yılın sonlarına doğru Revue de Paris’te tefrika edilmiştir. Flaubert 1853 yazında romanın ikinci bölümüne geldiğinde, Rouen’in yüz mil kuzeyindeki Boulogne’da Charles Dickens Bleak House’u (Yaslı Ev) bitirmektedir; bundan bir yıl önce Rusya’da Gogol ölmüş, Tolstoy ise ilk önemli yapıtı olan Çocukluk’u yayımlamıştır. İnsanoğlunu yoğurup ona biçim veren belli başlı üç güç vardır: kalıtım, çevre ve bilinmeyen ‘x’ faktörü.

Bunlardan İkincisi, yani ‘çevre’ en önemsiz olanı, ‘x’ faktörü ise en etkin olanıdır. Kitaplarda yaşayan kahramanlar sözkonusu olduğunda bu üç gücü de denetleyen, yönelten ve uygulayan elbette ki yazardır. Madame Bovary’nin içinde yaşadığı toplumsal çevre, tıpkı Madame Bovary’nin kendisi gibi, Flaubert tarafından, kendi amacına uygun biçimde yaratılmıştır; onun için, Flaubert toplumunun Flaubert kişisi üzerindeki etkilerinden dem vurmak kuyruğunu kovalayan köpek durumuna düşmektir. Kitabı ateşleyen ilk önemsiz dürtü ne olursa olsun, Flaubert Fransa’sındaki koşullar ya da Flaubert’in bunları yorumlayışı nasıl olursa olsun, kitapta olup bitenler yalnızca Flaubert’in zihninde olup bitmektedir. Emma Bovary’ye etki eden nesnel toplumsal koşulların belirleyiciliği üzerinde durmakta direnenlere karşı çıkmam bundan. Flaubert’in romanı insan yazgısının o pek duyarlı hesap cetvelini konu edinmektedir, toplumsal koşullandırmaların aritmetiğini değil. Madame Bovary romanındaki kahramanların çoğunun burjuva olduğu söylenir hep. Her şeyden önce, Flaubert’in burjuva sözcüğüne yüklediği anlamı açıklığa kavuşturalım. Kentte yaşayan anlamı dışında (Fransızca’da çoğunlukla bu anlamda kullanılır) burjuva, Flaubert’in sözlüğünde philistine, yani yaşamın maddi yönü ile ilgili ve yalnızca yerleşik geleneksel değerlere bağlı kişi demektir. O, burjuva nitelemesini hiçbir zaman Marksist anlamda kullanmaz. Flaubert’in burjuva’sı bir zihin durumudur, bir cüzdan durumu değil. Kitabımızın ünlü bir sahnesinde, patronu olan çiftçi için canı çıkıncaya kadar çalıştığı için madalya alan yaşlı bir köylü kadın, ona gülücükler yağdıran tuzu kuru burjuvalardan oluşan bir jüri önüne çıkar. Dikkat ederseniz, bu sahnede her iki taraf da philistine’dir, sırıtkan politikacılar da, boş inanları olan yaşlı kadın da — her iki taraf da Flaubertçi anlamıyla burjuvadır yani (…) Flaubert’in burjuva sözcüğünü kullanışına en iyi örnek Mösyö Homais’nin philistine davranışlarıdır. Daha iyi anlaşılsın diye ekleyeyim, Marx, Flaubert’e politik ekonomik anlamda burjuva derdi, Flaubert ise Marx’a tinsel-kültürel anlamda… Her ikisi de haklı olurdu, çünkü Flaubert gerçek yasamda varlıklı bir beyefendi idi, Marx ise sanatlara karşı olan tutumunda gerçek bir philistine… Burjuva Kral(le roi bourgeois) Louis Philippe’in 1830’dan 1848’e kadar süren krallığı, Napoleon’un yüzyıl başındaki delifişek imparatorluğu ve yüzyılımızın türlü karışıklıkları gözönünde tutulduğunda, hoş bir durgunluk içinde geçmiştir. 1840’larda «Guizot’nun buz gibi yönetimi altında Fransa tarihi pek olaysız seyretmiştir.

» Oysa «1847 yılı Fransız Hükümeti için kara haberler getirecektir; tedirginlik, yokluk, daha popüler ve parlak bir yönetime duyulan istek. Yüksek mevkilerde yolsuzluk ve yalan almış yürümüştür.» 1848 Şubat’ında bir ayaklanma olur. Louis Philippe «William Smith takma adıyla, onursuz bir krallığı bir kira arabasında onursuzca kaçarak noktalar» Œncyclopedia Britannica, 1879). Bu kadarcık tarih sokuyorum işin içine, çünkü faytonu ve şemsiyesiyle zavallı Louis Philippe’cik tam bir Flaubert kahramanıdır. Öte yanda, bir başka Flaubert kahramanı olan Charles Bovary, benim hesaplarıma göre 1815’de doğar; 1828’de okula başlar; 1835’de ‘sağlık memuru’ olur (doktorun bir altı) aynı yıl, ilk karısı dul Dubuc ile tıp öğrenimine başladığı Tostes’da evlenir. O ölünce 1838’de Emma Rouault’la (kitabın başkişisi) evlenir; 1840’da başka bir kente, Yonville’e yerleşir; 1846’da ikinci karısını da kaybettikten sonra 1847’ de, otuziki yaşında ölür. İşte size kitabın hap kadar ufaltılmış bir zamandizini. Birinci bölümde ilk izleksel çizgiyi yakalıyoruz: katlar ya da kat kat pasta izleği. 1828 sonbaharı; Charles onüç yaşındadır ve okula başladığı gün sınıfta şapkasını bir türlü dizlerinin üzerinden ayıramaz: Tüylü takke, pamuk takke, Lancer’ların şapka’sı, (bir çeşit yassı miğfer) yuvarlak şapka, samur kasket bozması bir şeydi bu, kısacası, sessiz çirkinliği budala yüzleri gibi derin anlamlar taşıyan zavallı nesnelerden biriydi. Yumurta biçimindeydi, balinalarla kabartılmıştı, halka biçiminde üç büklümle başlıyordu; sonra, kırmızı bir şeritle birbirinden ayrılan, kadifeden, tavşan tüyünden eşkenar dörtgenler yükseliyordu; arkasından karışık şeritlerden meydana gelmiş nakışlarla kaplı, kartonlu bir çokgenle biten bir çeşit torba geliyor, buradan da, pek ince bir uzun kaytanın ucunda, sırma tellerden bir küçük püskül sarkıyordu. Yeniydi; siperliği parlıyordu. (Bunu, Gogol’ün Ölü Canlarda, anlattığı Çiçikov’un yolculuk sandığı ve Korobaçka’nın arabası ile karşılaştırabiliriz — gene bir ‘katlar izleği’!). Burada ve üzerinde duracağımız öteki üç örnekte, görüntü kat kat, sıra sıra, oda oda, tabut tabut açılacak, gelişecektir. Yukarıdaki şapka pek acınası ve zevksiz bir şeydir; zavallı Charles’ın aynı derecede dokunaklı ve bayağı geleceğini özetler gibidir sanki.

Charles’ın ilk karısı ölür. 1838 Haziran’ında, yirmiüç yaşındayken, Charles ve Emma görkemli bir taşra düğünüyle evlenirler: kaçınılmaz olarak, kat kat bir pasta —gene pek zevksiz, pek zavallıca bir şey— sunulur çağrılılara. (Pasta yöreye yeni gelen bir pastacının elinden çıkmadır, bu yüzden de çok özenilmiştir). Altta, kemerleri, sıra sütunları, mermer tozu hamurundan heykelcikler ile bir tapınak gösteren, mavi kartondan [şapkanın bittiği yerden başlarız sanki: şapka karton bir kare ile bitmişti] bir kare vardı; sonra, ikinci katta, Savoie pastasından yapılmış, melek otundan, bademden, kuru üzümden, portakal dilimlerinden minik surlarla çevrili bir kale burcu vardı; daha sonra, yukarıda, üzerinde reçelden göller, fındık kabuğundan gemiler, kayalıklar bulunan bir yeşil çayırda, iki direği ucunda küreler yerine iki sahici gül tomurcuğu bulunan, çikolatadan bir salıncakta küçük bir Kupid 2 sallanıyordu. Buradaki reçelden göl yeni yeni tomurcuklanmaya başlayan vefasız eş Emma Bovary’nin, düşlerinde Lamârtine’in o sıralar pek moda olan lirik şiirlerine kulak vererek üzerlerinde süzüleceği romantik İsviçre göllerinin uğursuz bir minyatürüdür. Küçük Küpid’i sorarsanız ona da Emma’nın ikinci âşığı Leon’la buluştuğu Rouen’deki otel odasının döküntü görkemi içinde, bronz çalar saatin üzerinde yeniden rastlayacağız. Hâlâ 1838 Haziran’ında ama bu kez Tostes’dayız. Charles bu evde 1835 1836 kışından beri, önce ilk karısının 1837 Şubat’ındaki ölümüne kadar onunla, sonra da tek başına oturmuştur. O ve yeni karısı Emma, Yonville’e taşınmadan önce Tostes’da iki yıl(1840 Mart’ına kadar) geçireceklerdir. İlk kat: Evin tuğlalardan yapılmış ön duvarı, sokağın, daha doğrusu yolun tam hizasındaydı. [İkinci Kat:] Kapının ardında, küçük yakalı bir palto, bir gem, kara meşinden bir kasket asılı duruyordu, yerde, bir köşede de hâlâ kuru çamurla kaplı bir çift kalçın vardı. [Üçüncü Kat:] Salon, yani yemek yedikleri, oturdukları oda, sağdaydı. Üst yanında solgun çiçeklerden bir çelenk bulunan, kanarya sarısı bir kâğıt, iyi gerilmemiş bezinin üstünde baştan başa titriyordu; kırmızı bir şeritle çevrili, ak hassadan perdeler, pencereler boyunca kesişiyorlardı, şöminenin pervazı üzerinde, iki gümüş şamdan arasında, yumurta biçimi küreler altında, Hippocrate başlı bir duvar saati parıldıyordu. [Dördüncü Kat:] Koridorun öbür yanındaki oda Charles’ın muayene odasıydı, içinde bir masa, üç iskemle, bir koltuk vardı, aşağı yukarı altı ayak genişliğinde bir odaydı çam ağacından yapılmış bir kitaplığın alt katını, nerdeyse yalnızca, Tıp Bilimleri Sözlüğü’nün ciltleri süslüyordu, sayfaları kesilmemişti ama birbirini izleyen satışlarda kapakları pek yıpranmıştı. Muayene odasından hastaların öksürüşü, dertlerini anlatışları geldiği gibi, [Beşinci Kat:] salça kokuları da muayene sırasında duvarlardan geçiyordu: [Altıncı Kat:] Ondan sonra, [«venait ensuite», tıpkı şapkanın anlatılışındaki gibi] doğrudan doğruya ahırın bulunduğu avluya açılan, içinde bir fırın bulunan, şimdi odunluk, kiler, ambar işi gören, eski demirlerle, boş fıçılarla, kullanılmaz olmuş tarım araçlarıyla, ne işe yaradıkları anlaşılamayan bir sürü tozlu eşyalarla dolu, büyük, harap bir oda geliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir