Alberto Manguel – Kelimeler Şehri

“Bu soruyu her yönüyle parça parça, bağımsız bölümler halinde ele alacağım, çünkü bir bilgi alanından diğerine geçiş okuma keyfin i ve şevkini körükler. Kitabımın bölümlerini kesintisiz bir metin olarak ve her seferinde seçtiğim konuyu tüketerek yazmaya kalkışsaydım, şüphesiz daha bütünlüklü, daha ayrıntılı ve daha soylu bir hal alacaklardı. Ancak ben uzun metinlerden korkarım ve sen, okur, gelişigüzel birkaç detayla bütünü kavrayacak ve başlangıcı öğrenerek sonu bilecek kadar saygın ve muktedirsin.” – El-Cahiz, Kitabü’l-Hayavan, IX. yüzyıl. Geçen yüzyıldaki iki dünya savaşının ardından, ülkeleri birleştirme ve ayırma faaliyetleri iki karşıt eğilim doğurdu. Biri toplum kavramını genişletmek, milletlerin bir araya gelişi kisvesi altında, başkalaşmış bir emperyalist modele dönmek ve bir primo inter pares’i [eşitler arasında önde gelen] olmayan bu yamalı bohçaya Batı Dünyası, Arap Birliği, Afrika Birliği Örgütü ya da Pasifik Kıyısı Ülkeleri, Güney Konisi ya da Avrupa Birliği gibi adlardan birini vermekti. Diğeriyse eskil etnik ya da dini kökenlere dayanarak toplumu aile, olmazsa da kavim temeli üzerinden asgari bir ortak paydaya indirgemekti: Transdinyester, Bask Bölgesi, Quebec, Şii ya da Sünni topluluklar veya Kosova gibi. İster birleşik ister tekil olsun, her iki durumda da, tasarlayarak var ettiğimiz her toplum kendini tammlamak için kendisinin girift ve çok yönlü bir tasavvuru kadar, bir başkasıyla karşıtlık ilişki­ sine de ihtiyaç duyar. Her sınır içeriye aldığı kadar da dışarıda bırakır ve ulusun bu ardışık yeniden tanımlamaları, birbirleriyle örtüşmek ya da kesişmek suretiyle, kümeler kuramındaki dairelerle aynı işi görür. Bireysel ve toplumsal kimlik kavramı, uyruk ve küreselleşme tanımları arasında, yerel bağlılıklar ve seçilmiş ya da mecburi göç arasında sıkışıp kalarak dağıldı, belirsizleşti. Bu sonsuz çözülüm süreci içinde, tek başımıza ya da topluluklar olarak hangi ismi takınıyoruz? Başkalarıyla etkileşimimiz bizi ve komşularımızı nasıl tanımlıyor? Toplum içinde yaşamanın sonuçları, tehlikeleri ve sorumlulukları nelerdir? Birbirimizle iletişim kurmamızı olanaklı kılması gereken konuştuğumuz dile neler oluyor? Aslına bakılırsa, neden bir aradayız? Birkaç yıl önceki Massey Konferanslarında ilerleme mefhumu üzerine parlak düşüncelerini dile getirmiş olan Ronald Wright, kendisine konuşmalarımın muhtemel başlığının “Neden bir aradayız?” olduğunu söylediğimde bana, “Başka seçeneğimiz var mı?” yanıtını vermişti. Elbette başka seçenek diye bir şey yok. Öyle ya da böyle, bizler birlikte yaşama görevine mahkûm olmuş ya da başka bir deyişle bu sorumlulukla kutsanmış toplumsal hayvanlarız. Sorduğum soru aracılığıyla, başka bir seçenek olduğunu ima etmeye çalışmıyordum.


Tersine, birlikteliğin yararlarının ve felaketlerinin neler olabileceğini ve birliktelik tahayyülünü kelimelere ne şekilde dökebileceğimizi öğrenmek istiyordum. Bir sorudan çok bir sorular zinciri, bir iddiadan çok bir dizi gözlem diyebileceğimiz bu konuşmaların konusu, aslen bir şaşkınlığın itirafıdır. Sayısız alandaki -antropoloji, etnoloji, sosyoloji, ekonomi, siyaset bilimi ve birçok diğerleri- cahilliğimin yıllar içinde giderek daha da arttığını keşfettim. Aynı zamanda, hayat boyu süren gelişigüzel okumalar yapma alışkanlığımdan geriye, sayfalarında düşüncelerimin başkalarının kelimeleriyle dile gelmiş hallerini bulduğum bir okuma defteri kalmıştı. Hikâye anlatırken biraz daha rahatım, bilimsel formülasyonlardan farklı olarak, hikâyeler kesin ve net yanıtlar beklemedikleri (aslında onlara karşı oldukları) için, çözümler ya da tavsiyeler sunmaya zorlandığımı hissetmeden bu alanda istediğim gibi dolaşabilirim. Belki de bundan dolayı, bu konuşmaların tatmin etmeyen bir yönü olabilir; çünkü nihayetinde, sorularım soru olarak kalmalılar. Niçin kimliğin tanımlarını kelimelerde arıyoruz ve böylesi bir arayışta hikâye anlatıcısının rolü nedir? Dil, dünya tahayyülümüzü ne şekilde belirliyor, sınırlandırıyor ya da genişletiyor? Anlattığımız hikâyeler kendimizi ve başkalarını algılayışımıza nasıl yardımcı oluyor? Böylesi hikâyeler, bütün bir topluma, doğru ya da yanlış, bir kimlik ödünç verebilir mi? Son olarak, hikâyelerin bizi ve içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmesi mümkün müdür? ALBERTO MANGUEL, Mondion, 2007 I. Kassandra’nm Sesi Beyhudeydi şefin ve bilgenin gururu, Ozanları yoktu ve öldüler! Boşunaydı entrikaları, boş yere aktı kanları, Ozanları yoktu ve ölüler! Horatius, Odlar IV: 9 [Alexander Pope, 1733 çevirisinden] Dil bizim ortak paydamızdır. Yirminci yüzyılın en büyük romancılarından Alfred Döblin’e bir röportajda neden yazdığı sorulunca, Döblin, bu soruyu kendine sormayı reddettiği yanıtını verir. “Bitmiş kitap beni ilgilendirmez,” der, ancak yazılmakta olan, “sıradaki kitap beni ilgilendirir”. Döblin için yazmak, şimdinin eleğinden geçerek geleceğe süzülen bir eylemdir; kelimelerin anbean oluşmakta olan gerçekliği biçimlendirmesine ve isimlendirmesine izin veren dilin daimi akışıdır. İtalyan şair T. F. Marinetti’nin Paris’te yayımlanan 20 Şubat 1909 tarihli Figaro’da sanatçıların “devinim, şiddet ve endüstriyel değişimi” kucaklayarak “fütürist yöntem” aracılığıyla hünerlerini sergilediklerini öne sürmesi üzerine şaire yazdığı bir mektupta, “Sanatta yönteme yer yoktur, ahmaklık daha iyidir,” der ve heyecanlı meslektaşına “Fütürizmine bak sen,” tavsiyesinde bulunur, “Ben Döblinizmime bakacağım.” Peki bu “Döblinizm” de neyin nesiydi? 1929 tarihli en ünlü romanı Berlin Alexatıderplatz’da* betimleyeceği Doğu Almanya’nın * Berlin Aleksander Meydanı, çev.

Ahmet Arpad, Sel Yayıncılık, 2004. kenar mahallelerinde muayenehanesini açmadan Önce Döblin, Birinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda sıhhiye subayı olarak görev almıştı. Tuhaf çelişkilerin adamıydı: ileri yaşlarında Katolikliği kabul eden Prusyalı bir Yahudi, Rus devriminin ilkelerine karşı çıkan bir radikal sosyalist, psikanalizin dogmalarından şüphe duyan Freud hayranı bir psikiyatr ve devamlı kendi kurallarını çiğneyen coşkulu bir edebiyatın taraftarı olmasına rağmen kurmacasınm temel mitolojisini Kitabı Mukaddes’in geleneksel kitaplarında arayan bir yazardı. Yirminci yüzyıl dünyasının değişen kimliğini ele alırken, kahramanı Eski Ahit’in sıradan adamı Eyüp’tü. Eyüp acı çeker ama uysal değildir, sesi çıkar ama rahatsız etmez, haksız mağduriyetin kusursuz örneğidir o. 1933’e gelindiğinde, yükselen Nazi rejimi tehdidi altında, birçok Alman entelektüeli gibi Döblin de ailesiyle birlikte Fransa’ya sığınma talebinde bulunur ve yedi yıl sonra, Paris’in işgalinin ardından tehlikeli bir güzergâhı kullanarak İspanya ve Polonya üzerinden Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçar. Orada muhtelif iş teklifleri alır, bunlardan biri Holywood’da senaryo yazarlığıdır: Mrs. Miniver’ın pek çok sahnesinin onun elinden çıktığı söylenir. Ancak ev sahiplerinin topraklarında ortak bir dil bulamayan Döblin, sürgünde aşırı derecede yalnız hisseder kendini. Nazi yıllan boyunca Almanya’da kalmış olan bir yazar meslektaşı ülkeyi terk edenleri göçün “koltuklarının ve dertsiz makamlarının” keyfini çıkarmakla suçlayınca Döblin yanıt verir: “Bir ülkeden diğerine kaçmak, bildiğin her şeyi, seni besleyen her şeyi kaybetmek, her zaman kaçar halde olmak ve sürgünde bulunduğun için, güçlü olduğun halde yıllar boyu bir dilenci olarak yaşamak: İşte benim ‘koltuğum’, benim ‘dertsiz makamım’ böyle bir şey.” Ancak yine de, sürgünün yalıtılmışlığmda dahi Döblin, kendi kelimeleriyle, “yazma güdüsüne teslim olmaya” devam eder. Savaşın ardından, 1947’den 1956’ya dek Döblin, çoğunlukla bizzat dilin, istismar edilmiş Alman dilinin başkahraman olduğu en güçlü kitaplarından bazılarını kaleme aldı: November 1918 [Kasım 1918] destanında, Weimar Cumhuriyeti’nde anlamm tedrici olarak istismar edilişinin biçimlendirdiği, Üçüncü Reich iktidarının yine tedrici suistimallerini gösterdi; emperyalizmin güncel musibetlerini on yedinci yüzyılın barok söz dağarcığıyla Amazonas’a [Amazon Üçlemesi] aksettirdi ve hatta Hamlet oder Die lange Nacht nimmt ein Ende’de [Hamlet ya da Uzun Gecenin Sonu] psikanalizin eleştirel dili aracılığıyla yaralarını kısmen iyileştirmiş bir gelecek toplumunu hayal etti. Ne yazık ki, Döblin’in yapıtları, belki de Berlin Aleksander Meydanı istisnasıyla, fazlasıyla ve haksız yere unutuldular. Yine de, dili gerçekliği biçimlendirmek ve anlamlandırmak için bir araç olarak kavrayışı, inanıyorum ki bugün halen geçerlidir. Döblin için dil, geçmişimizi “yeniden anlatmaktan” ziyade “temsil eden” bir canlıdır: “Gerçeği kendini ifşa etmeye zorlar, onun en derinlerine yuvalanarak insanlık halinin, önemli ya da önemsiz, en temel durumlarını açığa çıkarır.

” Bize, aslında, neden bir arada olduğumuzu öğretir. Çoğu insani işlevimiz tekildir: Nefes alıp vermek, yürümek, yemek ya da uyumak için başkalarına gereksinim duymayız. Başkalarına, konuşmak ve söylediklerimizin bize aksettirilmesi için muhtacız. Döblin, dilin bir tür başkalarını sevme biçimi olduğunu ilan etmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir