Ahmet Tulgar – Cocuklar ve Canavarlari

– Nusret, tırnağım düşecek. – Yine çıkar. – Nusret, ilk kez tırnağım düşüyor benim. – Dikkat et de, son kez olsun. (Kafasını önündeki faturalardan kaldırmadı.) – Biliyor musun Nusret, ben bunu rüyamda görmüştüm. Uyandığımda hâlâ ağlıyordum. Ciğerim eziliyordu. Zaten ağlamaktan uyandım. – Ciğerin mi ezildi? Neden? Sana ne oluyor ki? – Nusret, parmağımı kapıya sıkıştırdığında da aynı öyle oldu. Ciğerim ezildi. – Mübalağa etme. – Beni bankaya veyahut vergi dairesine gönderdiğin zamanlarda da bir şeyler yaptığını biliyordum aslında. O paçavra ile. – Terbiyeni muhafaza edersen memnun olurum.


– Buna tahammül ederdim de Nusret, ben buradayken buna teşebbüs etmen. Hemen bir duvarın arkasında o kadın ile olman. Buna dayanamadım işte. – Onun için kapıya dayandın, öyle mi? Zuhal Hanım’ın içindeydim biliyor musun, sen açamayasın diye kapıya yaslanırken? Bunu mu duymak istiyorsun? Duy işte. Kapıya yaslanırken dibine kadar sokuyordum. Sen de parmağını geri çekilişlerimden birinde sıkıştırdın herhalde. Hadi, geçmiş olsun. – Nusret, ben işten ayrılmak istiyorum. – Öyle mi? Öyle mi? İşten mi ayrılmak istiyorsun? Kapı orada. (Kafasını hâlâ faturalardan kaldırmamıştı.) Dünya, âlemdeki çukura düşmüş bir topmuş Mahpusluğumun ilk aylarında gazete olsun okuyordum. Arkadaşlarım, onlardan da kaç kişi kaldıysa artık, herhalde burada ihtiyacım olacağını düşündükleri için kitap da gönderiyorlardı gerçi bana. Ama hiçbirinin bu kitapların kapağını dahi açmadığını biliyorum. Haliyle ben de açmadım. O ilk ayların sonunda gazete okurken de aynı şey olmaya başladığından beri dışarıda neler olup bittiğini sadece televizyondan öğreniyordum.

Aslında dışarıya ilişkin öğrendiğim bir şey de yoktu ya gazetelerden. Çünkü cezaevine girdikten bir süre sonra dışarısı diye bir yer de bitmişti benim için. Ama içerisi sürüyordu ve önemliydi. Sadece içerisi önemliydi artık. Sarp Kaya’nın da olduğu yer yani. Sarp benden şimdi yüzlerce kilometre uzakta olsa da, sanki içerilerin arasında bir dışarısı yokmuş gibi geliyordu bana. Birbirimizden uzakta olsak da aynı içerinin içerisindeydik sonunda. Sadece içerisi çok geniş olduğu için birbirimizi göremiyorduk. Mektuplaşacaktık. Mektuplaşmaya da başladık. Birine, bir eşe dosta, ahbaba hasret filan da duymuyordum ha. Hiç hasret çekmedim yani. Zaten mektupları yağıyordu sanki Sarp’ın. İçeride böyle oluyor. Her gün birbirine o kadar benziyor ki, orada zamanın akışının farkına varmıyorsun.

Farkına varmayınca da zaman çok hızlı geçiyor. Zamanın geçtiğini takvimden görüyorsun ama zaman öyle gözünün önünden geçmiyor. Zamanı göremeyince de işte zaman su gibi akıyor. Tuhaf ama kayalardan aşağı düşer gibi düşüyor. Zaman düşüyor resmen. Kıpırdamadan yattığımız, hareket etmediğimiz zamanlarda bile kayalardan aşağı düşüyor, yamaçlardan yuvarlanıyorduk sanki. Yatağımızdan hiç kalkmadan düşüyorduk. Yatağımızdan kalkmıyor ama bir yandan da düşüyorduk. Şimdi tuhaf geliyor. Kendimi zaman gibi hissediyordum. Sarp da öyle hissediyordu zaten. Mahkûm değdiğin nedir ki? Zamana dönüştürülmüş insan. İstikbal bizim için ileride bir yerde değildi yani. Aşağıda, zamanın çağıldadığı bir kayalığın dibindeydi. Zamanı görmüyordum, zaman gözümüzün önünde değildi ama zamanı duyuyordum: Bir uğultuydu.

Karanlıkta bir uğultuydu. Kulaklarımdaki uğultu yüzünden uyuyamadığım çok gece olmasına rağmen aylar ayları, yıllar yılları kovalıyordu. Çoktan alışmış olmam gerekirdi aslında kulaklarımdaki uğultuya. Bir çağlayanın yakınında kulübesi olan birine bakın, suyun sesini duymaz bile artık. Ama alışmak bir yana, ben kendimi bu uğultuyu duymaya zorluyordum. Zamanın sesinin de duyulmadığı, o sesi yitirdiğim zamanlarda çok korkuyordum. Görmüyor, duymuyordum zamanı. O zaman da işte, zaman geçmez diye çok korkuyordum. Zaman geçmezse ben düşmem, o da düşmez, onun mektubunda tarif ettiği gibi bir kayalığın dibinde kanımız karışmazdı ama bir yandan da. Öyle de, zaman bu kadar hızlı geçtikçe bir yandan da emindim çok sürmeden ikimizin de kayalıklardan düşüp parçalanacağına. Parçalarımızı birbirinden ayırma zahmetine katlanmayıp bizi aynı mezara atarlardı. Bunu temenni etmeme de şaşırıyordum. Böyle ölüm tasvirleri yaptığı mektuplarını okurken huzur bulmam sizce de şaşırtıcı, değil mi? Sarp’a 11 yıl önce, “istese de istemese de aynı çukurda çürüdüğümüzü” söylemiştim. Ben mi söylemiştim? Yoksa bunu bana Sarp mı söylemişti? Her neyse, ikimiz de aynı çukurda çürüdüğümüze göre kimin söylediği önemli değildi artık. Sizi zaten hiç ilgilendirmiyordur bu lafı hangimizin önce ettiği, kimin söylediği.

Çünkü siz de bizimle aynı çukurda çürüdüğünüz halde çürümediğinizi, tam tersine yaşadığınızı sanıyorsunuz. Değil mi? İyi, iyi, öyle sanın. Halbuki ne kadar yanılıyorsunuz. Üzerinde durduğunuz bu yeri, yerkürede bir yükselti, üstü açık bir yüzey, önü, arkası açık, ama altı kapalı bir yüzey olarak gördüğünüz sürece yalanların en büyüğüne inanıyorsunuz demektir. Dünya, âlemdeki çukura düşmüş bir toptur. Dünya, Âlemin Efendisi’nin bu çukurun içine attığı bir küre. Bu âlemde dünyadan başka bir dünya olmadığı için de âlemin en dibine kadar hiçbir şeye çarpmadan düşmüş. Âlemin Efendisi günahla ağırlaşmış bu topu yukarıya çekme zahmetine katlanmaz bundan böyle. Katlanmayacak bence. Yukarısı ferah oysa, biliyorum. Namaz kılarken secde ettiğimde, seccadeye başımı koyduğumda aşağıyı değil yukarıyı görüyorum, biliyor musunuz? Ben gözlerim açık secde ediyorum nicedir. Eskiden böyle değildi. Altı üstü, iyiydim her şeye rağmen orada, içeride yani. Tek sorunum Sarp Kaya’nın tek bir kitabını bile hâlâ okumaya başlayamamış olmamdı. Bunu sorun ediyordum.

O kanlı balta elimde, salondaki bir koltuğa çöküp kaldığımda bir şeye yoğunlaşmam gerekmişti. Bir şeye yoğunlaşmayı ilk defa bu kadar istiyordum. Artık bir şeye yoğunlaşabileceğimi de ilk defa bu kadar kesin biliyordum. Onun için hadi yoğunlaşayım dediğim anda da, önceleri yoğunlaşma gibi bir ihtiyaç hissetmediğim ve yoğunlaşamayacağımı düşündüğüm için varlıklarını bildiğim halde elime almadığım kitapları hatırladım. Ama sonra baktım, gerek yoktu. Başka bir şey yapmayacaktım o gece artık. Çok rahatlamıştım. Evde kitap aramadım, vazgeçtim. Ama işte burada artık yoğunlaşmam şart olduğu ve yoğunlaşmamı kimse engelleyemeyeceği halde hâlâ kitap okumaktan kaçınıyorum. Hele onun kitaplarından iyice. Sarp ile tanışıp da konuşmaya başlamamızın belli bir aşamasında edebiyatın gücüne beni öylesine inandırdı ki, kitaplara, bütün kitaplara daha kafadan saygı duymaya başladım. Eskiden sadece Kuranıkerim’e saygı duyardım. Bunda hem bana özel olarak anlattıkları hem de sorgu ekibimize verdiği cevaplar ve el yazısıyla yazdığı o uzun ifade etkili olmuş olmalıydı. Aklımı karıştıra karıştıra kafamı öyle çalıştırdı ki yani, her yazar bana emir verecek bir amirimmiş gibi, her kitap da içinde emirler, talimatlar gizlenmiş bir iç hizmet kitabı gibi gelmeye başlamıştı bana. Kutsal Kitap değil tabii, tabii, hâşâ.

Kutsal kitabım Kuranıkerim. Onu da okumadım ya gerçi. Bu gidişle de okuyamayacağım herhalde. Ama Kuran’ın emirlerine uydum mümkün mertebe. Uymaya çalıştım yani. Şimdi ise sanki her kitabın içinde uymam gereken emirler, tavsiyeler yazılıymış gibi geliyordu işte. Üstelik okumadan bilemeyeceğim, kimsenin bana aktarmadığı emirler. Mahpusluğumun ilk birkaç ayında gazete okurken, aslında sadece edebiyatın değil, belki yazının da, evet, evet, düpedüz yazının da böyle bir gücü olduğunu fark etmeye başlamıştım ya. Özellikle cinayet haberlerini okurken, ama mesela Irak’taki savaşla ilgili bir haberi de okurken orada ne yazılıysa aynısını ben de yapmak istiyordum. Yani yapmam gerekirmiş gibi geliyordu. Ne kadar çok şey yapmamış olduğumu fark etmiştim bütün o yıllar boyunca. Sarp Kaya bana bunu fark ettirmişti ve şimdi de artık bir kere yapmıştım ya, hep yapmam gerekiyormuş gibi geliyordu yani. Yani yazılı olunca, yapacaksın. Ama içeride kalkıp çoluğunu çocuğunu, kaynananı kurşuna dizemezsin herhalde ya da bomba yüklü bir araçla bir karakola kafadan giremezsin, değil mi? Hayır işte. Mümkünmüş.

Mümkün olmadığı için mümkünmüş. Okuyunca mümkün oluyormuş, çünkü mümkün değilmiş. Yani benim için mümkün oluyordu valla. Mahpusluğumun ilk birkaç ayının sonuna doğru bunu iyiden iyiye gördüm. Yazının gücü korkutucuydu. Bir gün bütün ailesini kurşuna dizen bir polis, bazen bir intihar bombacısı oluyordum yani. Sadece onlar değil, başbakan da oluyordum, genelkurmay başkanı oluyordum, ki onlar da sık sık katil oluyordu. Ben onlar olunca onlar katil oluyordu. Hem de defaatle katil. Yazılı emirlerle. Bir keresinde bir bilimadamı olarak katil oldum. Şarkıcının, türkücünün katilini hiç sevmem, onu bile oldum. Şarkıcı, türkücü taifesi fenadır, beterdir. Ama onlar katil olduğunda bunu da oluyordum. Okudukça hepsi ben oluyordum artık.

Acı, pişmanlık, vicdan azabı ya da hırs, sevinç, mutluluk filan duymuyordum ama sonra. O olduğum kişiler ne duyuyorsa ben de aynısını duymuyordum yani. Sonrası beni ilgilendirmiyordu, yani o oluşun sonrası. Sadece o olup, o olarak geçiyordum bir başka habere, bir başka sayfaya. Her bir sonraki haberi bir başkası olarak okuyordum artık. Ve o zaman kimse olmadığımı, herhangi bir kimse olmadığım için de bu çukurda benden başka herhangi bir kimse, yani kimse olmadığını düşünüyordum. Bunun nasıl bir yalnızlık olduğunu takdir edersiniz. İşte o zamanlar Sarp’ı nasıl özlüyordum, bir bilseniz. Ve nasıl korkuyordum bu gidişle, bu oluşlar yüzünden, bu bende oluşan yüzlerden, binbir yüz yüzünden beni bir gün tanıyamamasından. Benim de durmaksızın başkası olmam yüzünden onu tanıyamamaktan, bütün şöhretine rağmen bir gün onu tanıyamayan biri olmaktan. Nasıl korkuyordum. Bir mektubunda empati duygusundan bahsetmişti bana. Okuya okuya bu duygumu geliştireceğimi söylemişti. İstemedim ama ben, acı öyle çoktu ki, istemedim daha fazlasını öğrenmeyi, bilmeyi. Oluşun sonrasından korktum.

Yapmadım. Ama en büyük korkuyu bir gazetede onunla ilgili bir yazı okuduğumda yaşadım. Korku değildi, resmen dehşetti. Yalnızlığın bu kadar dehşet verici bir şey olabileceğini bilemezdim. Gazetede onun 11 yıl önceki bir fotoğrafını gördüm önce. Hemen altındaki yazıyı okudum sonra da. “Cezaevindeki yazara bir ödül daha” diyordu haberde. Sarp 11 yıl önce yazdığı romanı için yurtdışından ödül almıştı. Haberde bu yazılıydı. Hemen ona dönüşmeye başladım. Haberi okur okumaz. Hemen o oldum. Onun kadar sevindim. Onun kadar umursamadım. Cezaevi müdürünün odasında ödülü kabul ettim.

Bir sevinip bir üzülüp bir hiçbir şey hissetmeyerek koğuşa döndüm. Yazının, edebiyatın ve yazarlığın önemini hissettim. Ölümsüzlüğü hissettim. Tuhaf, resmen ölümsüzlüğü hissettim. Ve o zaman işte, ilk defa bir oluşun sonrasının da olduğunu hissettim. Üstelik de ölümsüzlük gibi bir sonrasının. Sonrası, sonraki saatler vahimdi. Onu hiç tanımamış olmaktan, onun ben olduğundan, ben de durmaksızın bir başkası olduğum için o olarak kalamayacağımdan, onu hepten kaybettiğimden korktum. Sonra düşündüm: En iyi ihtimalle ben bir gün, ecelimle ölecektim. Ama onun romanlarına ödül vermeyi sürdürecekti birileri, vakıflar, dernekler filan yani. O ölümsüz olacaktı. Ben unutulacaktım, o ise unutulmayacaktı. Unutulmayınca da hâlâ yaşıyor olacaktı. Teklifindeki riyakârlık işte tam burada gizliydi. Ama mektupları da tam o gün yağmaya başladı da işte, bu korkularımdan ve kaygılarımdan kurtuldum neyse.

Mektuplarını ben kalarak okuyabiliyordum çünkü. Bir tek onun mektuplarını okurken – mektuplar bana hitaben yazıldığı ve bana gönderildiği için onları okurken ben kalabiliyordum yani haliyle. Ben olmak istediğim her defasında hâlâ bu mektupları okurum. Yazı gibi değil onlar. Bir tek onlar, onun mektupları bana emirler yağdırmıyor yani. Bir tek onlar bana talimat vermiyor. Bir tek onlar beni, kimliğimi, kişiliğimi değiştirmiyor, değiştirmiyordu. Öylesine akıyordu yani yazdıkları mektuplarında. Öylesine dolduruyordu âlemin çukurunu azar azar da olsa onun sözleri, cümleleri. Hâlâ da öyle. Onun mektuplarını okurken, bir kayalığın dibinde birbirimize tutunmuş, üzerimize şiddetle düşen zaman çağlayanının sularıyla boğulmamıza ramak kalmış gibi oluyordu. Hâlâ da öyle oluyor. Cebimde hâlâ onun mektupları yani. Aczevinin, bu âcizler evinin, hadi adını da söyleyeyim, Darülaceze yönetiminden kaçırıyorum şimdi de onun mektuplarını, bir zamanlar nakillerde cezaevi yönetimlerinden kaçırdığım gibi. Tıkanıyordum resmen, onun su gibi akan mektuplarını okurken.

Tıkandıkça huzurla doluyordu içim. Boşa çürümeyecekmişiz, boşa çürümüş olmayacakmışız gibi geliyordu bu yeraltı mağarasında, bu çukurda. Hâlâ. Of… Ölümsüz olmadığımıza bir kez daha inanıyordum onun mektuplarını okurken. Ruhum huzura kavuşuyordu yazarların da ölümlü olduğuna inandıkça. Onun mektuplarını okudukça, okuyup da bana hiçbir şey olmadıkça, ben hiç kimse olmadıkça onun da ölümlü olduğuna inanıyordum. Yalnızlık duygusundan kurtulmuş, yan dönüyordum yatağımda. Hâlâ öyle. Hâlâ aynı sorulara cevap arıyorum işte ben: Onun da aynı günün sabahında aynısını yapacağına inandığım oldu mu hiç? İnandığım halde korktum mu? Ben bir korkak mıyım? Canı bu kadar tatlı bir korkak ki, onca yıldır katlanıyorum bu yaşadıklarıma, değil mi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir